Ynt: Tek Başıma Otomobil ile İran - Azerbaycan - Gürcistan - Ermenistan; 15.500 km Overland
Ermenistan
Bu yolculuğun başlangıcında sadece İran, Azerbaycan ve Gürcistan’a gitmek niyetindeydim, Ermenistan’ı görmekle ilgili herhangi bir istek yoktu içimde. Daha önce anlattığım, Azerbaycan vizesiyle ilgili aksilikten sonra rotam değişti ve Ermenistan’ı da programa eklemek kolay hale geldi. Geziler boyunca edinilen tecrübeler insanın duygu ve düşüncelerini kısa sürede değiştirebiliyor, çıkışı İran’dan yapmaya niyetliyken, önce Gürcistan’a gitmem, oradaki koşulları görmem, yeni rotayı kolayca şekillendirmemi sağladı, böylece Gürcistan’a toplamda üç kez giriş-çıkış yaptım turu tamamlayabilmek için.
Ermenistan Türk pasaportuna kara ve sınır kapılarında vize veriyor, bu bana büyük kolaylık sağladı. Gece geç vakit gümrüğe geldiğimde açıkçası biraz merak içindeydim nasıl muameleyle karşılaşacağımla ilgili. Kapıdaki neredeyse tüm görevliler gerekenleri söyleyecek kadar Türkçe biliyorlardı, ne de olsa ülkenin komple doğu ve batı sınırları Türkçe konuşan ülkelerle çevrili. Tarih dünyanın bazı köşelerinde öyle karmaşık ve iç içe geçmiş hale gelebiliyor ki, politikacılar aralarına siyasi sınırlar koymaya çalışsalar da, geçmişin izleri kolayca silinmiyor. Ermeniler bilinen tarihlerinin önemli kısmını hep Türk milletleriyle birlikte yaşadılar. Osmanlı dönemi ve öncesinde Anadolu Türkleriyle, Sovyetler Birliği zamanında Azerilerle kader birliği ettiler. Ne acıdır ki, sonunda iki Türk halkıyla da kanlı bıçaklı oldular. Peki neden? Bu konuyu akademik açıdan inceleyen insanların bile genel siyaset teorisi şablonları(paylaşılan coğrafyada politik, ekonomik ve kültürel hakimiyet kurma çabası vesaire..) dışında cümleler kuramadıklarını görmekteyiz. Her millet elinde tuttuğu güç ölçüsünde, vatan diye bellediği toprakları olabildiğince geniş tanımlayarak, dünya üzerindeki varlığını ilelebet sürdürmek ister. Türkler de bunu ister, Ermeniler de Ruslar da İsrailoğulları da.. Maalesef dünyanın kaynakları sınırlı, topraklar ve nimetler paylaşılmak zorunda, payın büyüğünü alanlar güçlenmesini ve güçlü kalmasını bilenler oluyor hep. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanya’da Yahudilere karşı etnik yokediş başladığında, gün gelip de dev çukurların önüne dizilmiş ölümü bekleyen çıplak Yahudilerin torunlarının, Gazze’de binlerce masum çocuğu gözlerini kırpmadan öldüreceği söylense kimse inanmazdı herhalde.. Diğer yandan, bundan çok değil kırk elli yıl önce, Yahudileri ve İsrail devletini yeryüzünden silmek için el ele vermiş ancak başaramamış Arap ittifakının askerleri değil miydi o ölen çocukların babaları ve dedeleri? Uzun sözün kısası, mazlumun zalimleşmesi, zalimin mazlumlaşması döngüsü kıyamete kadar sürecek.
Ermenistan’da müşterek tarihimizi ve Ermenilerin bireysel- toplumsal düzeydeki ruh hallerini derinlemesine konuşacak insan bulamadım ne yazık ki. Ben konu açmak için gayret etsem de karşımdakiler pek katılımcı davranmadılar. Havadan sudan günlük insani konular etrafında kalmaya gayret ettiler, ben de zorlamadım doğrusu, oraya akademik tez için saha çalışması yapmaya gitmemiştim çünkü.
Türkiye ile Ermenistan arasında geçen yüzyılda yaşanan tatsız olaylarla ilgili objektif ve güvenilir kaynağa ulaşmak neredeyse imkansız, çünkü olayla ışık tutacak belgelerin çoğunluğu incelenmiş değil, Osmanlı ve halen Boston’da tutulduğu bilinen Ermeni arşivleri incelenmedi, Türkiye, bunları araştırmak üzere iki taraftan üyelerin katılacağı komisyon kurmayı önerdi, Ermenistan yanıt vermedi. Meydan cahil ve/veya kurnaz politikacılarla medya mensuplarının kestikleri boş ahkamlara kaldı. Halen Ermenistan ve Türkiye isimleri bir araya geldiğinde dünyanın büyük bölümünde bilinen şey şudur: “ Tıpkı Almanların Yahudilere yaptığı gibi Türkler de Ermenilerin soyunu kurutmaya çalışmıştır, bu gerçek önce kabul edilmeli ve bedeli en ağır biçimde ödetilmelidir.” Ortalama bir batılıya konuyu sorduğunuzda yukarıdakine benzer cümleleri duyarsınız.
Bu koşullar, anavatanlarına tek sefer gitmemiş, batılı ülkelerde zengin ve mutlu hayatlarını sürdüren diaspora Ermenileri tarafından onlarca yıl üren gayretlerle yaratıldı, Türkiye’de karşıdan sessizce seyretti durdu. Yanlışı hep karşıda aramamak gerek. Sorunlar devlet düzeyinde çözülüp ilişkiler normalleşir mi? Mevcut koşullarda ve zihniyetle zor, çünkü Ermenistan’ın asıl büyük sorunu Azerbaycan ile, yani tarafların sayısı fazla, taraflar tüm sorunları topyekün çözmek istiyorlar.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Kafkasya halen devam eden sancılı dönemini yaşamaya başladı. Rusya-Çeçen, Gürcü-Abhaz ve Oset, Ermeni-Azeri çıkar çatışmaları sürüp gitti. Yüzyıl önce mağdur olduklarını dünyaya kabul ettiren Ermenilerin, yirmi yıl önce katlettikleri Azeri sayısı onbinlerle ifade edilebilir.
Azerilerle Ermenilerin durumu gerçekten karışık, adeta birbirlerinden nefret eden yapışık ikiz gibiler, Azerbaycan topraklarının içinde ve Ermenistanla kara bağlantısı bulunmayan, adeta denizdeki ada gibi varlığını sürdüren Dağlık Karabağ bölgesi var. Diğer yanda Azerbaycan’dan karasal anlamda kopuk yaşayan, Türkiye ile Ermenistan arasına sıkışmış Nahçıvan vilayeti mevcut. Bu toprakların ve sınırların paylaşımıyla ilgili en ufak mesafe kaydedilmiş değil ve iki millet birbirlerini gerçekten sevmiyor, bunu da açıkça söylüyorlar, Ermenilerin Türklere karşı duyguları ise biraz daha farklı. Yaşı otuzun üzerindeki Ermeniler Azerilerle savaşa bizzat şahitlik etti, ama Anadolu’dan Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili konuyu hep politik doktrinlere uygun yazılan tarih kitapları ve derslerinden öğrendiler, duygularını belirlemede veya gerçekleri öğrenmede seçme şansları neredeyse hiç yoktu. Türkiye’deki milliyetçi kesim Ermenistan’da sabah uyanan insanların yüzlerini dahi yıkamadan Türklerden nefret etmeye başladığını, akşam yatmadan önce Türklere en beter bedduaları edip uykuya daldıklarını düşünebilir. Durum hiç de öyle değil onlar kendi yaşamlarının derdindeler, bu uğurda, şayet güç odakları müsaade ederse yüzlerini Anadolu’ya dönebilirler. Anavatanlarında yaşayan Ermeniler gözle görülür derecede yoksul, Doğu Anadolu’da yaşayan en fakir Türk ve Kürtler kadar değillerse de yine de yoksullar. Ülkede tek şehir var, Erivan. Tarımsal üretim coğrafyadan ötürü kendilerine bile yetecek düzeyde değil, endüstriyel üretim ise neredeyse yok. Sovyetler zamanından kalma terk edilip enkaza dönüşmüş fabrikalar gördüm yol üzerinde, çalışan büyük tesise rastlamadım, akıllarını soykırım kelimesiyle bozmuş diaspora Ermenilerinin kıymetli paralarını anavatanlarında yatırıma dönüştürmek gibi dertleri yok zaten...
Sınırdan geçerken tüm yetkililer bana gayet nazik ve yol gösterici davrandılar, sorunsuz giriş yaptım, yalnız karayoluyla gidecekler bilsinler araçla giriş ve çıkışta vergi var, ayrıca trafik sigortası da yaptırtıyorlar. Gümrükte başıma ilginç bir olay geldi onu aktarayım: Vize alınan gişeye geldiğimde iki üniformalı görevli bana Türkçe “Vize ücreti on dolar, bir de bize peşkeş atarsan seviniriz.” dediler gayet güleryüzlü biraz da mahçup. Cebimden iki tane on dolar çıkartıp masaya koydum ve “Bu vize ücreti diğeri de peşkeş.” dedim. Vizeyi yapıştırıp pasaportu verdiler, dönüp giderken arkamdan seslenip gelmemi istediler ve peşkeş diye istedikleri on doları geri verdiler, o an gezimin en ilginç anılarından biriydi benim için.
Ermenistan bilindiği üzere küçük ve tek tip coğrafyaya sahip bir ülke. Kuzeydoğusu dağlık, kuzeybatısı kısmen ova ve mera, doğusunda bana göre fazla albenisi olmayan Ermenilere göre belli başlı tek sayfiye yeri Sevan Gölü mevcut. Artvin ve Iğdır taraflarını bilenler burayı da gözlerinde canlandırabilirler.
Erivan ise sarı-kızıl karışımı taşlarla yapılmış güzel binaların, geniş bulvarların, parkların ve heykellerin bulunduğu sevimli bir kent, görsel açıdan Bakü’den daha fazla ilgimi çektiğini söyleyebilirim.
Şehir yine de ziyaretçisine günlerce sürecek keşif imkanı sunmuyor, görülmeye değer müzeler, sanat galerileri ve parklar hep yürüme mesafesinde. Erivan sanatçısı ve sanat etkinlikleri bol bir kent, adım başı karşılaşılan heykellerden, etkinlik afişlerinden anlaşılıyor.
Ermenistan’da yaşadığım en unutulmaz ve güzel şey, mimari hoşlukları ve doğasından çok Anahit Stepanyan’ın misafirhanesinde geçirdiğim gece ve tanıştığım insanlardı. Erivan’a vardığımda şehir merkezinde burayı aramaya koyuldum, haritada işaretli sokağı ve adresi hemen buldum, ancak misafirhane adı geçen binada değildi. Sokakta sağa sola çaresizce baktığımı gören orta yaşlı bir kadın penceresini açarak ne aradığımı sordu. Derdimi anlatınca, “ Aradığın yer o binada değil, telefon edip öğreneyim.” deyip elimdeki adres bilgisini aldı, doğru tarifi öğrenip çizdi. Teşekkür edip ayrıldıktan sonra yeri bulabildim. Anahit’in apartmanı ellili yıllarda sanatçıların stüdyosu olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş, yüksek tavanlara ve geniş odalara sahip büyük bir taş bina. Daire ona dedesinden kalmış, kocası vefat edince çocuklarıyla birlikte buraya taşınıp pansiyonculuğa başlamış. Çok sempatik değildi, hatta biraz bıkkın ve yorgun görünüyordu, ama misafirlerine gereken asgari ilgiyi de gösteriyordu. Erivan’daki sıcak yaz akşamında, dairenin arka cephesine bakan balkondaki divanda yayılmış Ermeni konyağının neden dünyaca meşhur olduğunu anlamak üzere tadım çalışması yaparken, yalnız başıma durduğumu görünce gelip herkesin salonda toplanmış sohbet ettiğini, benim de katılmam gerektiğini söyledi, işte gece de asıl o anda başladı. Salonda benim gibi tek başlarına gelip orada kaynaşmış İtalyan, Fransız, Amerikalı, Danimarkalı gezginler oturuyordu. Ismarlasan böyle gurup oluşturamazsın, çoğunun müziğe yeteneği vardı. Anahit salondaki piyanosuyla Ermenice şarkılar söyledi, Fransızlar kendi halk şarkılarını. İlerleyen saatlerde, Gana’dan aldığı dev dümbelekvari perküsyon aletiyle Anahit’in piyanosuna eşlik eden Danimarkalı kız bana dönerek “Senin için bir şarkı geliyor şimdi.” dedi. ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’ türküsünü sadece ritim vurarak çok farklı ve güzel bir yorumla söyledi, bunu Türkiye’de bir taksi şoförünün öğrettiğini belirtince hayranlığım daha da arttı. Ona sıkıca sarılıp yanaklarından öptüm, tebrik ve teşekkür ettim, salondaki diğer insanlar da şaşkın şaşkın bizi izlediler. Parçanın Türkçe güftesini ezberlemişti ama anlamını ve nerede söylendiğini pek bilmiyordu, sözleri tercüme edip, bu türkünün Anadolu’daki geleneksel düğünlerde, nikahtan önceki kına gecesi töreninde söylediğini anlatırken kınanın İngilizcesi aklıma gelmedi, diğerleri değil fakat Anahit kına nedir elbette biliyordu, hemen devreye girip, açıklamayı yaptı..
Hayat böyle işte, yüklü bilet paraları ödeyerek gittiğiniz onca konseri hatırlamazsınız bile, ummadık anda dinlediğiniz tek şarkı yaşamınız boyunca unutamayacağınız anınız haline geliverir, yolculuk etme tutkusunu hiç yitirmemek gerek, çünkü yolculuk hele de planlara, programlara esir değilse parayla satın alınamayacak kadar güzel ve özel şeyler çıkartıyor insanın karşısına..