Gittim Gördüm Geldim...

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan hiç Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 79
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 51,838
Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Kavala’da eksozcu Niko’dan ayrıldıktan sonra şehri bir kez daha sahilden sindire sindire kat ederek bir yandan da ne tarafa gidelim diye sohbet ederek yol alıyoruz.
Kavala’nın dışına çıkarken daha önce aldığımız bilgiyi de onaylayan denize sıfır güzel bir kamping olduğunu gördük. Şöyle bir kapısının önünden turladık ki in cin top oynuyor.
Ya sahilden Selanik yönüne hareketleneceğiz ya da iyice kıyı kıyı, koy koy yöneleceğiz derken Sedef, hadi Drama köprüsünü görelim dedi.
Emrin olur karıcığım…Hemen sağa çekip harita üzerinden bir yol analizi yapıp ve mesafeyi kestirdikten sonra Drama’ya doğru gaza bastık.
Şu programsızlığa bayılıyorum.
Aslında iş yaşamım içinde disiplinli ve düzenli bir insan olmama rağmen kendime ayırdığım zamanda programdan bu kadar nefret etmeme kendim bile şaşarım. Savunmam babamın bir lafının arkasında saklıdır.
“Evlat…” derdi…” Adem oğlunun eşref vakti vardır,eşşek vakti vardır. Semeri sırtına ne zaman vuracağına sen karar ver…” Eh ne derler, “armut ağacının dibine düşer…”
Öyle ya…Ruh hali bu. Canın ister,canın istemez. Zaten çok şükür ki hemen bütün hayatımı özgürce ve doğa içinde yaşadım. İstanbul’da çocukluğumdaki bağlarda “kovboyculuk” bahçelerde daldan dala “Tarzancılık” oynadım, bir de tabii top peşinde koşup durdum gençliğim boyunca. Kalamış,Dalyan,Göztepe ve daha nice taşlı topraklı sahalarda ne kıran kırana ne mahalle maçları…Küçükbakkalköy vahşi bir deplasmandı yahu.
Ah ki ah o günlere ve vallahi yazık bu günkü gençliğe!.. Tabii bu benim fikrim onlar memnundur zahir. Zaten bilmiyorlar ki,insan bilmediği şey için de üzülemez.
Neyse…
Bugün Kavala’da hava zaten bayağı soğuktu ve Drama’ ya doğru ilerledikçe hem karaya, iç kısma girmeye, hem de daha bir yükseklere tırmanmaya başladık.
Yer yer yağmur.
Sedef üşüdüm diyor, kalorifer düğmeleriyle oynuyorum ama nafile çünkü motorda hararet yükselmiyor. Yükselmez tabii,termostat yok ki.
Hemen sağa çekip bir naylon torbayı köşelerinden delip, ön ızgarayla radyatörün arasına geçirip, kablolarla ızgaranın çubuklarına tutturuveriyorum.
Hoop düz yolda 85-90 arası, yokuş yukarı 95 gibi ama yokuş aşağı gene 40 derece filan. Bütün yolculuk boyunca böyle idare ettik fazla sıkıntı olmadı.
İçerilere girdikçe daha bir kırsallık, coğrafyada da, yapılarda da, taşıtlarda da, insanlarda da kendini gösteriyor haliyle.
Yollar gene düzgün sayılır bize göre fakat çizgiler aşağıda, kıyıdaki gibi değil. Kayıp. Bu ahval ve gidişat Drama konusunda köy irisi bir kasaba beklentisi oluşturuyor ikimizde de. Aslında yolculuklarda hava karardıktan sonra ilerlemeyi hiç sevmem, zira bir şey görmüyor insan ancak bu akşam ister istemez biraz daha yol alacağız.
Hava erken kararıyor zaten, üstelik yağışlı ve de en önemlisi hızımız ortalama
60 km yi geçmiyor. Çünkü genellikle hafiften hep tırmanıyoruz ve yol virajlı.
Neyse Drama gözüktü, Drama yaklaştı ve geldiiik…
Hemen ufak bir tur yapmaya çalışıyoruz. Merkez eski yerleşim ve çevresi her yerde olduğu gibi. Orada yollar dar, zar zor park edecek bir yer bulup ve sıkıca giyinip yürümeye başlıyoruz.





Beklenmeyecek kadar otomobil var ve beklenmeyecek kadar kalabalık ve hareketli. Hele küçük de olsa bir caddesi var ki, son derece şık cafe-restaurant tarzında mekanlarla donanmış. Biraz daha dolaşınca havanın birden değiştiği bir bölgeye geliyoruz. Tam bizdeki sevimsiz bir kötü bir kasaba görüntüsü.
Drama, yokuşu, rüzgarı bol, soğuğu yerinde, yolları dar, sıkışık küçük bir taşra şehri. Çünkü yine kadınlar ortalıkta cirit atıyor.
Görmeye değer mi? Elzem değil. Kayıp mı? Olabilir. Zira atalardan bir ruh var.



Peki ya şu meşhur; hani Hasan’a “ dur geçilmez dardır!..” denen köprü ?
Aradık aradık aradık; bir şey bulduk ama ne?





Soğuktan ve rüzgardan fazla dolaşamıyoruz, kuzeye doğru ilerliyoruz, bir
iki kilometre gitmeden karşımıza Bulgaristan tabelası çıkıyor. Blok yerleşim yerlerinden birinin büyük otoparkına girip karnımızı doyuruyor, televizyonumuzu seyrediyoruz.
Truma beş dakikada içersini ısıtıveriyor. Sedef dizilerine ben kitabımı alıp
alkovana geçiyorum. Kulaklarıma pamuk tıkamak koşuluyla, zira dizi palavralarına tahammülüm yok. Biraz okuduktan sonra Sedef'e yatarken trumayı kapatmasını tembih ediyor ve az sonra, geride bıraktığım ömrümde asla uyumadığım ancak şu yürürevime sahip olduğumdan beri uyuduğum en huzurlu uykulardan birine daha dalıyorum.
Gerçek bu.
 

Etiketler
Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Alexandroupoli,Kavala,Drama...Gidiyoooorrrr...GİTTİM GÖRDÜM GELDİM devam ediyor.
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Drama sabah daha da soğumuş…
Ama bize dert değil, zira yürür evimiz sıcacık.Radyatörün önüne naylonu tutturduğumdan beri giderken de üşümek sorununu giderdiğimize göre hep sıcak ve kurudayız demektir. Yola çıkmadan önce her sabah yaptığım gibi kendi etrafımızda şöyle bir dönüp göz gezdirirken sol arka tekerleğin simsiyah olduğunu farkettim. Lastik ve jant simsiyah. Yaklaşıp şöyle bir parmağımı sürttüm ki parmağım da siyah oldu. Allah Allah derken bizim Kavala’daki eksozcu Niko’nun eksoz çıkışını tam da tekerleğe nişanladığını gördüm. Eh 3-5 km de olsa daha hızlı gidelim diye mazot pompasına verdiğimiz avans yüzünden duman da biraz fazla siyah olunca bizim sol arka teker karalar bağlamış.
Umurumda bile değil.
Drama’yı bir de gündüz gözüyle turlayıp, ki gecesi daha çekiciymiş yola koyulduk. Hedef Selanik. Yine haritayı inceleyip ara yollardan sağa sola bakınarak ve daha çok bir tarım bölgesinde olduğumuzu anlayarak sallana sallana yol aldık. Her taraf tarla, hafif hafif hep inişteyiz şimdi. Görünürde orman filan yok. Yani çok da cazip bir manzara değil. Ama olsun yabancı bir ülkede olmanın çekiciliği var.
Uzunca bir süre durmadan yol aldıktan sonra birden önümüzde birikmiş araçlarla karşılaşıyoruz. Ne olduğunu anlamaya çalışırken yabancı plakalı olduğumuzu gören bir arkadaş otosuyla yanımıza gelip çat pat İngilizce’siyle olan biteni anlatmaya çalışıyor.



Çiftçiler ne olduğunu anlamadığım bir sorunlarından ötürü yolu traktörleriyle
kesmişler ve saat beş buçuğa kadar açmayacaklarmış.
Bir çiftçi ve benzer sorunları yıllarca yaşayan bir insan olarak, mesleki dayanışma ruhuyla gurur duydum ama ülkemdeki üreticilerin örgütsüzlüğü ve kendimce bu konudaki çabalarım aklıma gelince hem kıskandım hem hayıflandım.
Hanımın beş çayı saati olduğu için uygun bir yere çektik hem çayımızı içtik hem de bir şeyler atıştırdık. Ve tabii bu olay karşısında çayımı yudumlarken şunları düşünmeden edemedim.
“ Türkiye’de üreticinin sesi çıkmaz, örgütlenme ruhu kasıtlı olarak köreltilmiş ve o bilincin oluşmasına engel olunmuştur. Bu nedenle tarım kesiminin sorunlarını Türk halkı bilmez, bilmeyince de yok sanır.Oysa tarım kesimin dışında yaşayan insanlarımızın ana sorunlarının çözümlenmesi de büyük çapta tarım kesiminin sorunlarının azalmasına, olumlu anlamda farklılaşmasına bağlıdır.
Ekonomiden, demokrasiye, hukukun üstünlüğünden, çağdaş insan haklarına kadar …Komuta kademesindeki siyasetçi esnafının kalitesizlik ve seviyesizlik borazanını çalabilmesi, tarım kesimindeki köylü yığının yoksulluğuna ve cehaletine ve oylarına bağlı olduğu için, tarım kesimindeki olumsuzlukların faturasını toplumca öderiz…”
Bu düşüncelerle sinirimi bozmamak için; neyse…neyse…okuyup, üflediğim, içine ettiğim… neyse…diyerek karabasanı tozuttum… Ve tekrar yol açıldı, henüz dağılmamış olan çiftçilerin yanından geçerken de uzun uzun korna çalarak onları selamladım ve kutladım.
Korna sesi protesto için de kutlamak için de aynı dat dat ama onlar beni anladı.
Bastırdık ve kendimizi yine deniz kenarına attık. Bu akşamki molamız Aghios Georgios diye bir kıyı kasabası.
Vardığımız her yeri bir kere turluyoruz ve fazla yorulmadan hem görmüş oluyoruz hem de geceyi geçirebileceğimiz en uygun yeri gündüz gözüyle belirlemiş oluyoruz.
Hem katrilyon yıldızlı olsun, hem manzaralı olsun, hem merkezi olsun, hem güvenli olsun, hem şen şakrak olsun, hem sessiz olsun.
Adamı döverler valla yahu…
Yola çıkmadan önce varolan arkadaki motor taşıma eklentisini çıkarttığım için pek çok park alanını, hesaplı park etmiş araçların arasına girerek rahatlıkla kullanabiliyorum. Şu birkaç günde boyutu küçülterek bu konuda ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım doğrusu. Çünkü mesele sadece gecelemek değil. Gündüz yolculuk sırasında da bir yerleşim birimine rastlandığında yürüyüş yapıp, şöyle bir gezerek o yerin ruhunu hissetmek istiyor insan. Tabii nerede olursa olsun gündüz araç yoğunluğu daha fazla ve park yeri meselesi hep var…
Ah bir de direksiyonum hidrolik olsaydı, 55 yaşında kollarımda tekrar kas yapmaya başlamak zorunda kalmazdım.
Selanik diye yola çıkıp da gece molası verdiğimiz Aghios Georgios’da turumuzu attıktan sonra gecelemek için uygun yerimizi seçip park ettik. Bir tarafımız koca bir park, parktan sonrası deniz diğer tarafımız ise parka paralel bir yol ve biz park etmiş araçların arasındayız.
Küçük bir yürüyüşe çıkıp ufak tefek alışveriş yaptık sonra akşam yemeği, tv, kitap, sıcacık ve rahat bir uyku. Henüz trumayı gece de çalıştırma ihtiyacı hissetmedik. Yemek sırasında ve yatana kadar biraz yakıp sonra söndürüyoruz. Üşümek gibi bir sorun şimdilik yok.
Ertesi sabah aynı nakarat sabah faslı ve yola düzülüyoruz. Her şey yolunda, hiçbir sorunumuz yok Egnatia Odos isimli ve E 90 nolu otoyolda kıyı manzaralı, kaymak gibi asfalt üstünde sarsılmadan, tepişmeden keyifle seyrediyoruz.
Tek şikayetimiz zırt pırt para kesiyorlar. Ya 4.60 ya 2 avro. Pahalı bir yol burası.
Anlamadan Selanik’e geliyoruz. İzmir’in ikizi gibi.



Şurası Alsancak, burası Konak, işte birinci kordon, ikinci kordon…



Yalnız Selanik’in caddeleri daha bir geniş ve daha bir uzun ve Selanik herhalde daha büyük.



Canlı kıpır kıpır bir gerçek şehir Selanik de…






Ve mimarisi öyle ahım şahım değil ama yer yer güzel binalar var.



Öğlen yemeğimizi birinci kordonda ana cadde üzerinde park ettiğimiz yürürevimizde yiyoruz



ve sonra yavaaaş yavaş o kafe senin




bu kafe benim şehrin tadını çıkartıyoruz akşama kadar. Pazar içinde bir taverna gördük bizim çiçek pasajı misali ama yemek vakti oldukça uzak bir noktada bulunduğumuzdan tekrar oraya kadar yürümeyi gözümüz yemedi ve aklım orda kaldı.
Bir dahaki sefere…
Öyle bir yürümüşüz ki akşam erkenden sızıp kalıyoruz ikimiz de.
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...


Selanik’ten ayrılırken Atatürk’ün evini göremediğimize üzülüyoruz fakat kime, nasıl soracağımızı bilemedik.
Yola kah otoyoldan kah karayolundan devam edip Atina yönünde Katerini, Anotolikos Olympos, Larissa gibi yerleşim yerlerine şöyle bir uğrayıp Volos isimli bir kıyı kasabasına yine akşam üstü varıyoruz. Böylece kullandığımız otoyolun da numarası E 90 dan E 75 e dönmüş oluyor. Para ödemeye de alıştık ve işi gırgıra vuruyoruz.
Bu arada yeni küçük bir sorunumuz oluyor. Kullanma suyumuz bitti bitecek ve pis su tankı ve tuvalet kaseti doldu dolacak. Bir şekilde halletmek gerekiyor.
Bence kampingler en çok bu işler için gerekli.
Bu meseleyi nasıl çözeriz diye bakınırken uygun bir benzin istasyonunda hem tuvaleti, hem pis suyu boşaltıyor hem de suyumuzu tazeliyoruz. Tuvaletin benzin istasyonunun yanında olması çok işime geldi doğrusu. Şimdilik rahatladık. Şimdilik rahatladık ama yol boyu bu işi nasıl halledeceğiz bakalım.
Yine geceleyecek bir yer bulmak sorun olmuyor.



Denize nazır, kiliseye yakın böylece Tanrının daha bir koruma alanı içinde cennetten bir köşe bulup park ediyoruz. Akşam üstü keşif ve ayak açma yürüyüşümüzü yapıp yürürevimize akşam yemeğine dönüyoruz.
Volos’un araçlara kapalı uzunca bir kordonu var ve kaferle dolu. Kafeler de insanlarla. Üstelik çekirdek de çıtlamıyorlar.
Yunanistan’da da insanlar yaşamasını seviyor. Ve içli dışlı sosyal yaşama açık, rahat bir toplum. Kıyı şeridinde güzel ışıklandırılmış bir kilise görünce yine aslında ne kadar az kilisenin gözüme çarptığını düşünüyorum.
Yemekte oğlumun bastığı güzelim lakerdaları hala idare ediyoruz. Elim bir rakıya bir uzo’ya gidiyor. Sonunda ikisinin de hatırını kırmıyorum. Yine televizyonumuzu seyrediyoruz. Böylece yurt dışında fakat evimizde olmanın tuhaf bir keyfini yaşıyoruz. Sonra cumburlop yatak.
Ertesi sabah değişiklik yapıp kahvaltımızdan sonra tekrar kıyı boyunca uzunca bir yürüyüş yapıp kafelerden birinde sabah kahvesi içip yola öyle çıkıyoruz.
Yolumuzun üstünde Lamia diye bir kent var “Lamia teyze” diye takılıp duruyorum fakat uğramayıp teğet geçiyoruz.
Yine akşam üstü Atina’ya giriş yapıyoruz. Daha doğrusu yapamıyoruz zira tıpkı İstanbul’un akşam trafiğindeki gibi kilitlenip kalıyoruz. Uzaktan otoyol gişelerini görüp sebebin yine para olduğuna hükmediyorum.
Ah şu para…Nelere kadir ve ne bela…
Bu arada sağ taraftan bazı araçların sıyrıldığını fark ediyorum. Beklemekten sıkılıp ya herru ye merru deyip onların peşine takılıyorum. Otoyolun sağ tarafında bizim Merter benzeri küçük sanayi bölgesi içindeki asfalt ama dar ve virajlı yollardan otoyola paralel bayağı bir yol alıyoruz. Hatta gişeleri de geride bırakınca şıkıdım şıkıdım oynuyorum ama bir bakıyoruz ki Korintos otoyolunda kendimizi buluyoruz.
Bir punduna getirip bu sefer Korintos yönünden gelir gibi Atına’ya giriş yapıyoruz. Trafik yoğunluğundan çok hızlı bir şekilde kurtulduk fakat para ödemekten kurtulamıyoruz.
Akropoli ve Plaka’nın ışıklandırılmaları gözümüzü alıyor. Doğrusu çok güzel görünüyorlar. Binalar arasında gözden kaybetmemize rağmen yine de fazla dolanmadan tam Plaka’ya yakın bir meydana geliyoruz. Merkez buraları diye ha babam dönüp park edecek yer arıyorum ama nafile. Trafik ve özellikle motorlar vızır vızır. Kırmızı ışık hariç kural mural yok. Tabii hiç yabancılık çekmiyorum ve “bizde sizdeniz hemşerim…” rahatlığıyla park edecek yer bulmak için Atina’nın caddelerini turluyorum. Çaresiz şehrin dış mahallelerine doğru yollanıyoruz ve merkeze epey uzak ama düzenli bir semtte,



bir halı sahanın ve parkın yanında rahatça park edip geceleyebileceğimiz bol ışıklı bir yer buluyoruz.
O geceyi yürürevimizden hiç çıkmadan Atina’yı ertesi güne bırakıyoruz.
Sabah bir takım seslerle uyanıyorum. Çok yakında semt pazarı kuruluyor.
Kahvaltımızı ettikten sonra pazarın içinden geçip biraz da tarzanca soruşturup nerede olduğumuzu ve merkeze nasıl gideceğimizi öğreniyorum. Bir gazete bayiinden ortak kullanımlı ve bir gün geçerli otobüs ve metro bileti alıyorum.
Bu arada pazar, bizim Salı pazarının tıpkısının aynısı.



Çok kolayca Akropoli’nin yakınına gidiveriyoruz.
Atina için en büyük hayalim babamın yıllarca birlikte çalıştığı ve ağabeyim ve benim için “Koço amca…” olan Rum ortağının, yaşıtım ve ergenlikteki fırlama arkadaşım Hiristo’yu bulmak.
Akropoli’yi gezdikten sonra aşağıda bir şeyler atıştırıp kahve içtiğimiz kafede derdimi kafe sahibine anlatırken orada bulunan bir taksi şoförü hemen atlıyor ve telefona sarılırken anne babasının İzmir’li olduğunu söylüyor.
Oraya telefon,buraya telefon, hilafsız benim için en az bir saat uğraşıyor. Atina’da yaşayan ve İstanbul’dan gelmiş olan yaşlı ve Türkçe bilen Rum’larla beni konuşturuyor.
Çabasına ve dostluğuna ancak kahve ısmarlayarak ve sigara tutarak karşılık verebiliyorum ama bunca uğraşın sonu maalesef hüsran. Benden çok üzülüyor.
Kıssadan hisse; Yunanistan da bir biçimde ilişkide bulunduğum ve Türk olduğumu öğrenen her Yunanlı, derinde var olduğu düşünülen veya belki sınırlı sayıda bazıları için gerçekten de var olan gizli düşmanlık duygularının olmadığını kanıtlamak istercesine sanki özel bir çaba gösteriyor.
Politikanın, beyinleri ve kalpleri bütünüyle abluka altına alamadığını görmek ve beyinlerinin yıkanmasına izin vermeyerek kendi düşünce ve duygularına saygılı insanların varlığını bilmek en azından biz iki halk için umut verici.
Hiristo’yu bulamadım ama bir başka dostun varlığını öğrendim.Yanından teşekkürlerimle ve sevgiyle ayrılıyorum.



Bütün günü Atina’yı adım adım



geçmişinden



bugününe soluyarak geçirdik ve akşamı Plaka yakınlarındaki bir sokakta bulunan tavernalardan birinde uzoyla noktaladık.



İşletmecisi bize Bodrum’u anlatıp durdu. Hesap da uygundu.
Çakır keyif …



Metro sonra otobüs ve yürürevimiz.
Eee eee eee si de var,benim oğlumun uykusu var…
Pışşş…pış.
 







Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Atina sabahında artık karar vermemiz gerekiyordu. Zira o sabaha kadar “Yunanistan turu mu yalnızcaaa, yoksa İtalya da var mı?..” diye ne zaman aramızda konuşmaya başlasak ” hele bir gidelim, bakarız…” la sonlandırmıştık.
Kafamda İtalya’ya gemi ile geçmek de vardı, Arnavutluk, Hırvatistan üzerinden İtalya ya geçmek de vardı. Sedef ise yolculuğu çok fazla uzatmayıp geri dönüp kurban bayramı tatilinde çocuklarla beraber Türkiye de bir tur yaparız diye düşünüyordu.
Haritayı önümüze açtık, kahvelerimizi yudumlaya yudumlaya seçenekleri gözden geçirdik ve İtalya’ya geçmeye karar verdik.
Artık hedef belirlendiği için toparlandık ve Korintos otoyolundan Patra’ya varmak üzere yola çıktık. Yine telaş etmeden bakına salına yollandık.
Sedef birdenbire “ aaa…” dedi “ dün sen uyuduktan sonra televizyonun önce görüntüsü kayboldu sonra da sesi gitti, benim de uykum gelmişti zaten kapattım yattım…”
“ Uydu bağlantısında bir sorun olmuştur..” diye cevapladım ama acaba başka bir sorun olabilir mi diye de kafama takıldı.
Bir ara öğle yemeği için mola verdik ve şöyle laf olsun diye aküleri kontrol edeyim dedim. Bir baktım ki ana akü 12.5 volt gibi,yaşam aküsü de 11.5 volt gibi gözüküyor.
Oysa sabahtan beri aldığımız yol zaten akülerin ikisini de tam olarak doldurmalıydı ki ana akünün 13.5,yaşam aküsünün de hemen hemen 13- 13.5 volt olması gerekiyordu. Sedef’in dün akşam ki televizyonla ilgili aktardığı sorunla da birleştirdiğimde galiba bir şarj sorunumuz vardı. Bu düşüncelerle tekrar direksiyona geçtim ve birdenbire Kavala da, dinamo kayışıyla ilgili hiçbir şey yaptırmadığım ve dinamoyu da kontrol ettirmediğim aklıma geldi. Cayır cayır bağıran dinamo kayışı susmuş ve kendini unutturmuştu ve hala da sesi çıkmıyordu zaten.
“Ulan moruk hakikaten yaşlanmaya başlıyorsun galiba…Senin gibi bir herif böyle faka basıyorsa bunun başka izahı yoktur…” diye kendime sövüp saymaya başladım.
Sedef ne olduğunu anlamadığı için “ n’oluyorsun kocacığım ya, ne kızdın kendine yine?...” diye hem kıkır kıkır gülüyor hem de şaşkın suratıma bakıyor.
“ Şimdilik yok bir şey de bakalım göreceğiz …hani dün akşam televizyon gitmişti ya, o iş galiba aküden..” dedim. O da cevap verdi. “ Üffff …aman bee... N’olcak şimdi?..”
Yirmibeş yıl Trakya da çiftçilik yaparken bayıldığım ve kaptığım şiveyle dalgaya vurdum.
“ Bakçeez be, aydayalım bakalım görceez…”
Akşam üstü bir ara duraklayıp tekrar aküleri kontrol ediyorum ki evet sorun kesin, aküler şarj olmuyor ve Patra’ya henüz altmış kilometre var üstelik artık farları da yakmak zorundayım. Çare de yok, gittiği yere kadar.
Patra’ya varıyoruz ve daha girer girmez Sedef gemi için bir bilet satış bürosu görüyor, pat diye yanaşıp şak diye kontağı alışkanlıkla kapatıyorum ve anında kalayı basıyorum.” Ulan moruuuk…” Neyse olan oldu…
İçeri dalıp gemi ve bilet soruyorum. İsminin sonradan Kostas olduğunu öğrendiğim anasının gözü ve ben yaşlarda bir arkadaş yarım saat sonra bir gemi olduğunu ve çabuk davranırsak hemen binebileceğimizi söyleyerek bana bileti satıyor. Telaş içersinde bileti alıyorum ama bir yandan da marşın basıp basmayacağını düşünüyorum.
Bileti alıyor ve kontağı yokluyorum. Gıv gıv bile yok. Çaresiz aşağı inip durumu açıklıyorum. Allah’tan müsü Kostas Fransızca biliyor da nihayet ve nispeten konuşur gibi yaptığım yabancı dille derdimi anlatabiliyorum.
Ertesi gün saat 2 de ve akşam 6 da gemi olduğunu, bileti değiştirebileceğini ama fark olarak 15 avro daha ödemem gerektiğini söylüyor. Çaresiz kabul edip akşam 6 ya bilet alıyorum ve bana bir elektrikçi ustası bulup bulamayacağını soruyorum. O iş kolay diyor. Ertesi sabah saat dokuzda tekrar büroda buluşmak üzere anlaşıyoruz. Dışarı çıkıyorum ve doğrudan hem pompa olan hem takviye aküsü olarak kullanılan İstanbul’dan 90 YTL ye aldığım cihazı aküye bağlıyorum. Daha birinci gıvda motor çalışıyor. Oh be…
Az ilerde yeni yapılmakta olan bir inşaatın önüne geceyi geçirmek üzere park ediyoruz ve karnımızı doyurmak üzere yürümeye başlıyoruz.
Bomboş bir pizzacı görüp içeri dalıyoruz.
Bir Niko daha…Dükkan kocaman ama bomboş. Niko ve eşi işletmenin sahibi. Uzun uzun hem yemek yiyoruz hem de İngilizce nin kafasını gözünü yararak politikadan felsefeye, ekonomik krizden küreselleşmeye derin bir sohbet yapıyoruz.
İyi ki şarj kesmiş, iyi ki stop etmişim…Dostluk ve buram buram insanlık kokan bir adem oğlu daha tanımış oluyorum…
Sabah oluyor ve hafif yağmur çiseliyor. Tam önümüzde bir araba duruyor ve içinden bir taze çıkıyor. Ne oluyor diye bakarken lastiğinin patlamış olduğunu görüyorum. Yardım edeyim mi filan diye düşünürken Sedef acilen içeri çağırıyor ve zaten taze cep telefonuna sarılıp yardım istiyor.
Hani bir şey olacağından değil de maksat ananevi Türk yardımseverliği sergilemek. Ülkeme sempati kazandırmak. Aklımdan bir şey geçtiyse köroliiim billahi…
Aradan on dakika geçmeden bir yardım aracı geliyor ve tazenin ojeli elleri bozulmuyor. Zaten telefonu hiç elinden bırakmıyor ve hiç susmuyor ki.
Ben de bu arada hemen tekrar takviye cihazını aküye takıp motoru çalıştırıyorum.
Olur a, çalışmaz malışmaz, hazır yardım aracı buradayken yoklayayım. Neyse sorun yok, sabah soğuk olmasına rağmen iki gıvda motor homurdadı.
Dosdoğru, zaten yakın olan satış bürosuna gidiyorum. Müsü Kostas yok ama sekreteri orada ve haberli. Elektrikçi ustasına telefon ediyor. Usta beş dakika sonra yanımızda bitiyor ve peşine takılıp yine yakında olan tamirhanesine gidiyoruz. Aynı bizim usûl sokak içinde bir dükkân. Şarj dinamosunun kömürlerini çıkartıp bana gösteriyor.
Kömürler AKP nin yardım kömürleri gibi… Kül olmuş…da henüz oya dönmemiş.
Döner evvel Allah…
Kayışı da değiştirmesini söylüyorum.
Yine aynı bizim usûl çırağı gönderip kayış ve kömür aldırıyor ve güvenmemi, kayışın da, kömürün de orijinal boş marka olduğunu ve aslında bu aracın dinamosunun manyeti marelli olması gerektiğini ve değiştirilmiş olduğunu, dinamonun iki üç milim daha ilerde olduğunu ve kayışın bu yüzden biraz yandan sürtünerek çalıştığını ve işte bu yüzden sorun çıkartmış olacağını el kol işaretlerinin Yunanca’sıyla anlatıyor.
Benim de cinliğim üzerimde her şeyi anlıyorum maşallah.
Aracı bana satan sevgili, efendi insan Nail beyin daha rahat şarj etsin diye büyük dinamo taktırdığını söylediğini hatırlıyorum.
Ustam aslında gençten bir delikanlı ve adı Alexandr.
Alexandr akü ana kablosunun oksitlendiğini de fark edip biraz tıraşlayıp bağlantıyı değiştiriyor.
Bu parçalar ve bu iş için 42 avro ödüyorum.
İşimiz bitti ve saat henüz 11.30. Sedef bileti değiştirsek mi ve saat 2 deki gemiye binsek mi diyor. Büroya gidip soruyorum. Mümkün ama 15 avro daha.
Cimriliğim tutuyor ve sekretere “hasssstronomiden de, hasssstrolojiden de…” sınıfta kaldın yavrum diyorum ve Patra’yı gezmeye karar veriyoruz. Biraz turladıktan sonra karnımız acıkıyor. Daha önce de tecrübe etmiştim ama belki farklıdır diye görüntüsüne imrendiğim kokoreçten istiyorum ve ayıp olmasın diye ancak bir kaç lokma yiyebiliyorum. Sedef bilineni tercih etti, o tavuk şişinden mutlu. Ben patates kızartma ve birayla şuncacık nefsimi körlüyorum.
Pek de sevimli olmayan Patra’yı aşağı yukarı voltalayıp gemiye bineceğimiz limana geçiyoruz.





Bayağı da bir rüzgar var aslında, bakalım kaptan amca gemiyi ” ovacıktan ovacıktan mı aydayacak, yoksam tağlara daşlara mı vuracak ..”
Sedef biraz ürküyor ama “ sen boğaz kızısın be kızım…” diye ara gazı veriyorum.
Gemi Yunan bandıralı bir gemi.
Gemiye girerken askeri kamuflaj kılıklı ve yakası bağrı pek de derli toplu olmayan, Yunanlı mı, İtalyan mı olduğunu anlayamadığım ve plakamıza bakıp İngilizce konuşan biri postallarıyla içeri girip şöyle bir göz attı. Sedef adama az kaldı galoş uzatacaktı.
Gemiye girip gösterilen yerde el frenini çekip, tavandaki 220 voltluk kabloyu bizim girişe takıp buzdolabını 220 ye çeviriyorum. Aslında yanılmıyorsam adının Ventury olduğunu sandığım ve karavanda geceleme izni veren bir şirket daha var ama onu araştırmak için fırsatımız olmadığı gibi banyo yapmak fikri de çok çekici doğrusu.
Acele gidip kamaramıza yerleşiyoruz ve hemen banyomuzu alıp zengin sosyete havasında burunda ki salona geçiyoruz.



Gemide bizden başka çok az yolcu var. Birkaç tır sürücüsü,



yine gemiye bizim önümüzden motorkaravanlarıyla binen üç kokana hatun ve iki çift daha gözümüze çarpıyor.
Breh breh breh…Bir salon…bir şatafat…bir dekor…





İstanbul-İzmir arasındaki gemilerde yolculuk yapmışlığımızdan dolayı, bizdeki, neredeyse şilepten bozma Polska tersaneleri afetlerini bildiğimizden kıskançlıktan hop oturup hop kalkıyorum.
Ve bu aradaki farkı, ilgisizlikle mi, dengesizlikle mi, gerzeklikle mi izah edeceğimi bilemiyorum. Ha bire kalaylıyorum, Sedef de “ n’oluyosun Allah aşkına?..” diyor.
“ Daha ne olsun be…Daha ne olsun…Üç tarafı denizle çevrili,yetmiş milyonluk nüfusu ve geçmişinde altı yüz yıllık imparatorluk tarihiyle böbürlenen bizim, bir tane bile böyle gemimiz yok…Yüz sene önce idaresi için paşa atadığımız şu on beş milyonluk vilayetin sahip olduğuna bak. Daha ne olsun!.. Hoş kelle sayısıyla iş hallolsaydı koyunlar kurban edilemezdi...”



Cevap.
“ Üfff… Hep kendine dert edecek bir şey bulursun…”
Doğru lafa ne denir.
Kafam takılıyor ve orta Asya’dan Viyana’ya kadar dört nala at koşturacağımıza azıcık da Cebelitarık’ın ötesine yelken bassaydık toplumsal kültürümüz de,dünyadaki bugünkü yerimiz de farklı olurdu diye düşünüyorum.



Vuruyorum kendimi uzoya, vuruyorum kendimi uzoya .
Gemi dalgalara ben uzoya…
Kamaramıza giderken sağa sola yalpaladığımı gören Sedef “ hayrola kocacığım yalpalıyorsun, sarhoş oldun galiba…” diyor. Elimle gemiyi göstererek “ ben değil dünya yalpalıyor, dünya…” diyorum.
Kahkahayı basıyoruz…Zaten onun da benden farkı yok. Sarmaş dolaş kamaramıza giriyoruz. Sonrası RTÜK’ e takıldı.



Sabah İtalya kıyıları, öğlen Ankona.
Oooo…boncorno sinyoritaaaa…
 




Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Gemi Ancona’ya kapak attı biz de ön tekerlerle İtalyan topraklarına lastik bastık.
Sağda solda bize “ sinyor sinyor…kontrole di pasaporte ” diyecek birilerini ararken biz Ancona’nın içlerinde ilerlemeye başladık bile.
Öyle ya be şaşkın… Gümrük, kontrol, montrol İpsala çıkışında kaldı.
Yunanistan’ın alfabesi farklı ama kendisi Avrupa alfabesinin hem A sında hem B sinde.
Ben ve yaşıtlarım görür mü bilmem ama umarım Türkiye’m de bir gün, guguktan hukuka palamar atar da, İstanbul’dan, İzmir’den ve hatta neden olmasın belki Trabzon’dan, Mersin’den gemiye binen bir Türk, Ancona’da ya da bilmem nerde sorgusuz sualsiz voltalar.
Bu zat-ı muhterem de Avrupalıdır, Avrupa’dan gelmektedir diye karşılanır.
Ah şu iç politik hesaplar ve ah şu dış politik ayak oyunları… Ve sahtekarlığın ve art niyetin nezaketle kamufle edildiği adına diplomasi denilen puştluk hüneri!..
Ancona’nın içini hızla şöyle bir turlayıp kıyıdan kuzeye doğru çıkmaya başlıyoruz.
İtalya’da daha ilk kilometreleri yaparken bir sürü motorkaravanla karşılaşıyoruz, bu arada şunları düşünüyorum.
Yunanistan ve Türkiye arasında büyük ama çok büyük bir benzerlik olduğu muhakkak fakat vitrindekinin arkasındakine bakılabildiğinde işler biraz farklı.
Engellileri, yaşlıları vazgeçtik, orta yaşlı kısa boylu bir insan bile zorlanıyor çoğu yerde, bizim en medenî (şehirli) şehrimiz İstanbul’un kaldırımlarında. Çıkabildi mi; ne mutlu ona.
Şehrimizin vitrinleri ise koca alış veriş PLAZA’ları…Göz boyamanın sonu yok da hani derler ya “şeytan ayrıntıda gizlidir”.
Ne Selanik’te, ne Atina’da bizdeki gibi devasa PLAZA’lar gözümüze çarptı, vardır herhalde ama olsa bile beni etkilemez. Zira esas olan kaldırımlar… Ne haber! Fark işte bu…
Geçelim efendim!
Geçtik! Eh geçiyoruz zaten…Hani “ ben benden geçtikten sonraaa…” demiş…
İtalya’da, daha girer girmez mazot almayı denedim ama pompacı değil pompanın kendisi bizim kredi kartını kabul etmedi. Kıçımın kenarı makine.
Neyse, yine “auto strada”ya girmeden, yan yoldan ve bu sefer Adriyatik sağımızda kalarak ve durmadan birbirini takip eden şipşirin küçümen yerleşim yerlerinden geçerek yol almaya başladık. Akşam trafiği oluşmaya başladı yavaş yavaş, yağmur da hızlanınca ve karıcığımın da beş çayı gelince uygun bir yere çekip İtalya’da ilk keyfimizi yaptık ve rotamızı bu sefer erken belirledik.
Rimini, Frenze, Siena, Roma ve Bari’den dönüş. Yani Apenin sıra dağlarını bir doğudan batıya, bir batıdan doğuya iki kere yaracağız.
Milano, Venedik?…Gerek yok daha geçen sene gitmiştik.
Zaman?.. Zamana sınır yok…
Paşa keyfimiz nasıl emrederse…Leb beyk ya sultaaan…
Biz çayımızı içerken bulutlar iyice kararıyor ve yağmur tam koyveriyor.
Bulunduğumuz yerden Adriyatik’e düşen İtalyan yağmurunu seyrediyoruz.
Bak bunda fark yok işte, hepsi ıslak.



Çevreyi bu yağmurda yürüyerek dolaşamayacağımız için Rimini’ye doğru yol almaya ama fazla ilerlemeden hoşumuza giden bir yerde konaklamaya karar veriyoruz.
Biraz yol aldıktan sonra Fano isimli belli ki turistik bir yere geliyoruz















ve yavaşlamış olan yağmurdan faydalanarak uzunca bir gezinti yapıyoruz.






Çok güzel bir yerde geceliyoruz.
Bütün gece yağmur yağıyor ve biz bu gece artık şarap içiyoruz.
Burası İtalya ve en azından ilk gece selamlamak gerekir.
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Yazılarınız büyük bir zevkle okuyorum. Bizi bilgisayar başında oralara götürdünüz resmen. Ağzınıza, kaleminize sağlık.
Çok teşekkürler. Muhabbetiniz bol olsun....
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sn.Hiç ;
akıcı üslubunuz ile bizi de düşlediğimiz- olmak istediğimiz o güzel yerlere sürüklediniz.
çok teşekkürler.

yine yeniden böyle güzel edinimlerinizi paylaşmanız dileklerimizle.
 

Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

İtalya’da ilk sabahımız.
Rotamız belli, sabah kahvaltı ve keyif faslından sonra yola düzülüyoruz. Sağımızda, yolumuzu paralel takip eden demir yolu ve onun birkaç on metre sağında da Adriyatik’in dalgalı lacivertliği. Hava naz yapan sevgili gibi bir açılıyor bir kapanıyor, arada yağmur atıştırıyor, denizden ve sağımızdan gelen kuvvetli rüzgar var ama sürekli yerleşim yerlerinden geçtiğimiz için hız yapma durumumuz ve zaten çabamız da yok
Ve yine sağımızda yol boyu bir sürü kampingin olduğunu fark ediyoruz ve belki abartmış olabilirim ama sol tarafımızda da neredeyse bir o kadar motorkaravan satış yerleri.



Burası bir motorkaravan cenneti. Vay benim köse sakalım…
Biz de devlet hangi araca ne ruhsatı vereceğini henüz karar verememiş ve vatandaşı söğüşlemek için kucak açmış alesta beklerken, el oğlu burada ikinci ev olarak motorkaravan edinmeyi neredeyse ilke edinmiş sanki.
Şu kısa sürede Yunanistan ve İtalya’yı karşılaştırdığımda Yunanistan’daki yolların çok daha güzel ve düzgün olduğunu ama İtalya’daki yerleşim yerlerinin mimarisinin ve estetik anlayışının bir de kiliselerin sayısının fark attığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Aslında gözümüze ve içimize sindire sindire tıngır mıngır gittiğimiz halde mesafeler haritada gözüktüğünden daha kısaymış gibi çabucak Rimini’ye yaklaşıyoruz ve önümüze çıkan San Marino tabelasına sapıyoruz, kıyıdan uzaklaşıp içeriye doğru ilerliyoruz. Ova bitti artık, sürekli ve tatlı tatlı tırmanıyoruz.
San Marino içinde eski şehre çıkmak için bir teleferik olduğunu fark edip yürürevimizi teleferiğin park alanına park edip yukarı çıkıyoruz.
Yanılmıyorsam gidiş dönüş kelle başı 4 er avro ödüyorum.



Sedef ilk önce burnuma yapışıyor.



ve yaşlılığım...




Ve hala yaşatılan ve yaşanabilen bir tarihin içinde neredeyse tüm günümüzü geçiriyoruz. Her ne kadar havanın çok rüzgarlı ve soğuk olması işin tadını biraz kaçırıyorsa da
gerek gezdiğimiz mekan, gerek gördüğümüz manzara,





özellikle aşağımızda kalan bulutların dansları ve tüm görüntüyü kucaklayan bir lokantada yediğimiz güzel biftekler



ve içtiğimiz şarap tam bir keyif almamızı sağlıyor.

Cemil Meriç'in ideolojisiz yapamayan insanlar bastonsuz olamayan yaşlilara benzer gibi bir sözü vardı. Sahiplerini bekleyen ideolojiler...
Değdi doğrusu.
Karı koca hayatımızın güzel ve hatırlanabilir günlerinden birini yaşadığımıza karar verip şarabın verdiği rehavetle dışarı çıkıyoruz ve Sedef ıvır zıvır alışverişi yaparken ki hiç işim olmaz, ben soğuktan amritin iti gibi titreyerek dolanıyorum ve manzaraya bakınırken aklıma şu fıkra düşüyor ve kendi halime gülüyorum.
Kafayı meyhanede bulmuş olan esmer vatandaşlarımızdan Ramazan, kış günü zaten tek takım elbisesi olan beyaz keten elbisesiyle meyhaneden çıkıp evin yolunu tutuyor.
Esen rüzgarı görünce, ilk önce şarabın etkisiyle böbürlenip rüzgara kafa tutuyor “es be, es yiğidin bağrına bağrına …”diyor. Köşeyi dönüp de rüzgarı daha bir yiyince ve tabii ucuz şarabın pembeliği kış ayazında kaybolup gidince ayılıveriyor ve söyleniyor “…buldun yine garibi vuruyorsun…”
Teleferikle aşağı iniyor ve sonra da Frenze yönünde iyice ara yollardan ve sık sık haritayı yoklayarak yol alıyoruz. Artık Apenin’lerin eteklerindeyiz, sürekli viraj ve sürekli yokuş. Bayağı yükseklere tırmanıyoruz. Sağda solda yer yer kar ve iyice ağaçların gölgesinde kalmış, güneş görmemiş yerlerde ince buz tutmuş su birikintileri…
Hava iyice soğudu ve kapadı, karla karışık yağmur atıştırıyor.
Radyatörün önüne bağladığım naylon sayesinde fiat ducatonun kaloriferi yokuş yukarı bizi iyice ısıtıyor ama yer yer karşılaştığımız inişlerde motorun sıcaklığı neredeyse 30 derecelere belki daha da altına iniyor.
Sedef inişlere ve çıkışlara göre “şimdi ısınıcaaz…şimdi üşüceez…” diye işi gırgıra vurmaya çalışırken arkaya geçip küçük battaniyeyi alıp bacaklarına örtüyor.
“Üşüceksin kocacığım…” dediğinde o fıkra aklıma gelip biraz daha şarap çeksem mi diye düşünüyorum.



Bu arada yol manzarasına diyecek yok. Dağlar, zaman zaman küçük gölcükler, akan küçük sular ve hep ağaçlar hep ağaçlar. Gök yüzünü ağaçlardan pek göremiyoruz bile, yolun üzerini de kapatmışlar, tünel gibi. Ve renkler…ve renkler…ve renkler…
Bir elimde fotoğraf makinesi bir elimde direksiyon ve sürekli virajlar olunca Sedef gemide isyan çıkartıyor. Çaresiz iki elimi de direksiyona teslim ediyorum.
Fakat o kadar güzel ki…





Doğa ve bazen tek tek, bazen ikisi üçü bir arada evler ve bazen köyler ve köy irisi yerleşim yerleri birbirleriyle o kadar uyumlu, o kadar güzel ki, aslında daha önce de bu tür yerleri gezip görmemize rağmen yine de mest oluyoruz.
Bir virajı dönerken, belki bir su akıntısına ya da bir gölcüğe ya da
henüz geçilmiş, kıvrıla kıvrıla yükselerek aşağıda bırakılmış bir köye tepeden bakan bir çıkıntıya serpiştirilmiş kütükten iki bank bir masa, içinde yaşadığınız anı masallaştırıyor.
Buradan şunu çıkartıyorum.
Bu dünyada yaşayan bazı insanların kendilerine saygıları var, bu biiirrr… Göçebe olmadıkları için ve nesiller boyu aynı yerde yaşadıkları için zaman içinde kendilerince eksiklik duydukları şeyleri yine aynı yerde yaşıyor olmanın sürekliliği ve görgüsü ve kültürüyle tamamlamışlar, bu ikiii…Yaşamı, sömürürcesine sadece tüketmeyi değil, katarak ekleyerek hak etmeyi ilke edinmişler,bu üüüç…
Daha pek çok gözlem sıralanabilir.
Gözlerim dinleniyor ve ciğerlerimi de bu keyiften mahrum bırakmamak için dumanlayıp duruyorum.
Şu sıra her şey iyi geliyor…Hatta hayat bile!
Akşamı ediyoruz ve o şirin yerleşim yerlerinden birinde ve yolun diğer tarafında



son derece güzel ışıklandırılmış birkaç dağ otelinin karşısında, uydu antenin de ağaçlardan etkilenmeyeceği bir şekilde gece molamızı veriyoruz.



İyice sarıp sarmalanıp yürüyüşe çıkıyoruz.



Belli ki bu yerleşim bir kaplıca bölgesinde. Otellerden birinde o soğuk havada, üstü açık ama sıcak bir havuzda insanların yüzdüğünü görüyoruz.
Küçük merkeze doğru yürüyüp, yemeği o sevimli lokantalardan birinde mi yesek diye salınıp yürürevimize dönüyoruz.
Yürürken birikmiş suların yavaşça buz tutmaya başladığını fark ediyorum. Zaten yağış da iyice kar halini aldı.
Bakalım bu gece truma sınavdan geçer not alacak mı?
Yine televizyonumuzu seyrederek keyifle yemeğimizi yiyoruz. Sonra iç ışıkları kapatıp perdeleri açıyor kah televizyonu kah yağan karı seyrediyoruz.
İçersi sıcacık oldu bile çoktan. Keyfimize diyecek yok.
Yatarken yine trumayı kapatıyorum, merakım, içerdeki sıcaklık ne kadar korunacak.
Sedef üşürüz müşürüz diyor ama, üşürsek yakarız diyorum.
Gece, nevresim içindeki battaniyenin üstüne bir battaniye daha çekip mışıl mışıl uyuyoruz.
Sabah erkenden kalkıyorum her zaman ki gibi, hem içersini ısıtacağım hem de sabah çayı. Ocak ta da, trumada da gaz pek bir nazlı yanıyor ve derken ruhuna el fatiha…
Hemen dışarı bakıyorum, kar biz yattıktan sonra durmuş olmalı, yerde fazla kar yok su birikintileri ise buz . Ben de buz gibi oluyorum ve diyorum ki herhalde gaz dondu. Gerçi gazın bitmiş olacağı ihtimalini de düşünüyorum zira yazın yaptığımız iki tane yirmişer günlük yolculuğumuz var. Mutfaktan dolayı gaz bitemez ama buzdolabını o yolculuklarda daha çok gazla çalıştırmıştım.
Gece örtü altında yatarken hiç üşümemiştik fakat karıcığım için şimdi içersini ısıtmak gerekiyordu.Hadi giyinirdik de ya çay… Keyfim kaçtı.
Neyse ara ara yoklayarak çayı yapabildim. Gaz bir geliyor bir sönüyor. Donduysa ne yanıyor, donmadıysa niye yanmıyor. Pek anlam veremedim. Bok yemenin arapçası…
Sedef de uyandı kahvaltımızı edip yola revan olduk bir yandan da tüpü sarıp sarmalasam mı diye yarım ağız mırıldanıyorum. Sedef “ boş ver diyor orası yüksekti şimdi daha aşağılara ineceğiz…” Öyle pek aşağılara maşağılara inmeyeceğimizi bal gibi biliyorum ama üşeniyorum doğrusu. Ve hazır fırsat bu fırsat “ peki karıcığım, bak nasıl da sözünü dinliyorum gördün mü…” diyorum. Neme lazııım, sakla samanı gelir zamanı.
Yine müthiş manzaralı yerlerden geçerek öğleni ettik. Hava biraz daha güneşli ve tabii sabah ayazı da yok.
Sedef öğlen için rahatça çorbasını yapabiliyor. Demek ki diyorum, gaz bitmemiş ama donmuş, en azından donar gibi olmuş.
Yollar sürekli viraj ve yokuş olduğu için çoğu zaman ikinci ara sıra ancak üçüncü viteste gidebiliyorum ve bu nedenle hız ortalamamız 20-25 km.



Gördüğümüz en yüksek râkım 1430 metre. Ama hep yukarılardayız.
Bu arada yine sürekli motorkaravanlarla karşılaşıyoruz. Envai çeşit. Ama araçlar daha çok fiat iveco.
Şoför mahalline titreşimden etkilenmeyecek nasıl bir kamera yerleştirilebilir diye düşünüyorum. Çünkü ben giderken fotoğraf çekmeye çalıştıkça karıcığım parmağını sallayıp “ hıııım… cız cız…” diyor.
Çattık yahu. “ Yahu şu güzelliğe baksana…” diyorum. “ E dur da çek o zaman…” diyor. O da benim işime gelmiyor. Neyse otuz yedi yıllık çata patlı, maytaplı alışkanlıkla biraz öyle biraz böyle işi bağlıyoruz.
Yolda akşamı ediyoruz yine. Hayatın güzelliği ve her şeyin iyi gelmesi bugün de devam ediyor. Tek sıkıntım, İtalya’nın bu yan yolları bakımlı değil arkadaş. Keyfime taş olmasa da mıcır koyuyor. Ve aslında biraz hayret ediyorum.
Akşam, bir başka şirin yine ağaçlar içinde köy irisi yerleşimin yanında mola veriyoruz.
Gazda sıkıntı yok, hem aşımız pişiyor hem ısınıyoruz.
Rakımız, biramız, şarabımız, uzomuz hatta viskimiz bile var. Hem sıcaktayız hem kuruda, karnımız tok sırtımız pek. Daha ne be!
Gece geçiyor fakat sabah kötü, gaz mafiş. Pıss yok. N’edicem simcik?
Sedef örtü altı sıcacık uyuyor daha. Ben çaysız ve çaresiz. Gazı yokluyorum yokluyorum beyhude çaba.
Günaydın yerine “ bak senin sözünü dinledim de…” diye başlasam mı diye içimden geçiriyorum ama kendi üşengeçliğimi de hatırlayıp “hös geri bas!.. vicdanlı ol..” diyorum.
Kara kara düşünüp alık alık pencereden dışarı bakarken güneşin tepenin arkasından yükselip bulunduğumuz yere değil ama 250-300 metre bir yere vurduğunu görüyorum.
Hemen marşa basıp oraya yollanıyorum. Sedef n’oluyoruz filan derken henüz afyonu patlamamış benden duyduğu, homurtuyla karışık gaz, gölge, güneş gibi kelimelere pek de bir anlam veremeyip “ sen uyumana bak karıcığım…” şeklinde, nazik ötesi hassas bir ses tonuyla emir kipine ilkokuldan kalma dilbilgisi sayesinde uyum gösteriyor.
Genellikle güneşten kaçarım ama bu sefer güneşe gidiyor ve tüpün olduğu yeri güneş ışınlarına denk getirerek park ediyor ve inip tüpün olduğu bölümün kapağını açıyorum.
Sedef yine “ne oldu..” diye soruyor. “ Güneşte çay pişireceğim…” cevabıyla “ Allah Allah…” deyip öbür tarafa dönüyor.
On beş dakika geçmiyor dağ güneşi tüpü hizaya getiriyor. Ohhh…çay ve sigara…
Keyifler arz-ı endam eyledi nihayet.
Yola koyuluyoruz ve hava güneşli…



Yine manzaraların eşliğinde öğlen vakti Frenze’ye
giriyoruz.
Yoğun bir trafik ve insan kalabalığı yüzünden merkeze yakın pek rahat dolaşamıyoruz ve park edecek yer bakına bakına nehre paralel merkezden uzaklaşıyoruz.



Nihayet uygun bir yer bulup nehir kenarında öğlen yemeğimizi yiyip yürüyerek merkeze gidip



insan kalabalığının arasına katılıp adeta sürükleniyoruz.
Hava soğuk yine. Durmadan çişimiz geliyor.






Hadiii, bir kafeye kendimizi zar zor atıyoruz ve tabii kahve çay bir şey içiyoruz. Çıkıyoruz, e gene çişimiz geliyor.






Hadi gene kafe, yine çay kahve. Sinirimiz bozuldu katıla katıla gülüyoruz.
Çişim geliyor…” Sedef…” diyorum. “ Kahvem geldi, senin çayın geldi mi?..”



Bu romantizmin de içine ettik...
Kah kih kah kih bir Frenze...
Fakat bir insan kalabalığı bir insan kalabalığı. Haa bu arada; bizim zamanla işimiz olmadığı için farkında değiliz, anlaşılan kurban bayramı da başlamış herhalde ki, mebzul miktarda tur turisti Türk’lerine rastlıyoruz.





Yapısıyla, heykeliyle meydanıyla ve dünyanın bütün coğrafyalarından kopup gelmiş insan seliyle sarmaş dolaş günü tamamlayıp yürürevimize dönüyoruz ve geceliyoruz.
Sabah gaz, ısınma ve çay sorunu yok. Hava yine soğuk ama şehrin sıcaklığı bizi koruyor olsa gerek. Kahvaltı ve hedef Siena.
Ben aslında gitmeyi seviyorum, burası kesin.Tabii yorulana kadar.









Siena; başka bir alem daha… Sokakları, yapıları ve özellikle ilginç eğimdeki koca meydanı. Meydanın çevresindeki kafe ve lokantalarda yine dünyanın her bir köşesinden gelmiş yığınla insan atıştırmakta ve demlenmekte. Bir de kimileri meydana uzanmış güneşte yüzlerini bronzlaştırıyor. Beleş solaryum ne de olsa.
Ve bu sefer ara yolları bırakıp ama yine otoyolu kullanmadan daha hızlı bir şekilde kıyıya, güneye ve Roma’ya doğru yollanıyoruz. Akşam üstü denize yukardan bakan ve kıyıya 8-10 km olan Tarquinia diye bir yere varıyoruz. Yine surları var ve eski şehri adımlıyoruz. Kurulmuş olan bir orkestra toparlanıyor ve böylece açık havada verilmiş bir konseri kaçırmış oluyoruz. Bizim ülkemizde de ne kadar çok böyle halka açık konser verilir değil mi diye düşünüyorum.
Aslında Frenze’den beri bayağı yol aldığımızdan yorgunluk çöküyor ve erken yatıyoruz.
Burası artık deniz kenarı ve buz muz yok ama gaz yine sürpriiizzz diyor.
Ben de “ hay senin babanın şarap çanağına…” diye başlıyorum.
Yine de bir ihtimal diye 10 km aşağı denize sıfır kıyıya iniyorum ama yok, gaz yok, bitti.
Yani bitmiş olmalı. Tesadüf bir bakıyorum ki gaz bayiinin yanına park etmişiz ve hemen gidip fakat bu sefer propan gaz soruyorum. Yok diyor, ben de almıyorum ve Roma’ya yollanıyoruz.
Roma’ya girmeden yol üstünde motorkaravan satan bir yere uğrayıp propan gazı nerede bulabileceğimi sormuş ve adres almıştım.
Roma’yı çevreleyen otoyolun 26 nolu çıkışından çıktığımda karavanla ilgili pek çok yer bulacağımı öğrenmiştim. Doğru oraya gidip 10 litre propan gazı ve tüpüyle birlikte bağlantısını da alıp 40 avro ödüyorum. Bu arada yığınla motorkaravanı ve aksesuarlarını satan pek çok yerin yan yana olduğunu görüyorum. Ve Türkiye’yi bir kere daha anıyorum.
Roma’ya yağmurla birlikte giriyoruz. Şehri epey bir turlayıp şehrin dışına doğru büyük bir alış veriş merkezinin otoparkında geceliyoruz. Yağmur bütün gece devam ediyor.
Ertesi sabah ilk önce otobüsle merkeze gitmeye karar veriyoruz fakat otobüs durağına kadar bayağı ıslanacağımız için vazgeçiyor ve merkeze doğru hareket ediyoruz.
Yine nehir kenarında bir park yeri bulup tabanvaya başvuruyoruz.
Roma kazan biz kepçe, yok aşk çeşmesi, yok İspanyol merdiveni hoşafımız çıkıyor.
Fakat Roma o kadar yağmurlu ki kaçalım diyor ve akşam üstü yola düşüyoruz.
Hep kuvvetli yağmur altında yol alıp Venafro denen bir yerde geniş bir park alanında konaklıyoruz. Bir biz varız, bir çakan şimşekler, bir de yağmur.
Bu sabah çok şükür gaz sorunu yok. Şakır şakır yağmur devam ediyor. Ben bayılıyorum ama Sedef hoşlanmıyor.
Neyse onun keyfini yerine getirmek için önümüze çıkan koca bir “ outlet center “ da iki saat mola veriyoruz.
Ben yürürevimde kahve ve yağmur keyfi yaparken o kurtlarını döküyor. Vay başıma gelenler.
Yola çıkıyoruz ve Apenin’leri bu kez batıdan doğuya bir kez daha yarıyoruz.
Yağmur altında da olsa yine muhteşem manzaralar.
Tepeler aşıyoruz. Bizim fiat-ducato, yaşlı ve nazlı olmasına rağmen memleket hasretini gidermiş olmanın mutluluğu içinde mırıl mırıl yokuşları tırmanıyor.
Akşam üstü oluyor ve normalde mola vermemiz gerekiyor ama hava o kadar yağışlı ki duracağımız yerde yürüyerek gezme şansımız yok.
Sedef yorgun değilsen gidebildiğimiz kadar gidelim istersen diyor.
Hava karardığı için ve de çevremizi göremediğimizden otoyola çıkıp bastırıyorum.
Bereket rüzgar arkadan geliyor. Yağmur mağmur 90-100 gidiyoruz. Müzik görevini Sedef üstleniyor. Campobasso, Foggia derken Bari’ye ne kaldı yahu diyoruz ve bir solukta olmasa da varıyoruz. Hatta Bari’ye girerken bir Bulgar tırının arkasına takılıyorum ve bizi doğru limana getiriyor. Hemen gidip yine gemi ve bilet soruyorum.
Tırnaklarını törpüleyerek cevap veren çıtır, gemiye daha önce bilet sattıkları yolcuları aldıklarını fakat fırtınadan dolayı geminin kalkamayacağını ve yarın sabah gelmemi söylüyor.
Emir demiri keser misali limandan çıkıp şöyle bir dolanıyoruz ve karnımızı doyurmak için bir yere giriyoruz.
Karşımıza işletmeci olarak Malatyalı, Erzurumlu yurttaşlarımız çıkıyor. Hem yiyoruz hem sohbet ediyoruz. Pek çok yerde dönerci şubeleri olduğunu söylüyorlar. Bari’ye iki yıl önce gelmişler. Ne demeli, böyle bir dünya işte.
Bari’de geniş bir yol kenarında bir tırın arkasına park edip uyuyoruz. Ertesi sabah tekrar limana gidip bilet soruyorum. Ve saat 5 de kalkacak gemiye üstelik yürürevimizde gecelemek koşuluyla vergiler dahil 190 avro ödeyerek İgoumenitsa’ya bilet alıyorum.
Bari’yi yine yağmur altında gezebildiğimiz kadar geziyoruz. Eski şehir hayli ilginç ama ayaklarımız su içinde kalıyor.



Bu arada Yunanistan’daki olan bitene destek vermek isteyen protestoculara rastlıyoruz.



ve tabii...



Karnımızı lezzetsiz bir Adriyatik kılçığına, iki istiridye, bir tabak karışık salata ve iki bardak şaraba 60 avro ödeyerek doyuruyoruz.
Amma kılçıktı ha!
Limana ve gemiye kendimizi atıyoruz.



Gemi, Ancona’ya geçerken bindiğimizden daha büyük fakat daha eskice. Konforu yerinde ve Kıbrıs Rum bandıralı.
Ne yapılır? İçiyoruz…Sonra bir daha içiyoruz…Arada yiyoruz ve yerken yine içiyoruz.
Geç vakit aşağıya inip yürürevimizde yatağımıza çekiliyoruz.
Fakat fırtınadan, dalgalardan ve sesten uyku muyku yok.
Sabahın tam 6.30 unda Igoumenitsa’da ikiliyorum. Yol yine pırıl pırıl asfalt. Otoyol yapımı devam ettiği için tabelalar bizi yan yollara veriyor ama asfalt o kadar düzgün ki Sedef alkovanda uyumaya devam ediyor. İki saat yol aldıktan sonra mazot almak için durduğumda aşağı iniyor.
O iniyor ama biz tırmanmaya başlıyoruz.





Ioannina bölgesi dağlık soğuk ve kar atıştırıyor. Yüksekçe bir yerde mola verip sabah kahvaltımızı yapıyor, kahvemizi içiyor ve manzarayı seyrediyoruz.
Ve bu sefer otoyoldan hiç çıkmadan ve oyalanmadan yol almaya karar veriyoruz. Akşam sınıra varırız ve sonra Tekirdağ’a kadar iki saatlik yolumuz var diye hesap ediyoruz.
Bayağı bir karla tanışıp ve bu sefer kar manzarası eşliğinde keyfe keyif katan kaymak gibi yolda yolculuğumuzu her zamankinden daha hoşnut sonlandırmaya hazırlanıyoruz.
Bu sefer yolculuk dönüşü moral bozukluğu yok. Çünkü sanki hala dönmüyoruz, bu duygu sanırım bize pek çok yolculuk imkanı tanıyacağına inandığımız yürürevimizin sayesinde. Yine tepelerde bir yerde, bir kafede kahve içip soluklanıyoruz.
Ve devam…
Yalnız bu otoyolda benzin istasyonu tabelası var fakat kendisi yok. Mazot alabilmek için yakında ki yerleşim yerine girip mazot alıyoruz.
Öğlen yemeği için Sedef arkaya geçip ekmek arası bir şeyler hazırlıyor, giderken atıştırıyoruz. Artık gözümde kilometreler büyüyor. Bir saate bakıyorum, bir tabelalardaki kilometreye, bir de göstergeye. Aksi gibi rüzgar Türkiye’den esiyor ve hızımızı kesiyor sanki gelmeyin aceleniz ne der gibi. Yol düz, düzgün ama motor 1900 cc.
Taş çatlasa ıkına sıkına 90 ı ara sıra görüyorum. Ulan olur mu be!.. Reva mı bu yani!..
Üstelik gecenin uykusuzluğu kendini göstermeye başladı göz kapaklarımda bütün günahlarımın ağırlığı.
Ne çok da günahım varmış meğer diye düşündüm.
Eh tabii…Sen çek rakıyı, çek uzoyu, çek şarabı…Şu dünya denen kürede, günah mı bıraktık aleme!..
Sedef’e dedim ki…
“ Karıcığım… kocacığın morukladı artık, sınıra 40 km kala Alexandroupoli ve benim günah çıkartmam lazım.
Tamaaam… dedi.
Zaten o tamam demeseydi ne hayatımın yolculuğu ne bu yolculuk olurdu.
Çektik uzoyu anasını satiiim. Ne hiç kaldııı ne günahları.

Maya hamura döne
Hiç idi ben ola kişi

Ömür yaza çize ademe
Özüne ırak düşe kişi

Hamur nice çile çeke
Erip de hiçe döne kişi


- BİTTİİİİİİİİİ-
 




Ynt: Gittim Gördüm Geldim...

Sayın Hiç,
Yazdıklarınızı iki gundur zevkle okuyorum ruya gibiydi, seyahatiniz boyunca sanki sizinle beraberdik tesekkurler, sevgiler

Cenk Gursel
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,743
Mesajlar
1,523,046
Kayıtlı Üye Sayımız
166,559
Kaydolan Son Üyemiz
Sercantetik

SON KONULAR



Geri
Üst