Bu hikaye aslında bundan yaklaşık elli yıl önce başlar…
İlk karavanı gördüğümde beş, altı yaşlarında olmalıyım.Tekirdağ sahillerinde bulunan çitlik evine yazları onbeş günlüğüne tatile giderdik ailece.
Bir sabah kalktığımda evin biraz uzağına,deniz kenarına yakınca bir yerde, bir otomobilin arkasında garip bir şeyle durduğunu ve o garip şeyin içinde de birilerinin olduğunu fark ettim ve evin köşesini siper alarak merakla izlemeye başladım. Biraz sonra bu garip şeyin içinden bir erkek ve iki hanım olmak üzere üç kişi çıktı ve dosdoğru kendilerini denize attılar.
Sonradan bizimkilerle birlikte tanıştığımız ve tam üç yıl peş peşe yazın aynı ayında bizim oraya gelip bir haftalarını geçiren bu üç kişinin,ana,baba ve kızlarından oluşan bir alman ailesi olduklarını,babanın olmayan sol kolunu ikinci dünya savaşında kaybettiğini,Türkiye’yi çok sevdiklerini,otomobillerinin opel admiral (belki de kapital) ve otomatik vites olduğunu ve en önemlisi otomobile metal bir şeyle bağlı o tekerlekli,pencereli,kapılı şeyin de adının “karavan” olduğunu öğrendim.
Aslında galiba ailece hep beraber öğrendik.
Karavan mış…Hımmm…N’eymiş n’eymiş…Karavan mış…Hıııııı…
1954 doğumluyum ve bu hikaye de ben beş, altı yaşlarında iken olduğuna göre,1960 yılının Türkiye’sinde sadece küçük bir çocuğun değil ,o çocuğun gözünde,geçmişi olan ve her şeyi bilen ve nüfus kağıdında doğum yeri Der-Saadet (İstanbul) yazan bir büyükannenin de dahil olduğu ailenin “karavanla” yeni tanışma kavramı bugün yadırganmamalı.
Görgüsüzlüğümüzden dolayı o günü hatırladıkça bugün hala utanırım ama, kadıncağız bizi karavanına davet etmiş veya kendini zorunda hissetmiş ve likör ikram etmişti.
İçi ne kadar da güzeldi. Her şeyi vardı. Mini minnacıktı ama her şeyi vardı işte…Bizim evimizde ne buzluk vardı ne de buzdolabı,ama onda vardı. İç dekoru evimizden çok daha güzeldi.Ayrı bir radyosu bile vardı. Hele perdeleri…O minnacık likör kadehleriyle süslenmiş olan küçük vitrin…Her şey hala gözümün önündedir…
Neyse daha fazla uzatmayayım…Benim karavan hikayem, hayalim o yıllarda ve böyle başladı…Ve tam elli yıl sonra nihayet ve çok şükür ki gerçekleşti. Şanslıymışım zira gerçekleşemeyebilirdi de…
Aslında aralarda bir tarihte bir T 3 le,yani 1984 model VW transporter minibüsle hayallerimi gerçekleştirme teşebbüsünde bulunmuştum.Araç bildiğiniz bir minibüstü,benim derdim ise aracın orijinalliğini bozmadan onu motokaravan haline getirmekti.Zira paradan kokoz durumunda olduğumuz için,motokaravan olarak satamazsam,orta koltuğu takıverir öyle satarım derdindeyim.
Neyse…
Orta koltuğu çıkarttım,buzdolabı,ocak,portatif tuvaleti yerleştirdim ve gerek emniyet kemeri bağlantılarından,gerek koltuk bağlantılarından yararlanarak ama ilaveten tek delik açmadan ve boyasına kıl kadar zarar vermeden açılır kapanır iki kişilik bir yatak ve tek kişilik yatak olan bir masayı uyguladım ama ne ben memnunum,ne hanım,ne de oğlum.
Hani meydan yok ki oynayalım misali…Tabak,çanak,giysi…Her şey her yerde… Hanım dişi Spartaküs gibi başkaldırıyor,oğlum “bu ne biçim tatil…” diye başımın etini yiyor.
Zaten sonunda olan oldu 1600 cc lik motora yüklendikçe motor çabalama kaptan ben gidemem dedi ve bizim T 3 e yol gözüktü.Bu arada motoru hariç çok sevdiğim taş gibi bir araçtı.
Ve tabii insanoğlu doyumsuz.
Hayalleri hayaller süsledi, yolculuklara manzaralar bezendi, yıldızlı gecelere şafaklar eklendi ve düşlere yağmurlar düştü de, gerçekliğe gebeledi elli yıllık hasreti.
Eşim ve ben 1992 model Fiat ducato “yürürevimize” kurulup Yunanistan’a doğru,öğleden sonra saat 2 sularında Tekirdağ’daki yazlık evimizden hareketle beşledik.
Hızımız ortalama 70 klm.
Tekirdağ 18 klm,sonra Malkara, sonra Keşan ve sınır…İpsala…
Daha önceleri pek çok sefer sınırı aşmışlığım ve Avrupa’yı otomobille turlamışlığım var ama ve her seferinde de duymuş olduğum tatlı bir heyecan ve bir sevinç var ama bu seferki başka…Bambaşka…
İşte sınır kapısı…Önümde pasaport kontrol,sağ tarafta Turing klüp…Acaba ilk önce hangi işlemi yapmalı? Pasaportları mı vermeli, yoksa yeşil kart meselesini mi halletmeli? Zaten koskoca sınır kapısında bizden başka da kimseler yok.
Neyse ilk önce pasaportlar diyorum ve görevliye uzatıyorum. Pasaportlara bakarken
motosiklet olup olmadığını soruyor. Eee yok tabii,bir de onu taşıyacak olsak hızımız hayatta 60 klm yi geçemez. Burayı aştıktan sonra Turing’ in bürosuna gidiyorum ve 1 aylık sigortanın 187 iki aylık sigortanın 258 avro olduğunu öğrenince ,Yunanistan vizemizin 3 aylık olduğunu ve daha bir iki kez çıkabileceğimizi düşünerek iki aylık sigorta yaptırıyorum. Biraz acıtıcı ama mantıklı geliyor.Orda işimiz bittikten sonra tekrar öbür polis kulübesine,sonra ötekine.Bu arada yurt dışı çıkış vergisi için kelle başı 15 YTL daha bayılıp dönerken…
ŞOK!…
Motorun altında koca bir yağ lekesi…Vay anasını…Ulan nedir bu şimdi?..
Hanıma çaktırmadan eğilip şöyle bir bakıyorum fakat motorun altında koca bir muhafaza var,bir şey görmek mümkün değil ki. Kafamın içinde fırıldaklar dönerken Yunan gümrüğüne doğru marşa basıyorum ama ara bölgeyi geçerken gözümün önünde bloktan çıkmış bir piston karabasanı…
Derken Yunan pasaport kontrol noktası ve aksiden lanete skalayı tamamlamaya yemin etmiş genç bir polis psikolojik mastürbasyon modunda yunanca ukalalık ediyor.
Biz de ayağımızda potur,elimizde tespih, başımızda sarık,” selamüm aleyküm hemşerim!...” diyerek yaklaşmadık ama ve de üstelik aklım motorun altındaki yağda,
“ kalimera komşu watt diyosun ya?..” filan diye ağırdan satıyorum. Sonra birader komşu veya komşu birader İngilizce ye dönüyor…İki üç kelime anlıyoruz ama herifçioğlu yunan vurgusuyla ve hızlı hızlı konuşuyor. Ben “slowly…” falan derken daha yaşlıca bir polis gelip biraderi hafiften fırçalıyor,ve birader pasaportları sertçe uzatıp “open the door “ diyor,bürosundan çıkıp boy gösteriyor ve kellesini uzatıp şöyle bir içeri göz atıyor ve zoraki “ welcome to Greece” deyip uzayıp gidiyor. Herif üstüne tuz biber ekti diye iç çekip tam marşa basıp hareket edecekken az önceki diğer baba polis geliyor ve Türkçe olarak aynen şöyle diyor.
“ O gens polistir, osgelmissin komsi…uzo isseseksiiin? ”
Bu dili duyunca çocukluğumun Todori’sindeki garson Yani, annemim ayakkabıcısı müsü Panos ve çocukluk arkadaşlarım Antimos, Hristos ve Angel aklıma geliyor.
Baba polise bir “efaristo parapuli…” çekip (çok teşekkür) Yunanistan topraklarında ilk metreler için ikilerken kulaklarım motordan gelebilecek hiç de duymak istemediğim metalik sesler için uzamış durumda bir iç çekip sigaraya uzanıyorum. Hanım sonunda gerginliğime uyandı ve tam ne oldu diye sormaya niyetleniyordu ki “genç polise canım sıkıldı yaa!..” diye geçiştirdim ve istediğim cevabı da aldım.” Amaaan boş ver, bak öbürü de nasıl davrandı, bizde de her türlüsü yok mu sanki. Hem yılların hayaline böyle canın sıkkın mı başlayacaksın yani?..” “Haklısın…” dedim.
Dedim demesine de …Öyle işte.
Bir yandan sağa sola bakınıyorum,bir yandan hanımın yorumlarına ilgi gösteriyormuş gibi yapıyor cevap yetiştiriyorum,bir yandan haritadan hatırladığım kadarıyla ilk büyük yerleşim Alexandroupoli’nin sınıra 40 klm kadar olduğunu düşünüyorum,bir yandan da yağın nereden ve neden olabileceğini sorguluyorum?
Bu yolculuğa çıkmadan önce motor hararet yapıyordu ve contayı değiştirtmiştim ki, conta yanık çıkmıştı ve motor tam üç kere ısınmış soğumuş ve kapak üç kere sıkılmıştı ve denemek için zaten 500klm yol yapmıştım.
Şanzıman keçelerinden yağ sızıyordu ve yine o keçeleri yenilemiş,yağ sızıntısı kesilmişti.Yalnızca tek sorunum İstanbul’dan Tekirdağ’a gelene kadar dinamo kayışı ilk çalışmalarda ve gaza fazla yüklendiğim zaman sıyırıyor ve ses yapıyordu ki bunun yağla bir bağlantısı olamazdı. Bu neydi?...
Neyse işte Alexandroupoli’nin ışıkları ve ilk molamız.Kasaba irisi şirince bir kıyı beldesi.Küçük bir turdan sonra hemen denize paralel cadde üzerinde park etmiş otomobillerin arasına biz de park ediyoruz ve yürüyerek keşif turuna çıkıyoruz.
Nerede uzo içeriz,nerede ahtapot ve kalamar yeriz.Hava ılık, Ege’nin bu kıyısında ilk kez rüzgarın getirdiği iyot kokusunu soluyorum.Demleneceğimiz lokantayı belirledikten sonra üst baş değiştirmek için “yürürevimize” gidiyoruz,daha uzaktan motorun altına gözlerimi dikiyorum ve yine yağ lekesi var,var ama daha az. Sevinmeli miii,yoksa akacak yağ kalmadı mı? Artık akşam karanlığı ve keyfimizi de kaçırmak istemiyorum şimdi dem vakti yarına Allah kerim…
Yarın sabah yağ çubuğunu çeker bakarım,seviye yerindeyse motorda sorun yok geriye kalır şanzıman keçesi…Yarın göreceğiz.
Gittiğimiz lokanta daha doğrusu meyhane veya taverna şipşirin sıcacık bir mekan ve iki masası dolu ve Türkçe konuşmalar.Sonradan ahbap oluyoruz ki, Keşan dan kalkıp gelmişler ve de sık sık gelirlermiş,yiyip içip dönerlermiş.
Ne demeli…Küreselleşmenin olumlu tarafı. Bence harika! Bir de vize kalksa,seyreyle sen cümbüşü.
Bir orta boy şişe uzo, bizim küçük rakı gibi, ahtapot, kalamar, grek salad (bizim çoban salatanın kaba doğranmışı ve beyaz peynirlisi ),tarama ve kahve…Porsiyonlar fazla fazla ama hesap da fazlaydı doğrusu. İki kişi 61 avro, hesap haşırdıngen ştrase. Ama buzlu ve çam sakızlı uzo iyi geldi ve de bu ilk gecemiz, hovardalık serbest.
Ohhhhhhh çakır keyif, kuruntular lif lif, elli beşinde yeniden keşif…
Denize paralel caddede park etmiş araçların arasına sıkıştırdığımız yürür evimize koşar adımlarla sığınıyoruz zira çiseleyen yağmur hızını arttırıverdi.Bir tarafta denizin hışırtısı,tepemizde yağmurun tıpırtısı, karı koca ellili yaşların homurtusu ve uzonun
azımsanmayacak katkı yaptığı mutluluğumuzla ve huzurla dalıp gidiyoruz. İyi geceler bize…
Ertesi sabah erkenden kalkıp trumayı hafiften yakıyorum ve çayı demliyorum.
Sultanım efendim hala pofurdamakta ve uyandığında bana muhakkak anlatacağı şafak vakti rüyalarını hafızasına kaydetmekte…Saat henüz 6.30 civarı,ben mümkün olduğu kadar ses çıkarmamaya dikkat ederek sigara altlığı ufak tefek bir şeyler atıştırıp dem ve duman keyfine geçiyorum.
Perdeyi açıyorum ve bir yandan denize,bir yandan hala hafif hafif atıştıran yağmuru seyre dalıyorum.Alexandroupoli’li sabah yürüyüşçüleri hızlı adımlarını birbirlerine uydurmaya çalışıyor.
Ve sıra benim için elzem olan sabah faslına geliyor…Def-i hacet…Ne olurdu tuvalet biraz daha büyük olsaydı sanki…
Neyse zamanla alışırım herhalde ya da istemezsen alışma be moruk!
Haliyle biraz gürültü etmiş olacağım ki, sultanım efendim nihayet gözlerini açarak, “ ayol sabah sabah o ne biçim günaydın öyle ?!..” diyerek günlük sorgulamayı açmış oldu. Ben her zamankinden esnek,her zamankinden fersah fersah geniş,yumuşak ve de anlayışlı bir koca edasıyla “ ama çayın hazır karıcığım…” diyerek topu taca attım.
O da alkovandan aşağı indi ve “aaa sıcacıkmış yaaa…ne güzel…” diyerek trumaya sokuldu. Benim ağzım kulaklarıma fiyonk “ eeeeee…” çektim.
Bütün perdeleri açıp keyifle birlikte kahvaltımızı yaparak günlük programı konuşmaya başladık ve karar verdik ki, program programsızlık, sadece istikamet belli.Mümkün olduğunca kıyıdan Kavala.
Derken birden kafamda şimşekler çaktı…Yaahu hani yağa bakacaktım…Hemen fırladım yağ çubuğuna asıldım. Yağ seviyesi normal.Motorun sağını solunu kontrol ettim,tertemiz. Oh bee!..Sonra motorun altına baktım,asfaltta yağmur suyuyla karışık biraz yağ var,bu sefer el fenerini alıp motor muhafazasının üstünde kalan ve daha önce değiştirttiğim keçelerin orayı görmeye çalıştım ama nafile, net bir şey gözükmüyor ki…” Net bir şey gözükmüyor ama oraları yağlı işte…” diye kendi kendime söylenerek ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Hemen burada bir servis aramak mı veya yola devam etmek mi…
Motorda bir şey olmadığına göre ya herru ya merru…
Bastır Ankaragücü,yaşasın Çorumspor ve de şampiyon Fenerbahçe diyerek,hanımın merakını da “yok bir şey,şöyle bir kontrol ettim…” le savuşturarak , Kavala’ya kadar Allah kerim deyip beşledim.
Hava tam benim havam, bulutlu ve yağışsız ve ılık.
Güneşli havada direksiyonda olmayı hiç sevmem. Otoyolu kullanmamamıza rağmen yollar düzgün,asfalt yüzeyi yer yer yamalı ama bizdeki gibi patır kütür değil ve pürüzsüz.
Yani fiat ducato ve hymer,sakin ve son derece uyumlu. Biz de yürürevimizde huzurlu.
1900 cm3 lük dizel motorun hırıltısı, oğlum Batu’nun kendi elleriyle ve ısrarla taktığı kaliteli müzik sisteminden gelen 60-70 lı yılların,yani çocukluğumuzun, ergenliğimizin ve gençliğimizin klasikleşmiş parçalarına ve eşlik etmeye çalışan bizim mırıltılarımıza ritim tutar gibi.
Eşimle birlikte aynı anda, o günkü melodilerin ve romantizminin,şimdikilerde olmadığı fikrinde buluşup,tanıştığımız taaa 1971 yazına ve Feneryolu, Muhtarpaşa korusuna kadar uzanıp ve yalnızca birkaç saniye içinde o yıllardaki Kalamış’dan, Fenerbahçe’den, Moda’dan, Dalyan’dan, Caddebostan’dan, adalardan,boğaz’dan şöyle bir turlayıp şu ana gelip, gözlerimiz hafiften buğulu bakışıyoruz.
Geçmişimize,gençliğimize, fiat ducato- hymer karışımı yürürevimizle Yunanistan topraklarında, Alexandroupoli ve Kavala arasında bir yerlerde yol alırken, yolculuk içindeki adeta bu astral yolculuk doğrusu çok hoştu.
Bu günü,şu anı, şu heyecanımızı, şu dolu mutluluğumuzu borçlu olduğumuz şey, şey…bizi hem barındıran,hem gezdiren,hem keyiflendiren bu şeydi işte.
Elli yıl önce gördüğüm,adını bile bilmediğim ama hayallerimden kendini hiç eksik etmeyen bu şey…
Eşimle yıllar içinde pek çok an yaşadık elbette,ancak yarım asırdır birikmiş düşlerin, “ hadi artık ne olur bizim de olsun!..” umutsuzluk çığlıklarının nihayet yankılandığı ve onun özellikleri sayesinde yaşadığımız,ona özel,onunla özel bir andı.
Solumuzda denizin, küçük küçük yerleşim yerlerinden geçtiğimizin ve yolun ara sıra bizi mecburen kıyıdan uzaklaştırdığının farkında olarak karavanın,sonra da bağlantılı olarak motokaravanın tarihçesini düşünmeye başladım.
İlk göçer kavimler aklıma geldi, sonra kölelerin taşıdığı taht-ı revan’lı efendi müsveddeleri… Öküzlerin çektiği kağnı benzeri arabalar üzerinde hayvan postundan yapılmış Moğol çadırları, Kızılderili’lerin iki sırıklı tek beygirli çek çekleri, Eskimolar’ ın kızakları…Sonra ilk okula gidip gelirken bindiğim daha doğrusu yarışıp durduğum arabacı Bekir efendinin faytonu… Sonra bebek arabaları ve bu günkü modern teknoloji ve estetik harikaları…
Bu “ yürürev “ evriminde, toplulukların yaşadıkları iklim ve tarihi olayların etkisiyle zorunlu coğrafya değişimleri mi, etkendi acaba…Kimbilir?...
Kafamdan bunlar geçerken beklemediğim kadar içerlere girmeye ve dağlara sarmaya başladık.
Beşten,dörde ve çabucak üç…Mazot pompasına verdiğimiz bir parçacık avans işe yarıyor. Yan aynadan baktığımda eksoz dumanı tam siyah ve dolayısıyla attığında çiğ mazot da var ama, 3.viteste ve bu yokuşta 50 klm yle tırmanmak benim nazlı fiat ducato’m için fena sayılmaz.
Zaten oldum olası doğayı severim bir de meslek çiftçilik olunca bir başka bakıyorum manzaraya…Tarlaların boyutunu,düzenini,sürülmemiş tarlalardaki saplardan,yani anızdan geçen sezon ne ekilmiş olduğunu,yaklaşık ne kadar hasat elde edildiğini gözlemlemeğe çalışıyorum.Bizden farklı olarak ne işlem yapmışlar vs…
Böylece en son 1980 den ve yıllardan sonra Egeli kardeşim Yunanistan’a bir sonbahar zamanı “kalimera be komşu!..” dedik.
Ben severim de kimilerine ağırdır havası
Güz renkleri bürümüş sarmış her yanı.
Utangaç kızıl, hüzünlü kahverengi, solgun sarı…
Bir kızan buğdaycıklar yeşil,umuda dönük ve canlı.
İlk karavanı gördüğümde beş, altı yaşlarında olmalıyım.Tekirdağ sahillerinde bulunan çitlik evine yazları onbeş günlüğüne tatile giderdik ailece.
Bir sabah kalktığımda evin biraz uzağına,deniz kenarına yakınca bir yerde, bir otomobilin arkasında garip bir şeyle durduğunu ve o garip şeyin içinde de birilerinin olduğunu fark ettim ve evin köşesini siper alarak merakla izlemeye başladım. Biraz sonra bu garip şeyin içinden bir erkek ve iki hanım olmak üzere üç kişi çıktı ve dosdoğru kendilerini denize attılar.
Sonradan bizimkilerle birlikte tanıştığımız ve tam üç yıl peş peşe yazın aynı ayında bizim oraya gelip bir haftalarını geçiren bu üç kişinin,ana,baba ve kızlarından oluşan bir alman ailesi olduklarını,babanın olmayan sol kolunu ikinci dünya savaşında kaybettiğini,Türkiye’yi çok sevdiklerini,otomobillerinin opel admiral (belki de kapital) ve otomatik vites olduğunu ve en önemlisi otomobile metal bir şeyle bağlı o tekerlekli,pencereli,kapılı şeyin de adının “karavan” olduğunu öğrendim.
Aslında galiba ailece hep beraber öğrendik.
Karavan mış…Hımmm…N’eymiş n’eymiş…Karavan mış…Hıııııı…
1954 doğumluyum ve bu hikaye de ben beş, altı yaşlarında iken olduğuna göre,1960 yılının Türkiye’sinde sadece küçük bir çocuğun değil ,o çocuğun gözünde,geçmişi olan ve her şeyi bilen ve nüfus kağıdında doğum yeri Der-Saadet (İstanbul) yazan bir büyükannenin de dahil olduğu ailenin “karavanla” yeni tanışma kavramı bugün yadırganmamalı.
Görgüsüzlüğümüzden dolayı o günü hatırladıkça bugün hala utanırım ama, kadıncağız bizi karavanına davet etmiş veya kendini zorunda hissetmiş ve likör ikram etmişti.
İçi ne kadar da güzeldi. Her şeyi vardı. Mini minnacıktı ama her şeyi vardı işte…Bizim evimizde ne buzluk vardı ne de buzdolabı,ama onda vardı. İç dekoru evimizden çok daha güzeldi.Ayrı bir radyosu bile vardı. Hele perdeleri…O minnacık likör kadehleriyle süslenmiş olan küçük vitrin…Her şey hala gözümün önündedir…
Neyse daha fazla uzatmayayım…Benim karavan hikayem, hayalim o yıllarda ve böyle başladı…Ve tam elli yıl sonra nihayet ve çok şükür ki gerçekleşti. Şanslıymışım zira gerçekleşemeyebilirdi de…
Aslında aralarda bir tarihte bir T 3 le,yani 1984 model VW transporter minibüsle hayallerimi gerçekleştirme teşebbüsünde bulunmuştum.Araç bildiğiniz bir minibüstü,benim derdim ise aracın orijinalliğini bozmadan onu motokaravan haline getirmekti.Zira paradan kokoz durumunda olduğumuz için,motokaravan olarak satamazsam,orta koltuğu takıverir öyle satarım derdindeyim.
Neyse…
Orta koltuğu çıkarttım,buzdolabı,ocak,portatif tuvaleti yerleştirdim ve gerek emniyet kemeri bağlantılarından,gerek koltuk bağlantılarından yararlanarak ama ilaveten tek delik açmadan ve boyasına kıl kadar zarar vermeden açılır kapanır iki kişilik bir yatak ve tek kişilik yatak olan bir masayı uyguladım ama ne ben memnunum,ne hanım,ne de oğlum.
Hani meydan yok ki oynayalım misali…Tabak,çanak,giysi…Her şey her yerde… Hanım dişi Spartaküs gibi başkaldırıyor,oğlum “bu ne biçim tatil…” diye başımın etini yiyor.
Zaten sonunda olan oldu 1600 cc lik motora yüklendikçe motor çabalama kaptan ben gidemem dedi ve bizim T 3 e yol gözüktü.Bu arada motoru hariç çok sevdiğim taş gibi bir araçtı.
Ve tabii insanoğlu doyumsuz.
Hayalleri hayaller süsledi, yolculuklara manzaralar bezendi, yıldızlı gecelere şafaklar eklendi ve düşlere yağmurlar düştü de, gerçekliğe gebeledi elli yıllık hasreti.
Eşim ve ben 1992 model Fiat ducato “yürürevimize” kurulup Yunanistan’a doğru,öğleden sonra saat 2 sularında Tekirdağ’daki yazlık evimizden hareketle beşledik.
Hızımız ortalama 70 klm.
Tekirdağ 18 klm,sonra Malkara, sonra Keşan ve sınır…İpsala…
Daha önceleri pek çok sefer sınırı aşmışlığım ve Avrupa’yı otomobille turlamışlığım var ama ve her seferinde de duymuş olduğum tatlı bir heyecan ve bir sevinç var ama bu seferki başka…Bambaşka…
İşte sınır kapısı…Önümde pasaport kontrol,sağ tarafta Turing klüp…Acaba ilk önce hangi işlemi yapmalı? Pasaportları mı vermeli, yoksa yeşil kart meselesini mi halletmeli? Zaten koskoca sınır kapısında bizden başka da kimseler yok.
Neyse ilk önce pasaportlar diyorum ve görevliye uzatıyorum. Pasaportlara bakarken
motosiklet olup olmadığını soruyor. Eee yok tabii,bir de onu taşıyacak olsak hızımız hayatta 60 klm yi geçemez. Burayı aştıktan sonra Turing’ in bürosuna gidiyorum ve 1 aylık sigortanın 187 iki aylık sigortanın 258 avro olduğunu öğrenince ,Yunanistan vizemizin 3 aylık olduğunu ve daha bir iki kez çıkabileceğimizi düşünerek iki aylık sigorta yaptırıyorum. Biraz acıtıcı ama mantıklı geliyor.Orda işimiz bittikten sonra tekrar öbür polis kulübesine,sonra ötekine.Bu arada yurt dışı çıkış vergisi için kelle başı 15 YTL daha bayılıp dönerken…
ŞOK!…
Motorun altında koca bir yağ lekesi…Vay anasını…Ulan nedir bu şimdi?..
Hanıma çaktırmadan eğilip şöyle bir bakıyorum fakat motorun altında koca bir muhafaza var,bir şey görmek mümkün değil ki. Kafamın içinde fırıldaklar dönerken Yunan gümrüğüne doğru marşa basıyorum ama ara bölgeyi geçerken gözümün önünde bloktan çıkmış bir piston karabasanı…
Derken Yunan pasaport kontrol noktası ve aksiden lanete skalayı tamamlamaya yemin etmiş genç bir polis psikolojik mastürbasyon modunda yunanca ukalalık ediyor.
Biz de ayağımızda potur,elimizde tespih, başımızda sarık,” selamüm aleyküm hemşerim!...” diyerek yaklaşmadık ama ve de üstelik aklım motorun altındaki yağda,
“ kalimera komşu watt diyosun ya?..” filan diye ağırdan satıyorum. Sonra birader komşu veya komşu birader İngilizce ye dönüyor…İki üç kelime anlıyoruz ama herifçioğlu yunan vurgusuyla ve hızlı hızlı konuşuyor. Ben “slowly…” falan derken daha yaşlıca bir polis gelip biraderi hafiften fırçalıyor,ve birader pasaportları sertçe uzatıp “open the door “ diyor,bürosundan çıkıp boy gösteriyor ve kellesini uzatıp şöyle bir içeri göz atıyor ve zoraki “ welcome to Greece” deyip uzayıp gidiyor. Herif üstüne tuz biber ekti diye iç çekip tam marşa basıp hareket edecekken az önceki diğer baba polis geliyor ve Türkçe olarak aynen şöyle diyor.
“ O gens polistir, osgelmissin komsi…uzo isseseksiiin? ”
Bu dili duyunca çocukluğumun Todori’sindeki garson Yani, annemim ayakkabıcısı müsü Panos ve çocukluk arkadaşlarım Antimos, Hristos ve Angel aklıma geliyor.
Baba polise bir “efaristo parapuli…” çekip (çok teşekkür) Yunanistan topraklarında ilk metreler için ikilerken kulaklarım motordan gelebilecek hiç de duymak istemediğim metalik sesler için uzamış durumda bir iç çekip sigaraya uzanıyorum. Hanım sonunda gerginliğime uyandı ve tam ne oldu diye sormaya niyetleniyordu ki “genç polise canım sıkıldı yaa!..” diye geçiştirdim ve istediğim cevabı da aldım.” Amaaan boş ver, bak öbürü de nasıl davrandı, bizde de her türlüsü yok mu sanki. Hem yılların hayaline böyle canın sıkkın mı başlayacaksın yani?..” “Haklısın…” dedim.
Dedim demesine de …Öyle işte.
Bir yandan sağa sola bakınıyorum,bir yandan hanımın yorumlarına ilgi gösteriyormuş gibi yapıyor cevap yetiştiriyorum,bir yandan haritadan hatırladığım kadarıyla ilk büyük yerleşim Alexandroupoli’nin sınıra 40 klm kadar olduğunu düşünüyorum,bir yandan da yağın nereden ve neden olabileceğini sorguluyorum?
Bu yolculuğa çıkmadan önce motor hararet yapıyordu ve contayı değiştirtmiştim ki, conta yanık çıkmıştı ve motor tam üç kere ısınmış soğumuş ve kapak üç kere sıkılmıştı ve denemek için zaten 500klm yol yapmıştım.
Şanzıman keçelerinden yağ sızıyordu ve yine o keçeleri yenilemiş,yağ sızıntısı kesilmişti.Yalnızca tek sorunum İstanbul’dan Tekirdağ’a gelene kadar dinamo kayışı ilk çalışmalarda ve gaza fazla yüklendiğim zaman sıyırıyor ve ses yapıyordu ki bunun yağla bir bağlantısı olamazdı. Bu neydi?...
Neyse işte Alexandroupoli’nin ışıkları ve ilk molamız.Kasaba irisi şirince bir kıyı beldesi.Küçük bir turdan sonra hemen denize paralel cadde üzerinde park etmiş otomobillerin arasına biz de park ediyoruz ve yürüyerek keşif turuna çıkıyoruz.
Nerede uzo içeriz,nerede ahtapot ve kalamar yeriz.Hava ılık, Ege’nin bu kıyısında ilk kez rüzgarın getirdiği iyot kokusunu soluyorum.Demleneceğimiz lokantayı belirledikten sonra üst baş değiştirmek için “yürürevimize” gidiyoruz,daha uzaktan motorun altına gözlerimi dikiyorum ve yine yağ lekesi var,var ama daha az. Sevinmeli miii,yoksa akacak yağ kalmadı mı? Artık akşam karanlığı ve keyfimizi de kaçırmak istemiyorum şimdi dem vakti yarına Allah kerim…
Yarın sabah yağ çubuğunu çeker bakarım,seviye yerindeyse motorda sorun yok geriye kalır şanzıman keçesi…Yarın göreceğiz.
Gittiğimiz lokanta daha doğrusu meyhane veya taverna şipşirin sıcacık bir mekan ve iki masası dolu ve Türkçe konuşmalar.Sonradan ahbap oluyoruz ki, Keşan dan kalkıp gelmişler ve de sık sık gelirlermiş,yiyip içip dönerlermiş.
Ne demeli…Küreselleşmenin olumlu tarafı. Bence harika! Bir de vize kalksa,seyreyle sen cümbüşü.
Bir orta boy şişe uzo, bizim küçük rakı gibi, ahtapot, kalamar, grek salad (bizim çoban salatanın kaba doğranmışı ve beyaz peynirlisi ),tarama ve kahve…Porsiyonlar fazla fazla ama hesap da fazlaydı doğrusu. İki kişi 61 avro, hesap haşırdıngen ştrase. Ama buzlu ve çam sakızlı uzo iyi geldi ve de bu ilk gecemiz, hovardalık serbest.
Ohhhhhhh çakır keyif, kuruntular lif lif, elli beşinde yeniden keşif…
Denize paralel caddede park etmiş araçların arasına sıkıştırdığımız yürür evimize koşar adımlarla sığınıyoruz zira çiseleyen yağmur hızını arttırıverdi.Bir tarafta denizin hışırtısı,tepemizde yağmurun tıpırtısı, karı koca ellili yaşların homurtusu ve uzonun
azımsanmayacak katkı yaptığı mutluluğumuzla ve huzurla dalıp gidiyoruz. İyi geceler bize…
Ertesi sabah erkenden kalkıp trumayı hafiften yakıyorum ve çayı demliyorum.
Sultanım efendim hala pofurdamakta ve uyandığında bana muhakkak anlatacağı şafak vakti rüyalarını hafızasına kaydetmekte…Saat henüz 6.30 civarı,ben mümkün olduğu kadar ses çıkarmamaya dikkat ederek sigara altlığı ufak tefek bir şeyler atıştırıp dem ve duman keyfine geçiyorum.
Perdeyi açıyorum ve bir yandan denize,bir yandan hala hafif hafif atıştıran yağmuru seyre dalıyorum.Alexandroupoli’li sabah yürüyüşçüleri hızlı adımlarını birbirlerine uydurmaya çalışıyor.
Ve sıra benim için elzem olan sabah faslına geliyor…Def-i hacet…Ne olurdu tuvalet biraz daha büyük olsaydı sanki…
Neyse zamanla alışırım herhalde ya da istemezsen alışma be moruk!
Haliyle biraz gürültü etmiş olacağım ki, sultanım efendim nihayet gözlerini açarak, “ ayol sabah sabah o ne biçim günaydın öyle ?!..” diyerek günlük sorgulamayı açmış oldu. Ben her zamankinden esnek,her zamankinden fersah fersah geniş,yumuşak ve de anlayışlı bir koca edasıyla “ ama çayın hazır karıcığım…” diyerek topu taca attım.
O da alkovandan aşağı indi ve “aaa sıcacıkmış yaaa…ne güzel…” diyerek trumaya sokuldu. Benim ağzım kulaklarıma fiyonk “ eeeeee…” çektim.
Bütün perdeleri açıp keyifle birlikte kahvaltımızı yaparak günlük programı konuşmaya başladık ve karar verdik ki, program programsızlık, sadece istikamet belli.Mümkün olduğunca kıyıdan Kavala.
Derken birden kafamda şimşekler çaktı…Yaahu hani yağa bakacaktım…Hemen fırladım yağ çubuğuna asıldım. Yağ seviyesi normal.Motorun sağını solunu kontrol ettim,tertemiz. Oh bee!..Sonra motorun altına baktım,asfaltta yağmur suyuyla karışık biraz yağ var,bu sefer el fenerini alıp motor muhafazasının üstünde kalan ve daha önce değiştirttiğim keçelerin orayı görmeye çalıştım ama nafile, net bir şey gözükmüyor ki…” Net bir şey gözükmüyor ama oraları yağlı işte…” diye kendi kendime söylenerek ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Hemen burada bir servis aramak mı veya yola devam etmek mi…
Motorda bir şey olmadığına göre ya herru ya merru…
Bastır Ankaragücü,yaşasın Çorumspor ve de şampiyon Fenerbahçe diyerek,hanımın merakını da “yok bir şey,şöyle bir kontrol ettim…” le savuşturarak , Kavala’ya kadar Allah kerim deyip beşledim.
Hava tam benim havam, bulutlu ve yağışsız ve ılık.
Güneşli havada direksiyonda olmayı hiç sevmem. Otoyolu kullanmamamıza rağmen yollar düzgün,asfalt yüzeyi yer yer yamalı ama bizdeki gibi patır kütür değil ve pürüzsüz.
Yani fiat ducato ve hymer,sakin ve son derece uyumlu. Biz de yürürevimizde huzurlu.
1900 cm3 lük dizel motorun hırıltısı, oğlum Batu’nun kendi elleriyle ve ısrarla taktığı kaliteli müzik sisteminden gelen 60-70 lı yılların,yani çocukluğumuzun, ergenliğimizin ve gençliğimizin klasikleşmiş parçalarına ve eşlik etmeye çalışan bizim mırıltılarımıza ritim tutar gibi.
Eşimle birlikte aynı anda, o günkü melodilerin ve romantizminin,şimdikilerde olmadığı fikrinde buluşup,tanıştığımız taaa 1971 yazına ve Feneryolu, Muhtarpaşa korusuna kadar uzanıp ve yalnızca birkaç saniye içinde o yıllardaki Kalamış’dan, Fenerbahçe’den, Moda’dan, Dalyan’dan, Caddebostan’dan, adalardan,boğaz’dan şöyle bir turlayıp şu ana gelip, gözlerimiz hafiften buğulu bakışıyoruz.
Geçmişimize,gençliğimize, fiat ducato- hymer karışımı yürürevimizle Yunanistan topraklarında, Alexandroupoli ve Kavala arasında bir yerlerde yol alırken, yolculuk içindeki adeta bu astral yolculuk doğrusu çok hoştu.
Bu günü,şu anı, şu heyecanımızı, şu dolu mutluluğumuzu borçlu olduğumuz şey, şey…bizi hem barındıran,hem gezdiren,hem keyiflendiren bu şeydi işte.
Elli yıl önce gördüğüm,adını bile bilmediğim ama hayallerimden kendini hiç eksik etmeyen bu şey…
Eşimle yıllar içinde pek çok an yaşadık elbette,ancak yarım asırdır birikmiş düşlerin, “ hadi artık ne olur bizim de olsun!..” umutsuzluk çığlıklarının nihayet yankılandığı ve onun özellikleri sayesinde yaşadığımız,ona özel,onunla özel bir andı.
Solumuzda denizin, küçük küçük yerleşim yerlerinden geçtiğimizin ve yolun ara sıra bizi mecburen kıyıdan uzaklaştırdığının farkında olarak karavanın,sonra da bağlantılı olarak motokaravanın tarihçesini düşünmeye başladım.
İlk göçer kavimler aklıma geldi, sonra kölelerin taşıdığı taht-ı revan’lı efendi müsveddeleri… Öküzlerin çektiği kağnı benzeri arabalar üzerinde hayvan postundan yapılmış Moğol çadırları, Kızılderili’lerin iki sırıklı tek beygirli çek çekleri, Eskimolar’ ın kızakları…Sonra ilk okula gidip gelirken bindiğim daha doğrusu yarışıp durduğum arabacı Bekir efendinin faytonu… Sonra bebek arabaları ve bu günkü modern teknoloji ve estetik harikaları…
Bu “ yürürev “ evriminde, toplulukların yaşadıkları iklim ve tarihi olayların etkisiyle zorunlu coğrafya değişimleri mi, etkendi acaba…Kimbilir?...
Kafamdan bunlar geçerken beklemediğim kadar içerlere girmeye ve dağlara sarmaya başladık.
Beşten,dörde ve çabucak üç…Mazot pompasına verdiğimiz bir parçacık avans işe yarıyor. Yan aynadan baktığımda eksoz dumanı tam siyah ve dolayısıyla attığında çiğ mazot da var ama, 3.viteste ve bu yokuşta 50 klm yle tırmanmak benim nazlı fiat ducato’m için fena sayılmaz.
Zaten oldum olası doğayı severim bir de meslek çiftçilik olunca bir başka bakıyorum manzaraya…Tarlaların boyutunu,düzenini,sürülmemiş tarlalardaki saplardan,yani anızdan geçen sezon ne ekilmiş olduğunu,yaklaşık ne kadar hasat elde edildiğini gözlemlemeğe çalışıyorum.Bizden farklı olarak ne işlem yapmışlar vs…
Böylece en son 1980 den ve yıllardan sonra Egeli kardeşim Yunanistan’a bir sonbahar zamanı “kalimera be komşu!..” dedik.
Ben severim de kimilerine ağırdır havası
Güz renkleri bürümüş sarmış her yanı.
Utangaç kızıl, hüzünlü kahverengi, solgun sarı…
Bir kızan buğdaycıklar yeşil,umuda dönük ve canlı.