Ynt: Tek Başıma Otomobil ile İran - Azerbaycan - Gürcistan - Ermenistan; 15.500 km Overland
İsfahan
Her İranlı kendi yaşadığı şehri seviyor ve övüyor genellikle, İsfahan halkı ise kentlerini bir başka sahiplenmişler. Meşhur “İsfahan cihanın yarısıdır” sözünü biliyordum buraya varmadan önce. Şehirden ayrılırken ben de benzer düşünceye sahip oldum, cihanın yarısı payesini fazla iddialı bulsam da, İran’daki en güzel şehir olduğunu düşünüyorum. Mimarisi, tarihi geçmişi diğer yerlerdekinden daha fazla korunmuş, sahiplenilmiş.
İsfahan Avrupa’da bulunsaydı en az Roma veya Paris kadar turist çekerdi şüphesiz, ama o zaman benim için bu kadar çekici olmazdı. Burada parkları, meydanları, taş köprüleri dolduran insanlar bizzat bu ülkenin sakinleri. Bazen insan kalabalıkları da kentin dokusunu bozabilir, güzellikleri alıp götürebilir; Venedik’deki, Vatikan’daki gibi. İsfahan’daki kalabalıklar ise mimari güzelliklere, sokaklara asıl ruhunu veren varlıklar. Eminim ki İmam Humeyni Meydanı her akşamüstü İranlı ailelerle dolup taşmasaydı, İmam Camisi ibadete kapatılıp tamamen müzeye çevrilseydi, bu derece büyüleyici gelmezdi. Tahran’ın politik, sosyetik, koşuşturması bol atmosferinde geçen günlerden sonra, burası sakinliği, şirinliği fotojenik güzelliğiyle ilaç gibi gelmişti. Bazen bir şeyi anlatacak yeterli benzerlikte referanslar bulamadığımızda “Anlatılmaz, yaşanır.” deriz ya, İsfahan’da öyle bir yer işte, onunla benzerlik kurulabilecek başka şehir yok yeryüzünde.
Kurak topraklar üzerinde geçen yaklaşık beşyüz kilometrelik yolculuktan sonra akşamüstü kente vardığımda, hava kararana dek kalan zamanı değerlendirmek için şehir merkezindeki Chehel Sotun Sarayı, Doğa Tarihi Müzesi ve Dekoratif Sanat Müzesi’ni gezdim. Chehel Sotun Sarayı, daha önce gördüğüm İran sarayları ile benzerlikler taşıyor, üstü kaplı çok geniş bir terası, önünde uzanan ince uzun havuzu ve çevresinde geniş bir bahçesi var. Tarihi onyedinci yüzyılın ortalarına gidiyor, yangın geçirmiş ve onsekizinci yüzyılda neredeyse baştan inşa edilmiş. Diğer müzeler adlarından beklendiği kadar görkemli değilse de görülmeye değerler.
Müze turundan sonra, metro çalışması yüzünden karışmış trafikle dolu caddelerden ilerleyerek güzel bir hostel bulup yerleştim. İç avlulu binalara hayranlığım giderek artmaya başladı, şehrin en kalabalık, gürültülü yerinde bir binaya giriyorsunuz, içindeki odanızın kapısının açıldığı, sessiz, sakin bir avlu var, insanı kesinlikle iyi hissettiriyor.
Konaklama işini haletlikten sonra İmam Humeyni Meydanı’na yürüdüm. Burası şimdiye dek gördüğüm en büyük ve etkileyici meydan. Görkemi sadece boyutlarından gelmiyor elbette, sınırlarını belirleyen yapılar, İmam ve Şeyh Lütfullah Camileri, bahçesi, çimenleri, havuzu ve en önemlisi meydanı dolduran, mekana hayat veren insanları gerçekten etkileyici. Yolculuklarda normalde bir yere saatlerce takılı kalmamıştım hiç, ilk kez İmam Humeyni Meydanı’nda iki gün üst üste gidip akşamüstünden gece geç saatlere kadar vakit geçirdim, insanları izledim, çevreyi dinledim, banklarda oturdum, çimenlerde yattım, yanıma gelenlerle sohbet ettim.
Büyük Cami’nin meydana bakan dev giriş kapısını fotoğraflarken yanıma üç genç geldi. İsimleri Emir, Ali ve Gelincik. Yirmili yaşlardaki kardeşlerle yaptığımız ayaküstü sohbetin uzayacağı anlaşıldığında Emir çimenlerde oturan anne-babasının yanına çay içmeye davet etti, onlarla da tanıştım. Babaları emekli askeri helikopter pilotuymuş. Ben de havacılığa meraklı biriyim, yamaç paraşütü geçmişim var, doğal olarak saatlerce bu konularda sohbet ettik. Gençlerin ilgi alanları ise farklıydı. Türkiye’deki akademik kariyer ve iş imkanlarını sordular, kendi gelecek planlarını anlattılar. Söylediklerine göre aileler akşam yemeğinden sonra bu meydana geldiklerinde eteklerindeki tüm taşları dökerlermiş, karşılıklı eleştiriler yapılıp, dileklerde bulunulurmuş. Emir’e, “Annene, babana kendileriyle ilgili olumsuz düşüncelerini de dile getirebiliyor musun?” diye sorduğumda, “Evet, rahatlıkla konuşuruz her şeyi, uygun dil kullanmaya gayret ederiz.” cevabını verdi.
Hostele döndüğümde, kendi aralarında İran ile ilgili ahkamlar kesmeyi dışarıya çıkıp bizzat İran’ı yaşamaya, insanlarla kaynaşmaya tercih eden batılı ürkek turistleri görünce, bir ülkeye gidip otele kapanmanın, çevredeki birkaç karakteristik yapı önünde hatıra fotoğrafı çektirip geri dönmenin bana hitap eden bir gezginlik tarzı olmadığını geçirdim içimden, yine de her türlü seyahat edene saygım var, gezmek evde oturmaktan iyidir.
İsfahan, Zayende Nehri’nin iki yakasında kurulmuş, akarsuyun üzerindeki tarihi taş köprüler kentin en önemli sembolleri. En uzunu 300 metrelik 33 kemerli Si-o-seh Köprüsü. Çubi, Kaju ve Şehristan Köprüleri de görüntüleri birbirlerinden farklı, düzgün restore edilmiş taş yapılar, onüç ile onyedinci yüzyıllar arasında yapılmışlar. Eskiden bu köprülerin üzerinde çok sayıda çayhane varmış, Şimdi sadece Si-o-seh üzerinde bir tane var. Akşamüstü sıcak etkisini yitirmeye başladıktan sonra kentte yapılabilecek en güzel şey, buraya gelip çay içmek bence. Ben gittiğimde günlerden Cumaydı. Namazdan çıkan insanlar köprünün altındaki gölge ve serin alanda toplanmış şarkı söyleyenleri dinliyor ve eşlik ediyorlardı, İran Halk Müziği’ni en yalın haliyle dinleme fırsayı buldum.
Sanırım yaz mevsiminin etkisiyle su akışı zayıftı, köprülerin arasındaki göl görünümündeki durgun bölümlerde su bisikleti gezintisine büyük ilgi vardı.
İsfahan’da gezgin olmak mutluluk verici, o kadar az turist var ki insanlar varlığınızı hemen fark ediyor ve diyalog kurmaya çalışıyor, rahatsız edici üslub asla yok, hatıra eşyası satan dükkanlarda bile. Gençler, çocuklar, yaşlılar.. Sadece gülümseyip selamlarını almanız yeterli.
Bir de canınız hamburger kaçamağı yapmak isterse, rekor kırma amacı taşımayan dünyanın en büyük seri üretim hamburgerlerini denemenizi öneririm…