Gittim Gördüm Geldim...

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan hiç Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 79
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 51,832

hiç

Kamp II
Mesajlar
463
Tepkime Puanı
106
Yaş
70
Yer
İstanbul
Bu hikaye aslında bundan yaklaşık elli yıl önce başlar…
İlk karavanı gördüğümde beş, altı yaşlarında olmalıyım.Tekirdağ sahillerinde bulunan çitlik evine yazları onbeş günlüğüne tatile giderdik ailece.
Bir sabah kalktığımda evin biraz uzağına,deniz kenarına yakınca bir yerde, bir otomobilin arkasında garip bir şeyle durduğunu ve o garip şeyin içinde de birilerinin olduğunu fark ettim ve evin köşesini siper alarak merakla izlemeye başladım. Biraz sonra bu garip şeyin içinden bir erkek ve iki hanım olmak üzere üç kişi çıktı ve dosdoğru kendilerini denize attılar.
Sonradan bizimkilerle birlikte tanıştığımız ve tam üç yıl peş peşe yazın aynı ayında bizim oraya gelip bir haftalarını geçiren bu üç kişinin,ana,baba ve kızlarından oluşan bir alman ailesi olduklarını,babanın olmayan sol kolunu ikinci dünya savaşında kaybettiğini,Türkiye’yi çok sevdiklerini,otomobillerinin opel admiral (belki de kapital) ve otomatik vites olduğunu ve en önemlisi otomobile metal bir şeyle bağlı o tekerlekli,pencereli,kapılı şeyin de adının “karavan” olduğunu öğrendim.
Aslında galiba ailece hep beraber öğrendik.
Karavan mış…Hımmm…N’eymiş n’eymiş…Karavan mış…Hıııııı…
1954 doğumluyum ve bu hikaye de ben beş, altı yaşlarında iken olduğuna göre,1960 yılının Türkiye’sinde sadece küçük bir çocuğun değil ,o çocuğun gözünde,geçmişi olan ve her şeyi bilen ve nüfus kağıdında doğum yeri Der-Saadet (İstanbul) yazan bir büyükannenin de dahil olduğu ailenin “karavanla” yeni tanışma kavramı bugün yadırganmamalı.
Görgüsüzlüğümüzden dolayı o günü hatırladıkça bugün hala utanırım ama, kadıncağız bizi karavanına davet etmiş veya kendini zorunda hissetmiş ve likör ikram etmişti.
İçi ne kadar da güzeldi. Her şeyi vardı. Mini minnacıktı ama her şeyi vardı işte…Bizim evimizde ne buzluk vardı ne de buzdolabı,ama onda vardı. İç dekoru evimizden çok daha güzeldi.Ayrı bir radyosu bile vardı. Hele perdeleri…O minnacık likör kadehleriyle süslenmiş olan küçük vitrin…Her şey hala gözümün önündedir…
Neyse daha fazla uzatmayayım…Benim karavan hikayem, hayalim o yıllarda ve böyle başladı…Ve tam elli yıl sonra nihayet ve çok şükür ki gerçekleşti. Şanslıymışım zira gerçekleşemeyebilirdi de…
Aslında aralarda bir tarihte bir T 3 le,yani 1984 model VW transporter minibüsle hayallerimi gerçekleştirme teşebbüsünde bulunmuştum.Araç bildiğiniz bir minibüstü,benim derdim ise aracın orijinalliğini bozmadan onu motokaravan haline getirmekti.Zira paradan kokoz durumunda olduğumuz için,motokaravan olarak satamazsam,orta koltuğu takıverir öyle satarım derdindeyim.
Neyse…
Orta koltuğu çıkarttım,buzdolabı,ocak,portatif tuvaleti yerleştirdim ve gerek emniyet kemeri bağlantılarından,gerek koltuk bağlantılarından yararlanarak ama ilaveten tek delik açmadan ve boyasına kıl kadar zarar vermeden açılır kapanır iki kişilik bir yatak ve tek kişilik yatak olan bir masayı uyguladım ama ne ben memnunum,ne hanım,ne de oğlum.
Hani meydan yok ki oynayalım misali…Tabak,çanak,giysi…Her şey her yerde… Hanım dişi Spartaküs gibi başkaldırıyor,oğlum “bu ne biçim tatil…” diye başımın etini yiyor.
Zaten sonunda olan oldu 1600 cc lik motora yüklendikçe motor çabalama kaptan ben gidemem dedi ve bizim T 3 e yol gözüktü.Bu arada motoru hariç çok sevdiğim taş gibi bir araçtı.
Ve tabii insanoğlu doyumsuz.
Hayalleri hayaller süsledi, yolculuklara manzaralar bezendi, yıldızlı gecelere şafaklar eklendi ve düşlere yağmurlar düştü de, gerçekliğe gebeledi elli yıllık hasreti.
Eşim ve ben 1992 model Fiat ducato “yürürevimize” kurulup Yunanistan’a doğru,öğleden sonra saat 2 sularında Tekirdağ’daki yazlık evimizden hareketle beşledik.
Hızımız ortalama 70 klm.
Tekirdağ 18 klm,sonra Malkara, sonra Keşan ve sınır…İpsala…
Daha önceleri pek çok sefer sınırı aşmışlığım ve Avrupa’yı otomobille turlamışlığım var ama ve her seferinde de duymuş olduğum tatlı bir heyecan ve bir sevinç var ama bu seferki başka…Bambaşka…
İşte sınır kapısı…Önümde pasaport kontrol,sağ tarafta Turing klüp…Acaba ilk önce hangi işlemi yapmalı? Pasaportları mı vermeli, yoksa yeşil kart meselesini mi halletmeli? Zaten koskoca sınır kapısında bizden başka da kimseler yok.
Neyse ilk önce pasaportlar diyorum ve görevliye uzatıyorum. Pasaportlara bakarken
motosiklet olup olmadığını soruyor. Eee yok tabii,bir de onu taşıyacak olsak hızımız hayatta 60 klm yi geçemez. Burayı aştıktan sonra Turing’ in bürosuna gidiyorum ve 1 aylık sigortanın 187 iki aylık sigortanın 258 avro olduğunu öğrenince ,Yunanistan vizemizin 3 aylık olduğunu ve daha bir iki kez çıkabileceğimizi düşünerek iki aylık sigorta yaptırıyorum. Biraz acıtıcı ama mantıklı geliyor.Orda işimiz bittikten sonra tekrar öbür polis kulübesine,sonra ötekine.Bu arada yurt dışı çıkış vergisi için kelle başı 15 YTL daha bayılıp dönerken…
ŞOK!…
Motorun altında koca bir yağ lekesi…Vay anasını…Ulan nedir bu şimdi?..
Hanıma çaktırmadan eğilip şöyle bir bakıyorum fakat motorun altında koca bir muhafaza var,bir şey görmek mümkün değil ki. Kafamın içinde fırıldaklar dönerken Yunan gümrüğüne doğru marşa basıyorum ama ara bölgeyi geçerken gözümün önünde bloktan çıkmış bir piston karabasanı…
Derken Yunan pasaport kontrol noktası ve aksiden lanete skalayı tamamlamaya yemin etmiş genç bir polis psikolojik mastürbasyon modunda yunanca ukalalık ediyor.
Biz de ayağımızda potur,elimizde tespih, başımızda sarık,” selamüm aleyküm hemşerim!...” diyerek yaklaşmadık ama ve de üstelik aklım motorun altındaki yağda,
“ kalimera komşu watt diyosun ya?..” filan diye ağırdan satıyorum. Sonra birader komşu veya komşu birader İngilizce ye dönüyor…İki üç kelime anlıyoruz ama herifçioğlu yunan vurgusuyla ve hızlı hızlı konuşuyor. Ben “slowly…” falan derken daha yaşlıca bir polis gelip biraderi hafiften fırçalıyor,ve birader pasaportları sertçe uzatıp “open the door “ diyor,bürosundan çıkıp boy gösteriyor ve kellesini uzatıp şöyle bir içeri göz atıyor ve zoraki “ welcome to Greece” deyip uzayıp gidiyor. Herif üstüne tuz biber ekti diye iç çekip tam marşa basıp hareket edecekken az önceki diğer baba polis geliyor ve Türkçe olarak aynen şöyle diyor.
“ O gens polistir, osgelmissin komsi…uzo isseseksiiin? ”
Bu dili duyunca çocukluğumun Todori’sindeki garson Yani, annemim ayakkabıcısı müsü Panos ve çocukluk arkadaşlarım Antimos, Hristos ve Angel aklıma geliyor.
Baba polise bir “efaristo parapuli…” çekip (çok teşekkür) Yunanistan topraklarında ilk metreler için ikilerken kulaklarım motordan gelebilecek hiç de duymak istemediğim metalik sesler için uzamış durumda bir iç çekip sigaraya uzanıyorum. Hanım sonunda gerginliğime uyandı ve tam ne oldu diye sormaya niyetleniyordu ki “genç polise canım sıkıldı yaa!..” diye geçiştirdim ve istediğim cevabı da aldım.” Amaaan boş ver, bak öbürü de nasıl davrandı, bizde de her türlüsü yok mu sanki. Hem yılların hayaline böyle canın sıkkın mı başlayacaksın yani?..” “Haklısın…” dedim.
Dedim demesine de …Öyle işte.
Bir yandan sağa sola bakınıyorum,bir yandan hanımın yorumlarına ilgi gösteriyormuş gibi yapıyor cevap yetiştiriyorum,bir yandan haritadan hatırladığım kadarıyla ilk büyük yerleşim Alexandroupoli’nin sınıra 40 klm kadar olduğunu düşünüyorum,bir yandan da yağın nereden ve neden olabileceğini sorguluyorum?
Bu yolculuğa çıkmadan önce motor hararet yapıyordu ve contayı değiştirtmiştim ki, conta yanık çıkmıştı ve motor tam üç kere ısınmış soğumuş ve kapak üç kere sıkılmıştı ve denemek için zaten 500klm yol yapmıştım.
Şanzıman keçelerinden yağ sızıyordu ve yine o keçeleri yenilemiş,yağ sızıntısı kesilmişti.Yalnızca tek sorunum İstanbul’dan Tekirdağ’a gelene kadar dinamo kayışı ilk çalışmalarda ve gaza fazla yüklendiğim zaman sıyırıyor ve ses yapıyordu ki bunun yağla bir bağlantısı olamazdı. Bu neydi?...
Neyse işte Alexandroupoli’nin ışıkları ve ilk molamız.Kasaba irisi şirince bir kıyı beldesi.Küçük bir turdan sonra hemen denize paralel cadde üzerinde park etmiş otomobillerin arasına biz de park ediyoruz ve yürüyerek keşif turuna çıkıyoruz.

Nerede uzo içeriz,nerede ahtapot ve kalamar yeriz.Hava ılık, Ege’nin bu kıyısında ilk kez rüzgarın getirdiği iyot kokusunu soluyorum.Demleneceğimiz lokantayı belirledikten sonra üst baş değiştirmek için “yürürevimize” gidiyoruz,daha uzaktan motorun altına gözlerimi dikiyorum ve yine yağ lekesi var,var ama daha az. Sevinmeli miii,yoksa akacak yağ kalmadı mı? Artık akşam karanlığı ve keyfimizi de kaçırmak istemiyorum şimdi dem vakti yarına Allah kerim…

Yarın sabah yağ çubuğunu çeker bakarım,seviye yerindeyse motorda sorun yok geriye kalır şanzıman keçesi…Yarın göreceğiz.
Gittiğimiz lokanta daha doğrusu meyhane veya taverna şipşirin sıcacık bir mekan ve iki masası dolu ve Türkçe konuşmalar.Sonradan ahbap oluyoruz ki, Keşan dan kalkıp gelmişler ve de sık sık gelirlermiş,yiyip içip dönerlermiş.
Ne demeli…Küreselleşmenin olumlu tarafı. Bence harika! Bir de vize kalksa,seyreyle sen cümbüşü.


Bir orta boy şişe uzo, bizim küçük rakı gibi, ahtapot, kalamar, grek salad (bizim çoban salatanın kaba doğranmışı ve beyaz peynirlisi ),tarama ve kahve…Porsiyonlar fazla fazla ama hesap da fazlaydı doğrusu. İki kişi 61 avro, hesap haşırdıngen ştrase. Ama buzlu ve çam sakızlı uzo iyi geldi ve de bu ilk gecemiz, hovardalık serbest.
Ohhhhhhh çakır keyif, kuruntular lif lif, elli beşinde yeniden keşif…
Denize paralel caddede park etmiş araçların arasına sıkıştırdığımız yürür evimize koşar adımlarla sığınıyoruz zira çiseleyen yağmur hızını arttırıverdi.Bir tarafta denizin hışırtısı,tepemizde yağmurun tıpırtısı, karı koca ellili yaşların homurtusu ve uzonun
azımsanmayacak katkı yaptığı mutluluğumuzla ve huzurla dalıp gidiyoruz. İyi geceler bize…
Ertesi sabah erkenden kalkıp trumayı hafiften yakıyorum ve çayı demliyorum.

Sultanım efendim hala pofurdamakta ve uyandığında bana muhakkak anlatacağı şafak vakti rüyalarını hafızasına kaydetmekte…Saat henüz 6.30 civarı,ben mümkün olduğu kadar ses çıkarmamaya dikkat ederek sigara altlığı ufak tefek bir şeyler atıştırıp dem ve duman keyfine geçiyorum.
Perdeyi açıyorum ve bir yandan denize,bir yandan hala hafif hafif atıştıran yağmuru seyre dalıyorum.Alexandroupoli’li sabah yürüyüşçüleri hızlı adımlarını birbirlerine uydurmaya çalışıyor.
Ve sıra benim için elzem olan sabah faslına geliyor…Def-i hacet…Ne olurdu tuvalet biraz daha büyük olsaydı sanki…
Neyse zamanla alışırım herhalde ya da istemezsen alışma be moruk!
Haliyle biraz gürültü etmiş olacağım ki, sultanım efendim nihayet gözlerini açarak, “ ayol sabah sabah o ne biçim günaydın öyle ?!..” diyerek günlük sorgulamayı açmış oldu. Ben her zamankinden esnek,her zamankinden fersah fersah geniş,yumuşak ve de anlayışlı bir koca edasıyla “ ama çayın hazır karıcığım…” diyerek topu taca attım.
O da alkovandan aşağı indi ve “aaa sıcacıkmış yaaa…ne güzel…” diyerek trumaya sokuldu. Benim ağzım kulaklarıma fiyonk “ eeeeee…” çektim.
Bütün perdeleri açıp keyifle birlikte kahvaltımızı yaparak günlük programı konuşmaya başladık ve karar verdik ki, program programsızlık, sadece istikamet belli.Mümkün olduğunca kıyıdan Kavala.
Derken birden kafamda şimşekler çaktı…Yaahu hani yağa bakacaktım…Hemen fırladım yağ çubuğuna asıldım. Yağ seviyesi normal.Motorun sağını solunu kontrol ettim,tertemiz. Oh bee!..Sonra motorun altına baktım,asfaltta yağmur suyuyla karışık biraz yağ var,bu sefer el fenerini alıp motor muhafazasının üstünde kalan ve daha önce değiştirttiğim keçelerin orayı görmeye çalıştım ama nafile, net bir şey gözükmüyor ki…” Net bir şey gözükmüyor ama oraları yağlı işte…” diye kendi kendime söylenerek ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Hemen burada bir servis aramak mı veya yola devam etmek mi…
Motorda bir şey olmadığına göre ya herru ya merru…
Bastır Ankaragücü,yaşasın Çorumspor ve de şampiyon Fenerbahçe diyerek,hanımın merakını da “yok bir şey,şöyle bir kontrol ettim…” le savuşturarak , Kavala’ya kadar Allah kerim deyip beşledim.
Hava tam benim havam, bulutlu ve yağışsız ve ılık.
Güneşli havada direksiyonda olmayı hiç sevmem. Otoyolu kullanmamamıza rağmen yollar düzgün,asfalt yüzeyi yer yer yamalı ama bizdeki gibi patır kütür değil ve pürüzsüz.
Yani fiat ducato ve hymer,sakin ve son derece uyumlu. Biz de yürürevimizde huzurlu.
1900 cm3 lük dizel motorun hırıltısı, oğlum Batu’nun kendi elleriyle ve ısrarla taktığı kaliteli müzik sisteminden gelen 60-70 lı yılların,yani çocukluğumuzun, ergenliğimizin ve gençliğimizin klasikleşmiş parçalarına ve eşlik etmeye çalışan bizim mırıltılarımıza ritim tutar gibi.
Eşimle birlikte aynı anda, o günkü melodilerin ve romantizminin,şimdikilerde olmadığı fikrinde buluşup,tanıştığımız taaa 1971 yazına ve Feneryolu, Muhtarpaşa korusuna kadar uzanıp ve yalnızca birkaç saniye içinde o yıllardaki Kalamış’dan, Fenerbahçe’den, Moda’dan, Dalyan’dan, Caddebostan’dan, adalardan,boğaz’dan şöyle bir turlayıp şu ana gelip, gözlerimiz hafiften buğulu bakışıyoruz.
Geçmişimize,gençliğimize, fiat ducato- hymer karışımı yürürevimizle Yunanistan topraklarında, Alexandroupoli ve Kavala arasında bir yerlerde yol alırken, yolculuk içindeki adeta bu astral yolculuk doğrusu çok hoştu.
Bu günü,şu anı, şu heyecanımızı, şu dolu mutluluğumuzu borçlu olduğumuz şey, şey…bizi hem barındıran,hem gezdiren,hem keyiflendiren bu şeydi işte.
Elli yıl önce gördüğüm,adını bile bilmediğim ama hayallerimden kendini hiç eksik etmeyen bu şey…
Eşimle yıllar içinde pek çok an yaşadık elbette,ancak yarım asırdır birikmiş düşlerin, “ hadi artık ne olur bizim de olsun!..” umutsuzluk çığlıklarının nihayet yankılandığı ve onun özellikleri sayesinde yaşadığımız,ona özel,onunla özel bir andı.
Solumuzda denizin, küçük küçük yerleşim yerlerinden geçtiğimizin ve yolun ara sıra bizi mecburen kıyıdan uzaklaştırdığının farkında olarak karavanın,sonra da bağlantılı olarak motokaravanın tarihçesini düşünmeye başladım.
İlk göçer kavimler aklıma geldi, sonra kölelerin taşıdığı taht-ı revan’lı efendi müsveddeleri… Öküzlerin çektiği kağnı benzeri arabalar üzerinde hayvan postundan yapılmış Moğol çadırları, Kızılderili’lerin iki sırıklı tek beygirli çek çekleri, Eskimolar’ ın kızakları…Sonra ilk okula gidip gelirken bindiğim daha doğrusu yarışıp durduğum arabacı Bekir efendinin faytonu… Sonra bebek arabaları ve bu günkü modern teknoloji ve estetik harikaları…
Bu “ yürürev “ evriminde, toplulukların yaşadıkları iklim ve tarihi olayların etkisiyle zorunlu coğrafya değişimleri mi, etkendi acaba…Kimbilir?...
Kafamdan bunlar geçerken beklemediğim kadar içerlere girmeye ve dağlara sarmaya başladık.
Beşten,dörde ve çabucak üç…Mazot pompasına verdiğimiz bir parçacık avans işe yarıyor. Yan aynadan baktığımda eksoz dumanı tam siyah ve dolayısıyla attığında çiğ mazot da var ama, 3.viteste ve bu yokuşta 50 klm yle tırmanmak benim nazlı fiat ducato’m için fena sayılmaz.
Zaten oldum olası doğayı severim bir de meslek çiftçilik olunca bir başka bakıyorum manzaraya…Tarlaların boyutunu,düzenini,sürülmemiş tarlalardaki saplardan,yani anızdan geçen sezon ne ekilmiş olduğunu,yaklaşık ne kadar hasat elde edildiğini gözlemlemeğe çalışıyorum.Bizden farklı olarak ne işlem yapmışlar vs…
Böylece en son 1980 den ve yıllardan sonra Egeli kardeşim Yunanistan’a bir sonbahar zamanı “kalimera be komşu!..” dedik.

Ben severim de kimilerine ağırdır havası
Güz renkleri bürümüş sarmış her yanı.
Utangaç kızıl, hüzünlü kahverengi, solgun sarı…
Bir kızan buğdaycıklar yeşil,umuda dönük ve canlı.
 

Etiketler
Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

İyi ki gitmişsiniz, iyi ki görmüşsünüz, iyi ki gelmişsiniz sayın "hiç". Akıcı ve nükteli anlatım tarzınız hoşuma gitti. Bana 2004 yılında ilk campervan (Yüksek tavan 1996 Ford Transit- benzinli ve gazlı :smiley: sahibi olup ilk yaptığım Avrupa yolculuğumu hatırlattınız. Tek farkla, benim durumumda yağ yerine manifolddan çatlamış egzost vardı :smiley:. Igoumenitsa yolunda Ionnina'da Evangelist'in (ya da ben öyle hatırlıyorum) beş para almadan kaynak yapması sonrası Avrupa'da 14000 km yapmıştım, tabii ilk serviste orijinali ile değiştireceğime söz vererek. Tahmin ediyorum benden sonraki sahibi de hala aynı kaynaklı egzostu kullanıyordur :smiley:
Saygıyla
Oguz
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Devamini heyecanla bekliyorum. Gitmis kadar olduk. Bir cok arkadasima da gonderecegim. Kalemine saglik. Sevgiler Insel
(Su yag nereden geliyormus bana ozelden yaziver bari. :D)
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

çok güzel yazmışsınız elinize sağlık devamını merakla bekliyorum birde şu yağ meselesini çözsek kafama takıldı şimdi
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sayın hiç,

Sizin yaşadıklarınızın hemen hemen aynısını ya da benzerlerini, kimbilir kimler de yaşadılar ama yazıya dökemediler; döktüler de belki fakat sizin gibi dökemediler... Sahi, kitap/kitaplarınız da var mı; olmalı da?...

Benim ve belki de birçoğumuzun duygularına tercüman oldunuz. Yazınızın birçok noktasında kendimi gördüm. İnanın, özellikle "mürekkep yalamış" kesim, yazınızda kendisini buldu. ( T 3 deneyiminiz, biraz gülümsememize neden oldu. Çünkü, biz de L 300 ile benzer bir uygulama gerçekleştirdik. Bir farkla, biz, iki kişiyiz. Kuşkusuz, tatmin etmekten uzak ama idare eder...)

Daha önce okuduğumu anımsıyorum, sanırım İtalya'ya da geçtiniz. Bu demektir ki yazınızın devamı gelecek. Sabırsızlıkla bekliyoruz. Teşekkürler...

Cavid Sezen
 



Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sevgili HİÇ. yazını 2 sigara ve 2 çay eşliğinde keyifle okurken yeni kalkmışlığın mahmurluğunu gülümsemeler ile attım üzerimden.Benim gülümsemelerim İPSALA kapıda yaşadıklarını yüzlerce yaşamadan dolayı idi.TIR cılığımın son 2 yılını devamlı Yunanistana çalışmakla geçirerek perdeyi kapattım ve emkli oldum.Bana o günleri anımsattın.Yazındaki akıcılık,nükteler ve kullandığımız türkçe ile anlatım sıkılmadan (bitmiş çayımı bile doldurmaya kalkmada zorlandım) bir solukta okumama neden oldu.Ellerine ve gönlüne sağlık.Bu arada sağlık ve mutluluk ile yeni yılda herşeyin gönlünce olmasını dilerim.Bende bir fotoğraf koydum belki sana oraları hatırlatırda sende gülümsersin.Sevgi ve saygılarımla.

ipsala.jpg
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sayın HİÇ

Yazınızı aralıksız okutma tadında yazmışsınız, bu tip gezileri yapanlara eskileri anımsatmış, yapamayanların isteğini katlamışsınız.
Klavyenize sağlık.
Yağ sorunu ve gezinizin devamı merakla beklenmekte.

Sevgi ve Dostlukla,
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Çok güzel yazmışsınız. Şöyle bir bakayım derken aldınız götürdünüz, bize de oraları dolaştırdınız, karavanınıza misafir ettiniz. Çok teşekkürler yazınızın devamını bekliyoruz.

Selamlar
Ferhat
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sevgili dostlar;ilginize ve cesaret verici sözlerinize sonsuz teşekkürler...Tekrar en kısa sürede yazıp göndermeye çalışacağım ama şu sıralar biraz zaman fakiriyim. Bu arada oğlım sayesinde nihayet bazı fotoları da eklemeyi başardım. Şu teknoloji müthiş de kullanabilene...Sevgiler.
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Her karavancının hayalindedir Avrupa'ya seyahat, biz iki yıl önce Fransa'ya kadar gidip gelmeyi planlamış, feribot biletlarini bile aldıktan sonra hesapta olmayan gelişmeler nedeniyle vaz geçmiştik. Ama bir gün benim yapacağım gezi yazımı okuyor olacağız, vaz geçmek yok hayallerden...
Tatlı anlatımınız, ve paylaşımlarınız için teşekkürler.
 



Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sevgili Hiç ve eşi :smiley:), pazar günü kahve keyfimi ikiye katladınız. İnsanın sizinle o karavanda olası geliyor. Neden iki oda bir salon değil? Akıcı üslubun da cabası. Gezilerinizin ve yazılarınızın devamını diliyorum. NB
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sayın hiç karavan dünyasına 10 gündür yalnızca formu okumakla
yetinmiştim ama bu seyahat la ilgili paylasımınızdan sonra bu ates daha
korlu yanmaya basladı içimde ;)
Umarım en kısa zamanda arnıza katılır amılarımı paylasırım sevgiler :smiley:
 

Ynt: GİTTİM GÖRDÜM GELDİM...

Değişik güzel manzaralar ve renkler yol boyu beni heyecanladırıyor...







Yolumuz Yunanistan’ı,Türkiye’ye bağlıyan E 90 nolu otoyolun hemen kenarından devam ediyor.

E 90 nın kah üstünden kah altından bir sağına, bir soluna geçiyoruz.Takip ettiğimiz karayoluna birkaç km mesafedeki köyleri de hatırları kalmasın diye şöyle bir yokluyoruz. Gidiş yönümüzdeki ilk tabeladan sapıp köylerin merkezinden geçip yine yolumuza çıkıyoruz.

Maksat ülke görmek ve tanımak olduğuna göre…
Ana yollar üzerindeki tabelalar ilk önce yunan alfabesiyle yaklaşık bir yüz metre sonra da latin alfabesiyle belirtilmiş. Sıkıntı yok.

Ara sıra kahve molası verip gördüklerimiz hakkında sohbet ediyoruz


...ve ülkemizle karşılaştırıyoruz.




URL=http://img50.imageshack.us/my.php?image=pb290041dv5.jpg]
pb290041dv5.th.jpg
[/URL]

Türkiye’den çıkıp Yunanistan’da geride bıraktığımız ilk kilometrelerdeki izlenimim şöyle.
Bu bölge daha çok tarım ağırlıklı.


Tarlalar çok büyük değil.
Tarım yapılış şeklini, çiftlikleri ve ağılları ve sağda solda tarla süren, biraz geç kalınmış da olsa buğday eken traktörleri ve arkalarındaki ekipmanları gördüğüm kadarıyla, bizim Trakya, Söke ve Akdeniz’in bazı bölgelerinden ya daha geri ya kafa kafaya ama orta ve doğu Anadolu ve Karadeniz’den ilerde.
Köylerin ve köy irisi yerleşim yerlerinin, evlerin diğer yapıların ve yerleşim düzeninin yine bizim nispeten gelişmiş bölgelerimizde ki köylerden pek bir farkı yok gibi.Galiba koyundan daha çok keçi besliyorlar.
Bir de, bir kere kiliselerin sayısı kesinlikle merkezi Avrupa’dan çok daha az ve de bu bölgede kiliseden çok cami var.

Yani…Yola devam hamdolsun!
Derken derken bizim zillinin sesi hafiften duyulmaya başladı. Eee çan sesine dönüşüp kulakları tırmalamaması için konuya parmak basmak gerek.
Haritayı yola çıkmadan önce incelerken aklımda tutmaya çalıştığım,denizle gölün birleştiği ve adı da şimdi yanlış hatırlamıyorsam Lagos olan bir yer vardı.
Ve öğlen yemeğimizi orda yemeye karar verdik fakat ne zamandan beri kendini unutturmuş olan dinamo kayışı öyle bir cayırtı koparıyor ki…Yandım Allah…Ve sonra tıp…
” Galiba kayış koptu…” deyip, lâhavle niyetine Sedef’in suratına bakıyorum, o da bana “ bu ne yaa?..” diye soruyor. Cevabım… “ Hani tavuk gıdaklamıştı ya,şimdi de boğazladılar galiba…”
Bizim nazlı fiat-ducatoyu acele sağa çekip kaputu açıyorum.
Kayış yerinde,sağlam ama sanki biraz gevşek gibi… mi, ama değil yahu. Üstelik İstanbul’da iki kez tekrar gerdirdiğim için biliyorum ki daha fazla germe payı yok. Eski kayış,yedek kayışım durumunda alesta fakat bu dinamoyu öyle bir yere yerleştirmişler ki, o mühendisin anasına rahmet okuyorum. Acaba kayışı değiştiren usta büyük kayış mı taktı,onu da sormak hiç aklıma gelmedi ki…Eğer öyleyse pes be birader.
Zaten karnım da acıkmış anasını satiiim… Hele bir zilliyi susturalım!
Yola devam…
İnşaallah…
Neyse, nerde tırak orda bırak edasıyla gaza yükleniyorum ve öğlen molası için karar verdiğimiz yere varıyoruz.Geldiğimiz kadar kayış gene saklandı bir yerlere.Cırt yok.

Burası çok şirin ve minnacık bir balıkçı köyü.

Gölle deniz birleşmiş gibi. Sedef bir şeyler hazırlarken ben yine kaputu açıyorum, kayışı yokluyorum, acaba değiştirmeyi denesem mi diyorum fakat gözüm yemiyor doğrusu. Çok uğraşırım…Bakalım… Gittiği yere kadar, bu arada motorun yağını da tekrar kontrol ediyorum filan…
Hava kapalı ve ılık, şöyle etrafıma bakınırken Sedef içerden neşeyle sesleniyor.

“ Yemek hazır kocacığııımm…”
O her şeyi unuttu bile. Bir adaletsizlik var bu işte.
Oğlumun kendi elleriyle hazırladığı lakerdaya gömülüyoruz. Yanında soğan da var tabii.
Bi tekçik atsam mı acaba !?... Ulan bu şeytan yok mu!?
Yok vallahi masumum, bir şey yapmadım.

Yemekten sonra kahvelerimizi yudumlayıp, ciğerlerimizi dumanlayıp, deniz kıyısında da hafif bir rehavet atma yürüyüşü yapıp Kavala’ya doğru yola revan oluyoruz.
Kayıştan ilk kalkışta bir ciiik geldi o kadar.
Elimden geldiği kadar E 90 nı kullanmamaya çalışıyorum ama bir yerde mecburen içine düştük ve karşımıza ödeme levhası çıkıverdi.
Kaç para ödeyeceğimizi ve hangi gişeye yaklaşacağımızı çözmeye çalışırken Sedef’de bozuklukları sayma telaşına girdi.Tabelada çeşitli resimlerle belirtmeye çalışmışlar ama bizim yürürevin boyutu, bir birine çok benzer iki resim arasında bir yerde.Birinde 2 avro yazıyor,birinde 4.60… Biz hangisiyiz birader?..
Bu sırada gişedeki kız düğmeye basıyor ve ekranda boyumuzun ölçüsünü görüyoruz.
4.60…
Avro yani…
Yol alabildiğine uzayıp gidiyor.

Karı koca bu parayı geçtiğimiz otoyol için mi yoksa Kavala’ya kadar olan otoyol için mi aldıklarını çözmeye çalışıyoruz.
Zira sürekli diğer karayolunu kullandığımız için çok çok on,onbeş klm önce, o da, “…yol bitti komutanım…” durumuyla karşı karşıya kalarak ve üstelik bir de 7-8 km lik geri dönüş yaparak mecburen otoyola çıkmıştık. Dolayısıyla ancak önümüzdeki otoyol için bu kadar para alabilirler idi…İdi ama…Kazın ayağı öyle değilmiş…
Daha sonra Kavala’ya varana kadar tekrar para ödemek durumunda kaldık. Ve Yunanistan’da otoyolu kullanmak zorunda kaldığımız müddetçe farklı 4.60 ve 2 avrolar ödedik ve açık söyleyeyim ki sistemlerini kavrayamadım. Hangi parayı geçmişe hangi parayı geleceğe ödediğimizi bilmiyorum.
Yalnız otoyolun kalitesine diyecek yok. AB’nin yardım avroları burada kendini gösteriyor.Pırıl pırıl bir asfalt. Rüzgar da yok, gaz pedalına tuğla koymadan rahat 100-110 km arası gidiyorum.
Özeti şu…İstanbul-Ankara arası kaliteyi ve fiyatı düşündüğümde, Yunanistan’da otoyol kaliteli ama pahalı.
Ne demeli,ucuz etin yahnisi yavan olur,kuş gönü pastırma da cüzdanı oyar…
Kavala ayrımına gelip pahalı E 90 ı geride bırakıyoruz. Henüz akşam üstü ve sağa sola bakına bakına, tıngır mıngır Kavala’ya giriş yapıyoruz.
Benim gözüm fıldır fıldır Fiat servisi arıyor. Artık bu saatten sonra yaptıracak bir şey yok ama, yarın öğleye kadar halledebiliriz ümidindeyim hatta bir günü de burada geçirsek kayıp sayılmaz.
Derken şehre tam girerken pat diye koca FİAT yazısını görüyorum ve hemen önüne yanaşıyorum.
Hem satış noktası hem servis olan düzgün bir yer. İçeri dalıp beni karşılayan arkadaşı yanıma katıp doğru motorun başına götürüyorum.
Sevimli,nazik cana yakın gençten bir arkadaş. Onun İngilizce’si de benim gibi el kol işaretleri olunca …vites baks, aks, orlink, oyl… filan… çok rahat anlaşıyoruz.
Anlaştığımız da şu…
Tumaro morning ben var kaming…
Olsun içim rahat.
Buraya kadar geldik. Bu biiirrr…Servis adam gibi. Bu ikiii…Çok kalmak gerekse de Kavala bir şehir, karıcığım fazla sıkılmaz. Bu üççç…Parça icap etse de getirtirler.Bu dööört.
Daha bir keyiflenip, hava da kör kandil kararmadan hem şehri şöyle bir turlayalım hem geceyi geçirecek uygun bir yer bulalım diye direksiyona geçiyorum.
Biz Kavala’ya girerken deniz sol tarafımızda, yerleşimin ilerlediği dağlık bölge sağımızdaydı. Şehir birkaç büyük koyun çevresine yerleşmiş ki yanılmıyorsam dört koy, sonra da sığmamış bizim boğazın sırtları misali tepelere doğru tırmanmış.



Bu arada hanımın “fayf o klok tii…” zamanı olduğu için, koy içinde küçük bir koyun kenarında çay molası verdikten sonra şehri ta tepelere kadar turladık.
Çok inişli çıkışlı ve iç kısımları biraz karışık bir şehir. Tepelerde aynı bizim boğaz sırtları gibi lüks villalar ve gece değil ama gündüz kondular komşuculuk oynuyor.
Hareketli,canlı,kıpır kıpır küçük bir şehir.
Sokakları, caddeleri turlarken kafamdan şu soru geçiyor.
Burası gerçekten bir şehir mi? Bir yandan bakınırken,bir yandan şunları düşünüyorum.
Ben aslında nüfus yoğunluğuyla,binalarıyla,yollarıyla,idari yapısıyla şehir kabul edilen her şehri, pek şehirden kabul etmiyorum.
Yani şehir de, şehirli olmalı. Mesela benim için Türkiye’mde yalnızca iki tane şehir vardır.
Şehirli şehir.
Beni ben yapan vazgeçilmezim İstanbul ve kaçamakların sevgilisi İzmir…
Şimdilerde turizm sayesinde biraz biraz Antalya,Alanya,nihayet biraz Bursa… Ankara’da ise benim için sadece ve sadece Anıtkabir var. Zaten onun dışında da ruhumu açan hiçbir şey yok.
Şehir ve şehirlilik bir kültür meselesi. İyi de kültür dediğin ne peki?
İçselleştirilmiş yaşam tarzı, yaşamsal alışkanlıklar toplamı.
Kültürler de değişir…Eh evet değişir… De?..
Yoksa kültürde değişim denen şey ancak eklemlenebilirlik ve derinleşebilirlik mi ? Ve zaten bu yalnızca tanım olarak sınırlı bir değişim midir yoksa kültürün ta kendisi midir?..
Sorular ve sorular…Soruların içindedir belki cevaplar…
Bir şehirde sosyal yaşamın içinde kadınlar, ille de kadınlar ve muhakkak kadınlar, Nazım Hikmet’in mısrasıyla “ soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlar…” varlıklarıyla, zarafetleriyle,estetikleriyle yaşamıyor ve yaşatmıyorlarsa, orası şehir olamaz.
Büyük bir yerleşim biriminde toplam hayatın anası, hadi geçtik diğer bir yarısı yokken, kültür olur mu? Olur tabii…Olur da, olursa nasıl olur?
Elinin körü olur!.. Pos bıyıklı, ter kokulu, küfür kıyamet, kavgalı, ecüş bücüş olur.
Velhasıl-ı kelâââm…Bok gibi olur arkadaş!
Oh be! Nokta yahu!..
Sonuç.
Kadın yoksa şehir de yok birader. Şehirli de yok! Olamaz!
Kimilerine göre oluyorsa da istemezüüüüüüüüük !..
Kimse de beni tersine ikna edemez!
Belli ki Kavala çok zengin bir şehir değil,öyle müthiş alışveriş merkezleri yok,çok geniş caddeleri, bir kalesinden başka dünyaca bilenen anıtları yok, ünlü mağazaları yok, devasa köprüleri yok vs. vs.
Ama kadınları var…Ortada…Yaşıyorlar ve o küçük şehri yaşatıyorlar.
Kafamda bu düşünceler içinde bir trafik lambasında beklerken yaşadığımız bir olayla nerede olduğumun farkına vardım. Kırmızı söndü, yeşile döndü, debriyaj, birinci vites, tam hareketleneceğim, trafik polisi dur dedi.
“Eyvah,yahu Sedef farkında olmadan bir şey mi yaptık?…”
Cevap vermesine kalmadı sağ taraftaki caddeden yaklaşık 200 kişilik bir grup pankartlarla, flamalarla ve bağıra, çağıra önümüzden geçtiler. Dertleri neydi bilmiyorum ama bana iyi geldi doğrusu.
Oh be…Ödüm koptu vallahi. Hoş Yunanistan’da da kırmızı ışıkta durmak hariç kimsenin kural mural taktığı yok zaten. Bir de şehirler arası yollarda bizim banket çizgisi dediğimiz devamlı çizgiyi apış aralarına alıp öyle gidiyorlar.Gerçi ben bu uygulamayı 1980 yılında ki yolculuğumdan da hatırlıyorum ama o zaman yollar gerçekten çok dar ve kötüydü, şimdi ise olumlu anlamda çok farklı, üstelik otoyolda bile aynı şeyi yapıyorlar.
Bir tuhaf yani…
Neyse zaten akşamı da ettik.
Şimdi demlenme vakti…
Ertesi sabaha kolaylık olsun diye geri dönüş yaparak fiat servise yakın uygun bir yer ararken balıkçı limanı gibi, lokantaların da bulunduğu küçük bir koydan geçiyorduk ki o sırada karşı kaldırıma servis yapan bir garson plakayı fark edip el salladı ve arkamızdan seslendi. “Ojgeldiniz…ojgeldiniz…” Ben de karşılık olarak dörtlüleri yaktım ve de hafif bir dat dat…
Az ilerde kendimize geceleyecek uygun bir yer bulduk.Yemek masasından denizi ve koyun karşı kıyısına denk düşen ışıklandırılmış kaleyi görebilecek şekilde genişçe bir meydana, sokak lambasının ışığı masanın üstüne vuracak gibi kontağı kapattım.
Bu günlük bu kadar. Paydos…

Hanım mutfağa geçti ben de gecenin ilk kadehlerini hazırlayıp televizyon ve uydu anteninin kumandalarını elime alıp koltuğa kuruldum. Neta uydu anten bııızzzt diye Türksatı buldu,vıj vıj vıj diye netlik ayarını yaptı ve ekranda kanal D filan çıkınca bizim hanım havalara uçtu.

Dizileri varmış da…Aman bu iş çok hoşuna gitmiş de…
Ntv, cnn türk, haber türk, vs. ve diğerleri ve elbette lig tv, ki unuturum diye bütün hazırlıklardan önce kartımı cihaza takmıştım. İstanbul’da ne varsa hepsi var işte.
NTV haberleri seçtim

Şimdi televizyon nöbeti hanımda...
Arkadaş bu ne keyif yahu…Bu ne keyif be…
Yahu bu ne keyiftir …İlk kadeh bitti bile.
Dem olanda gönül aşk düşe ademe
Hele nice gamdır adem döne erene.
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sayın hiç,

Bal damlayan kaleminiz, yazmaya devam etsin; gerisini de bekliyoruz...

"Sofular haram demişler
Bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne"

Cavid Sezen
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

"Hiç" in yazılarını biraz gecikmeli de olsa zevkle okuduğumu,akıcılığını beğendiğimi belirtmeliyim. Özellikle endişe ve beğenilerini samimiyetle dile getirişindeki tevazu güzel. "Kadınlar" ın kentsel yaşamdaki işlevselliği ile ilgili yorumu ilginç ve çok yerinde bir saptama olarak dikkatimi çekti .
Yunanistan'a yıllardır gidip gelen bir karavancı olarak geziyi izlemem zor olmadı. Emniyet şeridini de kullanma alışkanlıklarının otoyollar yapılmadan önceki yıllardan kalan akılcı bir uygulama olduğunu düşünüyorum. Hatta böylelikle gidişten dönüşten birer şerit kazanarak ülkelerine ne denli yararlı olduklarını da tatışmıştık eşimle bir zamanlar. "Hiç"in gezi anıları ile foruma değişik bir renk getirdiğine inanıyorum.
Sevgilerimle,

RÜZGAR
 



Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Dün akşam fazla mı kaçırmışım ne, Kavala’da sabah olmuş bile.
Hızla kahvaltımızı yapıp saat 9.30 gibi Fiat servise kapağı atıyoruz. Dün akşam görüştüğümüz cana yakın arkadaş aşağıya servise telefon edip durumu bildiriyor ve beni hemen yandaki inişten bakım bölümüne gönderiyor. Bu arada giriş yaparken park alanında gıcır bir iveconun üzerinde pırıl bir hymer daha görüyorum. Ağzımın suyu akıyor tabii ama benim nazlı ducatomu küstürmemek için direksiyonu okşayarak “ sen bakma bana canım, kabahat sende değil, doyumsuz insan oğlu…” diyorum.
Neme lazım…Huysuzluk muysuzluk eder,başımıza büsbütün iş çıkartır bakarsın.
Aşağıda derdimi bir kez daha anlatıyorum. Bakıyorum serviste bizim yürürevi kaldıracak tek bir iri kıyım lift var ve de onun üzerinde bir başka iveco van var,üstelik havada.
Neyse bizimkini yan tarafta başka bir kapalı alana alıp kriko, takoz derken alt muhafazayı sökmeye başlıyorlar.
Ben başında duruyorum, Sedef’de ortalıkta dolanıyor ne yapayım gibilerden, fakat gece Kavala’da hava değişmiş çok rüzgar var ve soğuk. Tam o sırada servis yetkilisi gelip asma kattaki camlı bölümün sıcak olduğunu ve çay kahve içebileceğimizi tarzanca anlatıyor.
Tertemiz ve gayet güzel düzenlenmiş estetik bir bekleme salonu. Birer kahve alıp dergileri karıştırıyoruz fakat aklım aşağıda. Camlı bölümden aşağıya bakarken usta da “mister…” diye seslenip eliyle gel işareti yapıyor.
Bir heyecan aşağıya fırlayıp yanına koşuyorum ve takozdaki yürürevimizin altına birlikte yatıyoruz.
Bana tek tek değiştirtmiş olduğum keçeleri gösteriyor ve “ no problem..” diyor.
No problem, no problem…
“ Eee okey de bat vat problem be mastır?..” diyorum. “ Maç oyl…maç oyl..” diyor.
Anlamıyorum ki…Anlamıyorum…Veya konduramıyorum.
“ Veri maç oyl…” diyor ve bende de jeton köşeli olma inadını bırakıp tring ediyor.
Hani keçeleri değiştirtmiştim ya. Ustam da yağ eksilmiştir diye tamamlamıştı…ya..
Birazcık fazla kaçırıvermiş, şanzıman da bu bana böö getirdi arkadaş diye fazlasını atmaya uğraşırmış.
Adamcağız yağ seviyesini normale indirene kadar yaklaşık 1,5 litre yağı bir kaba boşalttı…Eh bir de bizim ta sınırdan beri akıtıp durduklarımız da var.
Ah ben kafamı nerelere vurayım bilmem ki… Ah ben derdimi kimlere anlatayım bilmem ki..
Tabii bir yandan da sevinçten uçuyorum ama yine de emin olmak için üsteliyorum.
“ Ar yu şur be mastır…” Adamdan “ yes vallaa..” diye bir cevap bekliyorum ama o sadece “yes..” demekle yetiniyor.
Oh iyi bari sıyırdık. Derken beni yine aşağıya bu kez sağ tekerin aks bilyasının oraya çekiyor ve bilyayı saran körüğü gösteriyor. Kelepçesi düşmüş ve içinde yağ kalmamış. Gres yağını dolduracağını ve yeni kelepçe takacağını ve körüğün sağlam olduğunu işaretlerle anlatıyor. “ Okey…tenkyu…” deyip tam kalkacakken tekrar koluma yapışıyor ve bu sefer de, zaten içi boşalmış olan ve biraz daha yol yapsın diye çıkarttığım ön susturucu yerine taktırdığım düz borunun kaynağını gösteriyor.
Kaynak…” gitti gidiyor com…” vallahi.
Yahu daha bir hafta olmadı o işi de Bostancı sanayinde, hadi ismini vermeyeyim çok bilen bir eksozcuda yaptırtmıştım.
Hani bazen, nutkum tutuldu denir ya…İşte öyle.
Altta ustayla birlikte yatar vaziyette, elimi o kaynak yerine uzatıp “ mastır, yu hev nat oksijen pısss pısss?…” diyorum. “ Nating…” diyor. Haydaaa…
Neyse, yine de mutlu bir şekilde doğrulup hanımın yanına gidip müjdeyi veriyorum ama eksozdan bahsedince “ ayyy bitmiyoo bee…” diye isyan ediyor.
“ Şişşt şişşt sakin ol, sinirlerine hakim ol karıcığım…Merak etme her şeyden keyif alacağız. Bunlar önemsiz şeyler,dert etmeye değmez ve bize güzel bir anı olarak kalacak…” diye yumuşatıyorum.
Ve hemen kafamdan bir program yapıyorum.
Saat henüz 11.30. Burası nihayet küçük bir yer ve sahil kesimi şehir olarak kolay. Bir eksozcu buluruz, o işini yaparken biz sahilde bir bira mira içeriz ve hallederiz diye düşünüyorum. Hesabı ödemek için aşağıya iniyorum, daha ağzımı açmadan servis şefi orda bulunan bir beyle, beni bildik bir eksozcuya göndereceğini söylüyor.
Ne derler…Körün istediği bir göz…
“ Tenk yu veri maç…May total adışın hav maç?..”
Yazıyla 60 euro…
Kafadan bir hesap böyle bir serviste, kriko, takoz, muhafaza sök, muhafaza tak, yağ boşalt, gres tamamla, kelepçe tak, işçilik yaklaşık bir saat…Eh diyorum…
Ve o bey audisine atlıyor biz de peşinden takiple eksozcuya varıyoruz.
Bey yunanca belli ki tanış olduğu eksozcuya derdimizi anlatıyor ve bay bay deyip gidiveriyor. Ona da tenkyu deyip el sallarken eksozcu, “İstanbul?…” diyor.
Ve kırık Türkçe’yle devam ediyor. “ Benim büyük dede Bafra…Ani Karadeniz’de var Bafra... Haaa öyle miii?..Adın ne usta?.. Niko…Niko…Peki Niko usta bak bakalım şu bizim eksoza…” Tulum zaten üzerinde hemen altına yatıveriyor…” Oooo bu çürük, bu da çürük, bu da çürük… yatasin kendin göresin… yalan yok…” diyor.
Eksozun durumunun ben de farkındayım aslında ama idare de eder.
“Episi var benda…orijinal…orijinal…kalın sac…kalın boru…” Niko beni gözüne kestirdi kurtuluş yok.
O kalın kalın dedikçe ben de ince ince gülüyorum.
Yukardan aşağı bir süzüyorum karşımdaki insanı. Öyle sempatik, öyle sıcak ki… ” Peki hepsini değiştirebilecek misin ve kaç öro?...”
“ Bakasağiz…hesab edeseğiz…süleseğiz…Karar senin…piliorim yoldasin, sana lasim simdi sok bara…Bakasağiz be…”
Dükkanın içine beraber giriyoruz, eksoz kataloğunu çıkartıyor,tek tek 92 model ducato dizel susturucuları ve ara boruyu hesaplıyor. Ben de bu arada dükkanı inceliyorum.
Hani ustaların dükkanından belli olur ne olduğu. Yani hangi konuda usta olduğu.
Ben dükkana bakınırken o yanıma geliyor. “ Ben pilmior bu rakam nasi denir…” 220 yazmış. “ Yapma be Niko usta, çok para…”
“ Eeee piliorim sok para,ammaa napalim büle iste…Bakasin…eee nasi dersinis…ha faktura faktura…bakasin…em ben sok istemedim bee…ema karar senin…adi ossun…” kalemle 20 nin üstünü çiziyor.
Kafamda bir hesap,1 avro 2 YTL,200 çarpı 2 yapar 400 YTL.
“Tamam be…Ne kadar zamanda yaparsın?...”
“ Eee emen emen iki saat…er tarafi değistireseğim…conta koyasağim…bu lastikler filan…ep değisecek…”
Dükkan küçük, adam küçük ama,her halinden cevvallik ve samimiyet akıyor.
Yürürevimizi ona emanet edip hemen çok yakın olan sahile doğru yürüyoruz ki, aaa bir bakıyoruz dün dolanırken bize el sallayan garsonun lokantasının önündeyiz.
Nerden de bizi tanıdı hemen, ojgeldiniz diye elimize yapıştı. Zaten yan yana birkaç lokanta vardı biz de buraya dalıverdik.
Adı İrfan mış. Çok da güzel Türkçe konuşuyor. Kendisini bize “ben Yunan Türk’üyüm..” diye tanıttı.
Bu öğlen yemeğimizi ona emanet ettik. Tek porsiyon ahtapot, kalamar, mezgit, patates kızartması, şu meşhur grik salad, birer şişe bira, birer duble uzo ve grik kafe…Toplam 38 avro.
Oh canımıza değsin. İyi ki eksozu değiştirmeye karar vermişim. Küçücük bir balıkçı limanı, küçük bir dalgakıranın ardına sığınmış bir sürü tekne kıpır kıpır. Bizden sonra da lokanta bir doldu mu. İnsanlar cıvıl cıvıl.
Kah kah kah,kih kih kih…
İyi de kalkacak halimiz kalmadı, bir rehavet çöktü ki…Çok da yemişiz.
Çaresiz Yunan Türk’ü İrfan kardeşin elini sıkıp,teşekkür edip eksozcu Niko’ya yollandık. Niko daha uzaktan seslendi.
“ Alesta be…alesta be…Oooo ne güüüsel olmiisinis…ne güsel olmiisiniss…”
Hay gözünü sevdiğim insanlığı, hay nuruna yandığım Akdeniz’in güneşi, hay dalgasına kurban Ege’nin kardeşliği…
Niko neredeyse ağlatacak beni ! Kahrolayım ağlatacak !
Böyle de sıcak olunmaz ki
Ağlamadım amma elini bir dost sıktım ki. Anladı o.
Zor attım kendimi direksiyona daha marşa basarken döküldüm. Onca yıl…Onca acı…Karşılıklı..
Ve hala dünyanın dört bir köşesinde…
BE HEY İNSANOĞLU ! BE HEYYY !
İsyanın ne faydası var ki…İnsan bu.
Bu işte.
İnsan.
Tuzlayayım da kokmayasın.
Böyle geçti Kavala, ver elini Drama…


Yollar,yollar ve yollar...





Kuzeye doğru ve geceye doğru bir yolculuktu.

 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,741
Mesajlar
1,523,013
Kayıtlı Üye Sayımız
166,558
Kaydolan Son Üyemiz
yldrmsvs58

SON KONULAR



Geri
Üst