Ynt: Tek Başıma 45 Günde Vietnam-Kamboçya-Tayland
Acı ve pirinç ülkesinin başkenti Hanoi
Güneydoğu Asya’daki ilk ülkem Vietnam’a coğu gezginin yaptığının tersine kuzeyden giriş yaptım. Batılı sırt çantalılar genellikle bu coğrafyaya Bangkok’da ayak basarlar, oradan Kamboçya’ya geçerler, güneyden Vietnam’a girip kuzeye yönelirler. Vietnam’da kuzeyden başlayıp güneye giden yolculuğum boyunca karşılaştığım gezginlerin neredeyse tamamı Saygon’dan Hanoi’ye gidiyordu. Vize süresinin kısalığı yüzünden takip ettiğim rota sayesinde yolculuk adına nadiren yaşanabilecek şeyleri(nehir yolculuğuyla ülke değiştirmek) tecrübe etme imkanı buldum.
Kış ortasında ılık, güneşli İzmir’den ayrılalı henüz bir gün geçmeden Bangkok-Hanoi uçağım sabahın köründe sağanak yağış altında kalktı. Yarısı Batılı diğer yarısı Asyalı dolu yolcu kabinini izlerken beni nasıl bir ortamın beklediğini bilmediğimden biraz heyecanlıydım. Evvelki yolculuklarımda nitelik açısından birbirinden farklı onca ülke görmeme rağmen sonuçta bu yeni bir coğrafya ve seyahat tarzıydı benim için. Arabayla çıktığım yolculuklardakinden daha az yorucu ve en azından yol iz bulma açısından daha kolay geçecekmiş gibi görünüyordu.
Yağmurla başlayan uçuşumuz iki saat kadar sonra bulutlu, kasvetli ve ıssız Hanoi Havaalanı’nda son buldu. Buradaki atmosfer, önceden gördüğüm havaalanlarındakilerden biraz farklıydı. Meydan ve terminal binaları sanki terk edilmiş gibi duruyordu. Vietnam Havayolları’na ait parketmiş birkaç uçak vardı apronda, fakat hiç insan hareketliliği yoktu. Uçakları genelde sivil yer hizmetleri ekipleri karşılar, burada merdivenin aşağısında rütbeli yeşil üniformalı subaylar bekliyordu(kılıkları bizdeki orman memurlarına benziyordu, sadece daha zayıflardı), adeta yeryüzünde komünizmin kör topal ayakta kalmış son kalelerinden birine geldiğimizi daha ilk dakikadan hatırlatmak ister gibiydiler. İşe yarıyor muydu? Evet. Oracıkta bizi sıraya sokup terminal binasına uygun adım yürüteceklermiş gibi hissettim. Askerliğimin ilk sabahında Balıkesir ayazında çıktığım içtimanın tedirginliği geri gelmişti. Neyse, kapı 300 metre kadar ötedeydi, yürüyerek gitmemiz söylendi. Asık yüzlü polis göz kontağı kurmadan pasaportu inceledi, sorgusuz sualsiz damgayı basıp verdi. Vietnam’a girerken yanınızdaki dövizi beyan etmeniz gerekiyor, buna hazırlıklıydım, ancak sormadılar, sanırım işi eskisi kadar sıkı tutmuyorlar artık, ancak vize süresi aşımlarında ciddi para ve hapis cezası mevcut, dikkat etmek gerekiyor. Turist vizesi 15 günlük veriliyor, bana ancak yetmişti, ülke ortalama bir tempoda gezildiğinde iki hafta süre hiç de fazla sayılmaz. Vietnam gibi Asya ülkelerinde maliyetler düşük, daha az para harcamak için gün tasarrufu yapmaya çalışmak yerine ortamın güzelliklerine odaklanılabiliyor.
Havaalanı şehir merkezinden 30 km kadar uzaktaydı, ulaşım için taksiden başka seçenek yoktu. Zaten Vietnam şehirleri toplu taşıma açısından pek parlak değil, motosiklete binebilecek yaş ve sağlığa sahip herkesin motosikleti var. Commuter segmenti 10 beygirlik motorların üzerinde üç bazen dört kişi bile görülüyor. Ben en fazla bir yetişkin 5 ilkokul çocuğu görmüştüm.
Boş bulunduğum saniyede kazık yiyeceğimi aklımda tutarak taksilerden biriyle gelmeden önce öğrendiğim referans değer üzerinden pazarlık edip anlaştım. Uzakdoğu ve Arap ülkelerinde harcama açısından en dikkat edilmesi gereken kalem şehiriçi ulaşım. Boşuna uğraşmayın asla yerlilerin ödediği fiyatları tutturamazsınız, o fiyatı bilseniz dahi karşıya kabul ettiremezsiniz, defalarca denedim, adamlar götürmemeyi tercih ediyorlar, o yüzden biraz marja rıza göstermek gerekiyor. Fiyatların açıkça ilan edilmediği bu tarz ülkelerde ya önceden ya da gidilen yerlerdeki güvenilir kişilerden aşağı yukarı referans maliyetleri edinmekte ve fazla taviz vermemekte fayda var, biraz yorucu ama ne yapalım?
En ucuz konaklama ve yemeğin bulunduğu Eski Şehir kısmındaki Ngo Huyen’e kısa sürede vardım, sokaktaki otellerden birine yerleşip valiz yükünden kurtulmak epey rahatlatmıştı. Uzun ve bol aktarmalı(3 uçuş karayoluyla ara bağlantılar) yolculuktan sonra yorgunluğa rağmen günü yatarak geçirmek pek mantıklı gelmedi ve dışarıya çıkıp, Vietnam’da bulunduğum sürede “Ağzıma göre yiyecek bulabilecek miyim?” sorusuna cevap aramaya koyuldum. Gelmeden önce araştırma yaparken okuduklarım biraz moral bozucuydu, Batılı gezginler yerel yemeklere alışamadıklarından, kimi zaman gıda yüzünden hastalandıklarından bahsediyorlardı. Ben ki hayatım 5-10 çeşit yemek çevresinde geçer, nasıl karnımı doyuracaktım hiç bilmiyordum. Gezimin ilerleyen dönemlerinde burada ve diğer Asya ülkelerine dair endişelerim geçti, hiç aç kalmadığım gibi özellikle Kamboçya’da hayatımın en lezzetli et yemeklerini tatma fırsatını bulmuştum.
Uzakdoğu ülkelerinde gezginlerin yaşadığı mide ve bağırsak fesatlarının farklı sebepleri var, orada her gün aynı yemeklerle beslenip yaşayıp giden insanlar varsa sorun sözkonusu coğrafyadaki beslenme tarzının sağlıksızlığı değil, sonuçta ellerinde ne varsa, ne yetiştirebiliyorlarsa yemekleri de o malzemelerle yapıyorlar. Yerleşik hayatta ve kendi coğrafyanızdaki diyetin dışına çıktığınızda bünye başlangıçta yadırgıyor ve olumsuz tepkiler veriyor. Bu tepkinin tek sebebi yediğiniz şeyin sağlıksız şartlarda hazırlanması olmayabilir. En lüks ve temiz lokantada bile yeseniz benzer rahatsızlıkları tecrübe etmeniz olağan. Uzakdoğu’ya giderseniz dönüşte “Günde 15 Dolara seyahat yaptım, süper gezginim ben!” konulu hikayeler anlatabilmek için hemen sokaklardaki yemek tezgahlarına saldırmanızı önermem. İmkanlar dahilinde, yerleşik hayatta yediklerinize yakın yemekleri tamamen öğün dışı bırakmayın, sadece o coğrafyanın yemekleriyle beslenmeye çalışırsanız onlara tamamen intibak edecek kadar süreniz olmadığından günleriniz acılı geçebilir. Ben gezi boyunca bir denge tutturmaya çalıştım ve ishal-kabız da dahil hiçbir sorun yaşamadım. Temelde üç kategoriye ayırabilirim yediklerimi. Hamburger, pizza, omlet tarzı memleketten alışkın olduğum yemekler, kentlerin turist yoğun alanlarındaki mekanlarda, biraz batı damak zevkine göre modifiye edilmiş yerel yemekler ve yerel halkın rağbet ettiği mekanlardaki katıksız yerel yemekler. Saf yerel lezzetler tatmak istenirse, çevredeki birkaç insana sorarak güvenli adreslere ulaşmak mümkün. Her ne yerseniz yiyin, fiyat-miktar-lezzet açısından Türkiye’dekinden daha az para ödeyeceğiniz garantidir.
Hanoi’de sabahtan akşama dolu üç gün geçirdim. Sokakları, küçük gölleri, tapınakları, müzeleriyle ve ziyaret ettiğim ilk Uzakdoğu kenti olmasının da etkisiyle bende olumu izlenim bıraktı. Buralara gelmeden önce, internette Saygon ve Hanoi caddelerindeki motorsiklet trafiğini izlemiştim. Işıksız, polissiz kavşaklarda motosiklet nehirleri akıyor, o kalabalığa rağmen az korna çalınıyor, görünürde bir aksama yaşanmıyordu. Motosikletin Vietnam’da nasıl bir yaşam gerekliliği haline geldiğini tam anlatmak zor, birkaç gün geçirdikten sonra algılamaya başlıyorsunuz. Ben de eski bir motosikletçiyim, bu yüzden gözleme ve kıyaslama açısından algılarım ortalama bir insana göre daha açıktı. Vietnamlıların motosikletli hayatlarına tek kelimeyle hayran kaldım. İnsanoğlu müşterek yaşamda aynı dala binmişse o dalın üzerinde zıplayıp kendi de dahil herkesi düşürebileceğini fark ediyor eğer isterse ve yeterince saygılıysa dengeyi korumaya çalışıyor. Sebebi Budist öğretinin insana saygı düsturudur veya komünist ideolojinin katı kuralcılığıdır fark etmez, Vietnam’ın dışarıdan kaotik gibi görünen caddelerinde aslında düzen var, sadece bizim gözümüzün seçmesi zaman alıyor.
Anlamak için bazen denemek gerek. Gideceklere tavsiye edeceğim şey şudur: Kentin en kalabalık bulvarında en kalabalık saatte karşıdan karşıya geçin. Ne hızlı ne yavaş, sabit hızda duraklamadan tereddüt etmeden adım atın, trafiğin geldiği yöne ister bakın ister bakmayın fark etmez, sorunsuz karşıya geçersiniz. Motosiklet nehrinin içine düşseniz bile karşıdan gelenler sizin hızınızı, yönünüzü görüp önünüzden veya arkanızdan gerekirse yavaşlayarak geçiyorlar, hiç tedirgin etmeden. İlk seferden sonra zaten aydınlanma yaşıyor ve endişelerinizden kurtuluyorsunuz. Aynı şeyi Türkiye’de yaparsanız ya kaza geçirirsiniz ya da küfür yersiniz. Ben şahsen ülkemizde yaya geçidinden bile geçerken yeşili gördüğümde hemen yola atlamayıp gelenlerin tam durmasını bekliyorum. Hayatın her alanında insanoğluna zarar veren şey kalabalıktan ziyade bireyler arasındaki uyumsuzluk. Ahenk yakalandığında dışarıdan göze korkutucu bir karmaşaymış gibi gelen manzaraların aslında göründüğünden farklı olduğu anlaşılıyor. Benzer biçimde bir ahenkten Arap ülkeleriyle ilgili notlarımda hiç bahsetmedim dikkat ederseniz, çünkü yoktu.
Hanoi Uzakdoğu şehirleri arasında ilk göz ağrım, vaktimin çoğunu tarihi merkezin içinde geçirdiğimden olsa gerek, günlük hayatın akışını dar ve cıvıl cıvıl sokaklarda iyice gözlemleyebildim. Ben böyle şehirleri seviyorum, yaşamın sokaklarda geçtiği, yerel hayatla ilgili daha çok şey görüp, o yaşama dahil olunabilen, insana yalnızlık ve dışlanmışlık duygusunu az hissettiren… Bu tarz kentlerde acele hareket edip, ne varsa tüketip başka diyarlara gitme telaşından arınıyorum. Hanoi Batının kalabalık şehirleri gibi gerginlik ve sıkıntı yaratmadı hiç. Vücudunuz yorulmasa bile zihnen yorulabilirsiniz ya kısa sürede, böyle bir yorgunluk da hissetmedim pek. Şehrin kalp atışlarını duymaya başlayınca fark etmeden her şeye ayak uydurmaya başlanıyor zaten…
Vietnam’ın bugününü anlamak için yakın geçmişini kabaca bilmek gerekiyor. Günümüzde 86 milyon civarı nüfusun yarısından fazlasını Amerika-Vietnam Savaşı’ndan sonra dünyaya gelen kuşaklar oluştursa da, onlar geçmişin acılarını doğrudan yaşamayıp sadece okullarda öğrenmiş iseler de, bu öyle bir savaştır ki izleri ülkenin her köşesinde farklı biçimlerde çıkar karşınıza. Sözkonusu trajedinin toplumsal bellekte bu derece rahat taşınmasını sağlayan şey galip gelmişlik duygusudur. Yendiğinize inanmışsanız, atalarınızın akmış kanlarını üzüntüyle değil minnettarlık duygularıyla hatırlarsınız, dize getirdiklerinize öfke duymaktan vazgeçersiniz, kininiz kaybolup gider. Vietnam emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi verme konusunda Türkiye ile benzer bir kaderi paylaşıyor. Dünya üzerinde bağımsızlık mücadelesi veren tüm ülkeler farklı biçimlerde ağır bedeller ödemişlerdir kuşkusuz, ama bazı mücadeleler diğerlerinden daha dramatik geçmiştir, Türkiye ve Vietnam’da olduğu gibi. Türkler zamanında Anadolu’ya çöreklenmiş İtalyan, Fransız, İngiliz ve Yunanlılara nasıl gerekeni yaptığını düşünüyorsa Vietnamlılar da Fransız ve Amerikalıların canlarına okumanın, onları elleri boş yollamanın hazzıyla yaşıyorlar.
Yukarıdakiler 50-100 yıl öncesinin gerçekleriydi, şimdi ise emperyalizm şekil değiştirdi, biliyorum. O gün askerle topla bu topraklarda tutunamamış sözkonusu ülkeler şimdi parasını verip Türkiye’de dahil istediği ülkeden gözüne kestirdiğini alıyor maalesef, yine de tarih tarihtir değişmez.
Hanoi’de kaldığım sürece günlerimin ilk kısmını Etnoğrafya Müzesi, Ho Chi Minh Müze Kompleksi, Temple of Literature gibi kentin önemli mekanlarını gezerek geçirdim. Etnoğrafya Müzesi’nin salonları objelerle dolup taşmasa da ülkenin tarihinde kullanılmış eşyalarla ilgili genel izlenim veriyor, bahçe kısmı bence daha ilginçti. Kırsal bölgelerde halen kullanılan ev mimarisinden örnekleri ve bazı evlerin içerisinde etnoğrafik objeleri görmek mümkün. Bu sergilerden birinde staj amaçlı çalışan İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyan Dung ile tanıştım. İngilizce konuşabilmeyi fırsat olarak gördüğünden, hayatından, okulundan, ailesinden gelecekten beklentilerinden uzunca bahsetti. Anne babası kırsal kesimde yaşıyormuş, ziraatle uğraşıyormuş. Dung ise kaderini değiştirmek için imkan yakalamış, şansını kaybetmemek için canla başla çalışanlardan. Ülkede nüfusun yüzde 70’i kırsalda yaşayıp tarımla geçiniyor, tarımdan elde edilen gelir sadece karın doyuracak kadar. Tarım yüzlerce yıllık eski usullerle kol gücüyle yapılıyor. Şehirlerarası yolculuklar sırasında dizlerine kadar su içinde, çeltik tarlalarında iki büklüm çalışan insanlar görülüyor sürekli. Ekonomik açıdan görece daha rahat yaşam sürenler sivil-askeri bürokrat aileleri ve çocukları. Sınırlı eğitim ve iş imkanları yönetimi elinde bulunduran kesimin çocuklarına tahsis edilmiş.
Ho Chi Minh Müze Kompleksi üç ana bölümden oluşuyor. Ho Chi Minh’in hayatının belli dönemini geçirdiği mütevazı ev ve çevresindeki koru, müze ve mozole. Bu büyük alanın peyzajı çok güzel, bakımlı. Bugün tek bir Vietnam’dan sözediyorsak sebebi Ho Chi Minh’dir. 1890-1969 yılları arasında yaşamış genç yaşlarından itibaren hayatını komünist idolojiye ve emperyalizmle savaşa adamış bir lider. Müze tamamen Vietnam’ın komünist dönem tarihine ve Ho Chi Minh’in ülkesi için yaptıklarının anlatımına ayrılmış.
Hanoi’de akşamüstü…Kentin her neresindeysem gün batımına yakın hep Hoan Kiem Gölü kenarına döndüm. Buradan saatlik cyclo kiralayıp sürücüye istediği biçimde gezdirmesini söyledim. Cyclo denen araç bence bir kenti gezmenin en güzel yolu. Sürücü arkada. Yolcu öndeki rahat koltukta oturuyor, manzarayı hiçbir şey kapatmıyor. 5-10 kilometre hızla ilerleyen bir koltukta akşamüstü serinliğinde hiç kafa yormadan, insan manzaralarını kaçırmayacak kadar yavaş, dar, kalabalık, baharat kokulu sokaklarda geziniyorsunuz. Halen Vietnam’la ilgili en çok özlediğim şeylerden biri akşamüstüleri yaptığım cyclo turlarıdır.
Vietnam’da görülebilecek en ilginç folklorik gösteri sanırım su kuklaları. Birkaç yüzyıl önce muson yağmurlarının dinmediği mevsimlerde canı sıkılan çiftçi köylülerin icat ettiği, gelişerek günümüze gelen bir gösteri. Sahnenin ortasında içi bel hizasına gelecek derinlikte su var, arkada ise o günkü gösterinin dekoru. Muhtelif karakterlerde tahta kuklalar, dekorun arkasında duran ve ön taraftan görünmeyen oynatıcıların ellerindeki çıtalı mekanizmalar yardımıyla hareketleniyor. Çıtalar su altında kaldığından görünmüyor. Gösterinin bazı bölümlerinde sahne, kolları ağızları oynayan, dans eden ve ağızlarından su fışkırtan(evet canavarlar da var) onlarca kuklayla doluveriyor. Sahnenin kenarında şarkıları canlı icra eden müzik grubu mevcut. Su Kuklası Tiyatrosu Vietnam’ın en ilgi çeken turistik gösterilerinden. Öyle ki, Hanoi’nin merkezinde sırf bu gösterilerin sergilendiği her seansı dolan büyük bir salon var.
Hanoi’de geçen üç günün ardından Uzakdoğu yolculuğuma bu kentten başladığım için şanslı saydım kendimi. Yeni seyahatimin ilk alışma dönemi yumuşak atlatılmıştı. Kendimi içinde bulduğum ortam, yolculuğun devamı için cesaret vericiydi…