Ynt: Tek Başıma Otomobil ile İran - Azerbaycan - Gürcistan - Ermenistan; 15.500 km Overland
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun en doğusunda, Türkiye'nin kıyısında.
Seyahat etmeyin seven bir ailenin çocuğuyum. Ablamla ben çocukken annem-babam bizi anneannemlere ve bilumum akrabalara bırakıp sıklıkla yurtdışına giderlerdi. O zamanlarda bizimkilerin amacı yeni yerler görmek değil alışveriş yapmaktı. Seksenli yıllardan önce batı dünyasındaki serbest ticari sistemden kısmen izole bir ekonomik yapı vardı Türkiye’de. Her türlü mal ve hizmetlerin ithalatı-ihracatı ya yasak ya da ağır vergilere tabiydi. Dünya ekonomisinin konjonktürü serbest ticaret rejimini her şekilde dayatıyordu, çoğu genç arkadaşımızın bildiğinin aksine, öyle darbe olmuş, ardından bir parti gelmiş, Türkiye’yi dünyaya açmış kaderini değiştirmiş falan değil, belki süreci hızlandırmıştır sadece. Annemler de bu dönemlerde ülkede bulunmayan çoğu eşyayı oralardan toparlayıp getirirdi.
Biz uzun seyahatleri kaldırabilecek yaşa geldiğimizde, kendilerine katılıp alışveriş merkezli gezilerin şeklini değiştirmeye başladık.
Annemle babam bizim de gezmeyi sevdiğimizi gördüklerinde, büyük yurtiçi ve yurtdışı turlar başlamıştı. Tarz bugün benim de uyguladığımdan farklı değildi. Yol kenarlarında piknik tüpünde yemek pişirilip yeniyor, tır parklarında çadır kurulup yatılıyordu. Mutlu muyduk? Evet, hem de çok…
Bugün Karadeniz’in yaylalarını, Van’ı, Urfa’yı, Mardin’i ve diğer yerleri yirmi yıl önceki halleriyle kıyaslayabiliyorsam ailemin gezi alışkanlığını çocuklarına da aşılaması sayesindedir. Geçtiğim çoğu yerde içim burkularak “Her şey değişiyor ve bozuluyor, neyse ki ben buraların cennet hallerini de görmüştüm.” dememe rağmen yine de memleketin çoğu kısımlarını görmeye değer buluyorum.
Önceden de vurgulamıştım, benim seyahat anlayışımda yol ve geçilen ara noktalar birbirinden ayrı değil. Bazen varılan yerlerde fiziksel açıdan güzel, ruhsal bakımdan huzurlu ve dingin şeyler görmeyeceğimi bilsem de geçtiğim yolların cazibesiyle motive ediyorum kendimi. Van’dan Hakkari’ye ve Yüksekova’ya oradan Siirt’e yaptığım dağlar vadiler aşan yolculuk da tam bu durumu karşılıyordu.
Türkiye’nin her tarafında dağ görmek mümkün, yeşil dağlar, yüksek ve karlı dağlar, bazen ovada tek başına yükselmiş, “İşte buradayım, var mı benden görkemlisi?” diyen dağlar… Dağları bir de bahsettiğim bölgede görmek lazım. Aralarında bıraktıkları derin vadilerden insanların geçmelerine nazlanarak müsaade etmiş, iki ay rehavete kapılsanız kalan on ayda burnunuzdan getiren, eteklerinden yol alırken her an sizi yutacakmış gibi üzerinize çullanan dağlar. Van’dan Mardin’e yaptığım yolculuk işte bu duygularla doluydu.
Van’dan ayrıldıktan sonra güneye Hoşap’a yöneldim. Şekilsiz dik kayalığın üzerine inşa edilmiş, sanki o kayalığın kendisinden heykel gibi yontularak çıkartılmış hissi veren Osmanlı dönemi Hoşap Kalesi’ne tırmandım. Restorasyonu ile ilgili siz karar verin. Ben ilk gördüğümde üzerimde bıraktığı etki açısından Anadolu’daki kaleler arasında ilk üçe sokarım. Büyüklüğü fazla değil belki, ancak hırçın ve asla fethedilemeyecek gibi duran bir havası var. Kıta Avrupası’ndaki derebeylik şatolarını andırıyor.
Hoşap’dan sonra Türkiye’de şimdiye dek rastladığım en yüksek rakımlı(2800m civarı) karayolu geçidini aştım ve platoları geride bırakıp dağların vadilerin içine daldım. Televizyonlardaki haber bültenlerinden hepimizin aşina olduğu Yüksekova’ya yöneldim.
Kasabaya varana dek geçtiğim askeri kontrol noktalarında kimliğim ve ruhsatım kaydedildi, seyahat sebebim soruldu. Yüksekova’ya akşama doğru varabildim, yolun bitmesini hiç istemedim, o derece güzeldi.
Bu civarda yol kenarında kamp yapmama izin verilmeyeceğini tahmin ettiğimden, öğretmenevinde kalmaya kara verdim. Öğretmenevinde turistik amaçlı gelen hiç kimse yoktu, resepsiyondaki polis beni görünce şaşırdı, oralara gezi amaçlı gelmemi anlamakta biraz zorlandı. Burası görece yeni bir öğretmenevi ve genelde kasabaya mecburi hizmet yapmaya gelen her türlü devlet memuru, ailesini de getirip ev tutmak yerine orada kalıyor, kendilerini çok mutsuz ve hapsedilmiş hissettiklerini daha konuşmaya başlamadan yüzlerinden anlamak mümkün.
Hakkari, Şırnak,Yüksekova, Şemdinli, Esendere gibi yerleşimler bazı açılardan Türkiye’nin fiili durumunu görebilmek adına mutlaka bizzat gidilmesi ve atmosferinin hissedilmesi gereken yerler bence. Doğrudan şahitlik etmek gazetede okuyup televizyondan seyretmekten çok farklı. Buraları resmen ve hukuken Türkiye toprakları değil mi? Batıdaki büyük ve konforlu kentlerde oturulup, “Oralar bizim memleketimiz, insanlar bizim insanlarımız.” diyerek boş boş atıp tutuluyor ya, gidin ve gerçekten zannedildiği gibi miymiş iyice anlayın. İstisnasız her gece dağlarında silah sesleri yankılanan, devlet görevlilerinin özellikle de asker ve polislerin akşam sokaklarda dolaşamadığı, kamu misafirhanelerinin bahçelerinde çay içip, şafak sayıp, uyku saatini beklediği, ertesi sabah sokak eylemi olacağının haberi geldiğinde hiç tepki vermedikleri bir yerden bahsediyorum. Polisin, “Bu saatten sonra çarşıya gitme, sorun çıkabilir.” diye uyardığı, “Kastettiğiniz insanların taktikleri kendi halindeki sivillere saldırmak değil, sanırım bana bulaşmazlar.” diyerek ikna etmeye çalıştığım, karşılığında “Yine de temkinli davran bir hafta önce çarşıda sivil giyimli bir ere ateş açıldı, ne yazık ki kurtarılamadı.” yanıtını aldığım bir yerden sözediyorum. Bahsettiğim yer Yüksekova…
Bu toprakların yirmi belki elli yıl sonra statüsü ne olacak bilmek çok zor, ama net biçimde görülen şu ki, ortada çok ciddi huzursuzluk ve gerilim var, memnuniyetsizlik şimdilik baskıyla kontrol altında tutulsa da, yarınlarda koşulların bir şekilde değişeceği, bastıranlarla isyan edenler diyalektiğinin sonuçlar doğuracağı kesin gibi. Ülkem için en hayırlısını diliyorum…
Yüksekova’dan sonra Şemdinli’ye devam edebilirdim, etmedim, gördüklerim merakımı yeterince gidermişti, o yüzden batıya, Hakkari’ye de uğrayarak Siirt’e doğru gitmeye kara verdim.
Yüksekova’dan Siirt’e kadar derin vadilerin arasından giden yol, toplu askeri nakillerin bu hat üzerinden yapıldığı dönemde sayısız saldırı ve çatışmaların gerçekleştiği bölge. O yolun güvenliği bir milyon askerle bile alınamaz, görünce anladım. Güzergah üzerinde çok sayıda askeri kontrol noktası var, bazılarında arabam, gümrük geçişlerinde bile karşılaşmadığım kadar ayrıntılı arandı. Ege ve Akdeniz’deki çoğu kasabadan küçük Hakkari’nin merkezine vardığımda uzun zaman geçirecek pek bir sebep bulamadım. İklim zor, coğrafya zor, geçim zor. Buralardaki bütün köy ve kasabalarla ilgili kurulabilecek tek cümle. Yollarda rastlanılan çok sayıdaki insan taşımayan İran plakalı otobüsün bagajlarında ne götürüp getirdiklerini ise kesin bilmek imkansız, sadece tahminde bulunulabilir…