Ynt: Gittim Gördüm Geldim...
İtalya’da ilk sabahımız.
Rotamız belli, sabah kahvaltı ve keyif faslından sonra yola düzülüyoruz. Sağımızda, yolumuzu paralel takip eden demir yolu ve onun birkaç on metre sağında da Adriyatik’in dalgalı lacivertliği. Hava naz yapan sevgili gibi bir açılıyor bir kapanıyor, arada yağmur atıştırıyor, denizden ve sağımızdan gelen kuvvetli rüzgar var ama sürekli yerleşim yerlerinden geçtiğimiz için hız yapma durumumuz ve zaten çabamız da yok
Ve yine sağımızda yol boyu bir sürü kampingin olduğunu fark ediyoruz ve belki abartmış olabilirim ama sol tarafımızda da neredeyse bir o kadar motorkaravan satış yerleri.
Burası bir motorkaravan cenneti. Vay benim köse sakalım…
Biz de devlet hangi araca ne ruhsatı vereceğini henüz karar verememiş ve vatandaşı söğüşlemek için kucak açmış alesta beklerken, el oğlu burada ikinci ev olarak motorkaravan edinmeyi neredeyse ilke edinmiş sanki.
Şu kısa sürede Yunanistan ve İtalya’yı karşılaştırdığımda Yunanistan’daki yolların çok daha güzel ve düzgün olduğunu ama İtalya’daki yerleşim yerlerinin mimarisinin ve estetik anlayışının bir de kiliselerin sayısının fark attığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Aslında gözümüze ve içimize sindire sindire tıngır mıngır gittiğimiz halde mesafeler haritada gözüktüğünden daha kısaymış gibi çabucak Rimini’ye yaklaşıyoruz ve önümüze çıkan San Marino tabelasına sapıyoruz, kıyıdan uzaklaşıp içeriye doğru ilerliyoruz. Ova bitti artık, sürekli ve tatlı tatlı tırmanıyoruz.
San Marino içinde eski şehre çıkmak için bir teleferik olduğunu fark edip yürürevimizi teleferiğin park alanına park edip yukarı çıkıyoruz.
Yanılmıyorsam gidiş dönüş kelle başı 4 er avro ödüyorum.
Sedef ilk önce burnuma yapışıyor.
ve yaşlılığım...
Ve hala yaşatılan ve yaşanabilen bir tarihin içinde neredeyse tüm günümüzü geçiriyoruz. Her ne kadar havanın çok rüzgarlı ve soğuk olması işin tadını biraz kaçırıyorsa da
gerek gezdiğimiz mekan, gerek gördüğümüz manzara,
özellikle aşağımızda kalan bulutların dansları ve tüm görüntüyü kucaklayan bir lokantada yediğimiz güzel biftekler
ve içtiğimiz şarap tam bir keyif almamızı sağlıyor.
Cemil Meriç'in ideolojisiz yapamayan insanlar bastonsuz olamayan yaşlilara benzer gibi bir sözü vardı. Sahiplerini bekleyen ideolojiler...
Değdi doğrusu.
Karı koca hayatımızın güzel ve hatırlanabilir günlerinden birini yaşadığımıza karar verip şarabın verdiği rehavetle dışarı çıkıyoruz ve Sedef ıvır zıvır alışverişi yaparken ki hiç işim olmaz, ben soğuktan amritin iti gibi titreyerek dolanıyorum ve manzaraya bakınırken aklıma şu fıkra düşüyor ve kendi halime gülüyorum.
Kafayı meyhanede bulmuş olan esmer vatandaşlarımızdan Ramazan, kış günü zaten tek takım elbisesi olan beyaz keten elbisesiyle meyhaneden çıkıp evin yolunu tutuyor.
Esen rüzgarı görünce, ilk önce şarabın etkisiyle böbürlenip rüzgara kafa tutuyor “es be, es yiğidin bağrına bağrına …”diyor. Köşeyi dönüp de rüzgarı daha bir yiyince ve tabii ucuz şarabın pembeliği kış ayazında kaybolup gidince ayılıveriyor ve söyleniyor “…buldun yine garibi vuruyorsun…”
Teleferikle aşağı iniyor ve sonra da Frenze yönünde iyice ara yollardan ve sık sık haritayı yoklayarak yol alıyoruz. Artık Apenin’lerin eteklerindeyiz, sürekli viraj ve sürekli yokuş. Bayağı yükseklere tırmanıyoruz. Sağda solda yer yer kar ve iyice ağaçların gölgesinde kalmış, güneş görmemiş yerlerde ince buz tutmuş su birikintileri…
Hava iyice soğudu ve kapadı, karla karışık yağmur atıştırıyor.
Radyatörün önüne bağladığım naylon sayesinde fiat ducatonun kaloriferi yokuş yukarı bizi iyice ısıtıyor ama yer yer karşılaştığımız inişlerde motorun sıcaklığı neredeyse 30 derecelere belki daha da altına iniyor.
Sedef inişlere ve çıkışlara göre “şimdi ısınıcaaz…şimdi üşüceez…” diye işi gırgıra vurmaya çalışırken arkaya geçip küçük battaniyeyi alıp bacaklarına örtüyor.
“Üşüceksin kocacığım…” dediğinde o fıkra aklıma gelip biraz daha şarap çeksem mi diye düşünüyorum.
Bu arada yol manzarasına diyecek yok. Dağlar, zaman zaman küçük gölcükler, akan küçük sular ve hep ağaçlar hep ağaçlar. Gök yüzünü ağaçlardan pek göremiyoruz bile, yolun üzerini de kapatmışlar, tünel gibi. Ve renkler…ve renkler…ve renkler…
Bir elimde fotoğraf makinesi bir elimde direksiyon ve sürekli virajlar olunca Sedef gemide isyan çıkartıyor. Çaresiz iki elimi de direksiyona teslim ediyorum.
Fakat o kadar güzel ki…
Doğa ve bazen tek tek, bazen ikisi üçü bir arada evler ve bazen köyler ve köy irisi yerleşim yerleri birbirleriyle o kadar uyumlu, o kadar güzel ki, aslında daha önce de bu tür yerleri gezip görmemize rağmen yine de mest oluyoruz.
Bir virajı dönerken, belki bir su akıntısına ya da bir gölcüğe ya da
henüz geçilmiş, kıvrıla kıvrıla yükselerek aşağıda bırakılmış bir köye tepeden bakan bir çıkıntıya serpiştirilmiş kütükten iki bank bir masa, içinde yaşadığınız anı masallaştırıyor.
Buradan şunu çıkartıyorum.
Bu dünyada yaşayan bazı insanların kendilerine saygıları var, bu biiirrr… Göçebe olmadıkları için ve nesiller boyu aynı yerde yaşadıkları için zaman içinde kendilerince eksiklik duydukları şeyleri yine aynı yerde yaşıyor olmanın sürekliliği ve görgüsü ve kültürüyle tamamlamışlar, bu ikiii…Yaşamı, sömürürcesine sadece tüketmeyi değil, katarak ekleyerek hak etmeyi ilke edinmişler,bu üüüç…
Daha pek çok gözlem sıralanabilir.
Gözlerim dinleniyor ve ciğerlerimi de bu keyiften mahrum bırakmamak için dumanlayıp duruyorum.
Şu sıra her şey iyi geliyor…Hatta hayat bile!
Akşamı ediyoruz ve o şirin yerleşim yerlerinden birinde ve yolun diğer tarafında
son derece güzel ışıklandırılmış birkaç dağ otelinin karşısında, uydu antenin de ağaçlardan etkilenmeyeceği bir şekilde gece molamızı veriyoruz.
İyice sarıp sarmalanıp yürüyüşe çıkıyoruz.
Belli ki bu yerleşim bir kaplıca bölgesinde. Otellerden birinde o soğuk havada, üstü açık ama sıcak bir havuzda insanların yüzdüğünü görüyoruz.
Küçük merkeze doğru yürüyüp, yemeği o sevimli lokantalardan birinde mi yesek diye salınıp yürürevimize dönüyoruz.
Yürürken birikmiş suların yavaşça buz tutmaya başladığını fark ediyorum. Zaten yağış da iyice kar halini aldı.
Bakalım bu gece truma sınavdan geçer not alacak mı?
Yine televizyonumuzu seyrederek keyifle yemeğimizi yiyoruz. Sonra iç ışıkları kapatıp perdeleri açıyor kah televizyonu kah yağan karı seyrediyoruz.
İçersi sıcacık oldu bile çoktan. Keyfimize diyecek yok.
Yatarken yine trumayı kapatıyorum, merakım, içerdeki sıcaklık ne kadar korunacak.
Sedef üşürüz müşürüz diyor ama, üşürsek yakarız diyorum.
Gece, nevresim içindeki battaniyenin üstüne bir battaniye daha çekip mışıl mışıl uyuyoruz.
Sabah erkenden kalkıyorum her zaman ki gibi, hem içersini ısıtacağım hem de sabah çayı. Ocak ta da, trumada da gaz pek bir nazlı yanıyor ve derken ruhuna el fatiha…
Hemen dışarı bakıyorum, kar biz yattıktan sonra durmuş olmalı, yerde fazla kar yok su birikintileri ise buz . Ben de buz gibi oluyorum ve diyorum ki herhalde gaz dondu. Gerçi gazın bitmiş olacağı ihtimalini de düşünüyorum zira yazın yaptığımız iki tane yirmişer günlük yolculuğumuz var. Mutfaktan dolayı gaz bitemez ama buzdolabını o yolculuklarda daha çok gazla çalıştırmıştım.
Gece örtü altında yatarken hiç üşümemiştik fakat karıcığım için şimdi içersini ısıtmak gerekiyordu.Hadi giyinirdik de ya çay… Keyfim kaçtı.
Neyse ara ara yoklayarak çayı yapabildim. Gaz bir geliyor bir sönüyor. Donduysa ne yanıyor, donmadıysa niye yanmıyor. Pek anlam veremedim. Bok yemenin arapçası…
Sedef de uyandı kahvaltımızı edip yola revan olduk bir yandan da tüpü sarıp sarmalasam mı diye yarım ağız mırıldanıyorum. Sedef “ boş ver diyor orası yüksekti şimdi daha aşağılara ineceğiz…” Öyle pek aşağılara maşağılara inmeyeceğimizi bal gibi biliyorum ama üşeniyorum doğrusu. Ve hazır fırsat bu fırsat “ peki karıcığım, bak nasıl da sözünü dinliyorum gördün mü…” diyorum. Neme lazııım, sakla samanı gelir zamanı.
Yine müthiş manzaralı yerlerden geçerek öğleni ettik. Hava biraz daha güneşli ve tabii sabah ayazı da yok.
Sedef öğlen için rahatça çorbasını yapabiliyor. Demek ki diyorum, gaz bitmemiş ama donmuş, en azından donar gibi olmuş.
Yollar sürekli viraj ve yokuş olduğu için çoğu zaman ikinci ara sıra ancak üçüncü viteste gidebiliyorum ve bu nedenle hız ortalamamız 20-25 km.
Gördüğümüz en yüksek râkım 1430 metre. Ama hep yukarılardayız.
Bu arada yine sürekli motorkaravanlarla karşılaşıyoruz. Envai çeşit. Ama araçlar daha çok fiat iveco.
Şoför mahalline titreşimden etkilenmeyecek nasıl bir kamera yerleştirilebilir diye düşünüyorum. Çünkü ben giderken fotoğraf çekmeye çalıştıkça karıcığım parmağını sallayıp “ hıııım… cız cız…” diyor.
Çattık yahu. “ Yahu şu güzelliğe baksana…” diyorum. “ E dur da çek o zaman…” diyor. O da benim işime gelmiyor. Neyse otuz yedi yıllık çata patlı, maytaplı alışkanlıkla biraz öyle biraz böyle işi bağlıyoruz.
Yolda akşamı ediyoruz yine. Hayatın güzelliği ve her şeyin iyi gelmesi bugün de devam ediyor. Tek sıkıntım, İtalya’nın bu yan yolları bakımlı değil arkadaş. Keyfime taş olmasa da mıcır koyuyor. Ve aslında biraz hayret ediyorum.
Akşam, bir başka şirin yine ağaçlar içinde köy irisi yerleşimin yanında mola veriyoruz.
Gazda sıkıntı yok, hem aşımız pişiyor hem ısınıyoruz.
Rakımız, biramız, şarabımız, uzomuz hatta viskimiz bile var. Hem sıcaktayız hem kuruda, karnımız tok sırtımız pek. Daha ne be!
Gece geçiyor fakat sabah kötü, gaz mafiş. Pıss yok. N’edicem simcik?
Sedef örtü altı sıcacık uyuyor daha. Ben çaysız ve çaresiz. Gazı yokluyorum yokluyorum beyhude çaba.
Günaydın yerine “ bak senin sözünü dinledim de…” diye başlasam mı diye içimden geçiriyorum ama kendi üşengeçliğimi de hatırlayıp “hös geri bas!.. vicdanlı ol..” diyorum.
Kara kara düşünüp alık alık pencereden dışarı bakarken güneşin tepenin arkasından yükselip bulunduğumuz yere değil ama 250-300 metre bir yere vurduğunu görüyorum.
Hemen marşa basıp oraya yollanıyorum. Sedef n’oluyoruz filan derken henüz afyonu patlamamış benden duyduğu, homurtuyla karışık gaz, gölge, güneş gibi kelimelere pek de bir anlam veremeyip “ sen uyumana bak karıcığım…” şeklinde, nazik ötesi hassas bir ses tonuyla emir kipine ilkokuldan kalma dilbilgisi sayesinde uyum gösteriyor.
Genellikle güneşten kaçarım ama bu sefer güneşe gidiyor ve tüpün olduğu yeri güneş ışınlarına denk getirerek park ediyor ve inip tüpün olduğu bölümün kapağını açıyorum.
Sedef yine “ne oldu..” diye soruyor. “ Güneşte çay pişireceğim…” cevabıyla “ Allah Allah…” deyip öbür tarafa dönüyor.
On beş dakika geçmiyor dağ güneşi tüpü hizaya getiriyor. Ohhh…çay ve sigara…
Keyifler arz-ı endam eyledi nihayet.
Yola koyuluyoruz ve hava güneşli…
Yine manzaraların eşliğinde öğlen vakti Frenze’ye
giriyoruz.
Yoğun bir trafik ve insan kalabalığı yüzünden merkeze yakın pek rahat dolaşamıyoruz ve park edecek yer bakına bakına nehre paralel merkezden uzaklaşıyoruz.
Nihayet uygun bir yer bulup nehir kenarında öğlen yemeğimizi yiyip yürüyerek merkeze gidip
insan kalabalığının arasına katılıp adeta sürükleniyoruz.
Hava soğuk yine. Durmadan çişimiz geliyor.
Hadiii, bir kafeye kendimizi zar zor atıyoruz ve tabii kahve çay bir şey içiyoruz. Çıkıyoruz, e gene çişimiz geliyor.
Hadi gene kafe, yine çay kahve. Sinirimiz bozuldu katıla katıla gülüyoruz.
Çişim geliyor…” Sedef…” diyorum. “ Kahvem geldi, senin çayın geldi mi?..”
Bu romantizmin de içine ettik...
Kah kih kah kih bir Frenze...
Fakat bir insan kalabalığı bir insan kalabalığı. Haa bu arada; bizim zamanla işimiz olmadığı için farkında değiliz, anlaşılan kurban bayramı da başlamış herhalde ki, mebzul miktarda tur turisti Türk’lerine rastlıyoruz.
Yapısıyla, heykeliyle meydanıyla ve dünyanın bütün coğrafyalarından kopup gelmiş insan seliyle sarmaş dolaş günü tamamlayıp yürürevimize dönüyoruz ve geceliyoruz.
Sabah gaz, ısınma ve çay sorunu yok. Hava yine soğuk ama şehrin sıcaklığı bizi koruyor olsa gerek. Kahvaltı ve hedef Siena.
Ben aslında gitmeyi seviyorum, burası kesin.Tabii yorulana kadar.
Siena; başka bir alem daha… Sokakları, yapıları ve özellikle ilginç eğimdeki koca meydanı. Meydanın çevresindeki kafe ve lokantalarda yine dünyanın her bir köşesinden gelmiş yığınla insan atıştırmakta ve demlenmekte. Bir de kimileri meydana uzanmış güneşte yüzlerini bronzlaştırıyor. Beleş solaryum ne de olsa.
Ve bu sefer ara yolları bırakıp ama yine otoyolu kullanmadan daha hızlı bir şekilde kıyıya, güneye ve Roma’ya doğru yollanıyoruz. Akşam üstü denize yukardan bakan ve kıyıya 8-10 km olan Tarquinia diye bir yere varıyoruz. Yine surları var ve eski şehri adımlıyoruz. Kurulmuş olan bir orkestra toparlanıyor ve böylece açık havada verilmiş bir konseri kaçırmış oluyoruz. Bizim ülkemizde de ne kadar çok böyle halka açık konser verilir değil mi diye düşünüyorum.
Aslında Frenze’den beri bayağı yol aldığımızdan yorgunluk çöküyor ve erken yatıyoruz.
Burası artık deniz kenarı ve buz muz yok ama gaz yine sürpriiizzz diyor.
Ben de “ hay senin babanın şarap çanağına…” diye başlıyorum.
Yine de bir ihtimal diye 10 km aşağı denize sıfır kıyıya iniyorum ama yok, gaz yok, bitti.
Yani bitmiş olmalı. Tesadüf bir bakıyorum ki gaz bayiinin yanına park etmişiz ve hemen gidip fakat bu sefer propan gaz soruyorum. Yok diyor, ben de almıyorum ve Roma’ya yollanıyoruz.
Roma’ya girmeden yol üstünde motorkaravan satan bir yere uğrayıp propan gazı nerede bulabileceğimi sormuş ve adres almıştım.
Roma’yı çevreleyen otoyolun 26 nolu çıkışından çıktığımda karavanla ilgili pek çok yer bulacağımı öğrenmiştim. Doğru oraya gidip 10 litre propan gazı ve tüpüyle birlikte bağlantısını da alıp 40 avro ödüyorum. Bu arada yığınla motorkaravanı ve aksesuarlarını satan pek çok yerin yan yana olduğunu görüyorum. Ve Türkiye’yi bir kere daha anıyorum.
Roma’ya yağmurla birlikte giriyoruz. Şehri epey bir turlayıp şehrin dışına doğru büyük bir alış veriş merkezinin otoparkında geceliyoruz. Yağmur bütün gece devam ediyor.
Ertesi sabah ilk önce otobüsle merkeze gitmeye karar veriyoruz fakat otobüs durağına kadar bayağı ıslanacağımız için vazgeçiyor ve merkeze doğru hareket ediyoruz.
Yine nehir kenarında bir park yeri bulup tabanvaya başvuruyoruz.
Roma kazan biz kepçe, yok aşk çeşmesi, yok İspanyol merdiveni hoşafımız çıkıyor.
Fakat Roma o kadar yağmurlu ki kaçalım diyor ve akşam üstü yola düşüyoruz.
Hep kuvvetli yağmur altında yol alıp Venafro denen bir yerde geniş bir park alanında konaklıyoruz. Bir biz varız, bir çakan şimşekler, bir de yağmur.
Bu sabah çok şükür gaz sorunu yok. Şakır şakır yağmur devam ediyor. Ben bayılıyorum ama Sedef hoşlanmıyor.
Neyse onun keyfini yerine getirmek için önümüze çıkan koca bir “ outlet center “ da iki saat mola veriyoruz.
Ben yürürevimde kahve ve yağmur keyfi yaparken o kurtlarını döküyor. Vay başıma gelenler.
Yola çıkıyoruz ve Apenin’leri bu kez batıdan doğuya bir kez daha yarıyoruz.
Yağmur altında da olsa yine muhteşem manzaralar.
Tepeler aşıyoruz. Bizim fiat-ducato, yaşlı ve nazlı olmasına rağmen memleket hasretini gidermiş olmanın mutluluğu içinde mırıl mırıl yokuşları tırmanıyor.
Akşam üstü oluyor ve normalde mola vermemiz gerekiyor ama hava o kadar yağışlı ki duracağımız yerde yürüyerek gezme şansımız yok.
Sedef yorgun değilsen gidebildiğimiz kadar gidelim istersen diyor.
Hava karardığı için ve de çevremizi göremediğimizden otoyola çıkıp bastırıyorum.
Bereket rüzgar arkadan geliyor. Yağmur mağmur 90-100 gidiyoruz. Müzik görevini Sedef üstleniyor. Campobasso, Foggia derken Bari’ye ne kaldı yahu diyoruz ve bir solukta olmasa da varıyoruz. Hatta Bari’ye girerken bir Bulgar tırının arkasına takılıyorum ve bizi doğru limana getiriyor. Hemen gidip yine gemi ve bilet soruyorum.
Tırnaklarını törpüleyerek cevap veren çıtır, gemiye daha önce bilet sattıkları yolcuları aldıklarını fakat fırtınadan dolayı geminin kalkamayacağını ve yarın sabah gelmemi söylüyor.
Emir demiri keser misali limandan çıkıp şöyle bir dolanıyoruz ve karnımızı doyurmak için bir yere giriyoruz.
Karşımıza işletmeci olarak Malatyalı, Erzurumlu yurttaşlarımız çıkıyor. Hem yiyoruz hem sohbet ediyoruz. Pek çok yerde dönerci şubeleri olduğunu söylüyorlar. Bari’ye iki yıl önce gelmişler. Ne demeli, böyle bir dünya işte.
Bari’de geniş bir yol kenarında bir tırın arkasına park edip uyuyoruz. Ertesi sabah tekrar limana gidip bilet soruyorum. Ve saat 5 de kalkacak gemiye üstelik yürürevimizde gecelemek koşuluyla vergiler dahil 190 avro ödeyerek İgoumenitsa’ya bilet alıyorum.
Bari’yi yine yağmur altında gezebildiğimiz kadar geziyoruz. Eski şehir hayli ilginç ama ayaklarımız su içinde kalıyor.
Bu arada Yunanistan’daki olan bitene destek vermek isteyen protestoculara rastlıyoruz.
ve tabii...
Karnımızı lezzetsiz bir Adriyatik kılçığına, iki istiridye, bir tabak karışık salata ve iki bardak şaraba 60 avro ödeyerek doyuruyoruz.
Amma kılçıktı ha!
Limana ve gemiye kendimizi atıyoruz.
Gemi, Ancona’ya geçerken bindiğimizden daha büyük fakat daha eskice. Konforu yerinde ve Kıbrıs Rum bandıralı.
Ne yapılır? İçiyoruz…Sonra bir daha içiyoruz…Arada yiyoruz ve yerken yine içiyoruz.
Geç vakit aşağıya inip yürürevimizde yatağımıza çekiliyoruz.
Fakat fırtınadan, dalgalardan ve sesten uyku muyku yok.
Sabahın tam 6.30 unda Igoumenitsa’da ikiliyorum. Yol yine pırıl pırıl asfalt. Otoyol yapımı devam ettiği için tabelalar bizi yan yollara veriyor ama asfalt o kadar düzgün ki Sedef alkovanda uyumaya devam ediyor. İki saat yol aldıktan sonra mazot almak için durduğumda aşağı iniyor.
O iniyor ama biz tırmanmaya başlıyoruz.
Ioannina bölgesi dağlık soğuk ve kar atıştırıyor. Yüksekçe bir yerde mola verip sabah kahvaltımızı yapıyor, kahvemizi içiyor ve manzarayı seyrediyoruz.
Ve bu sefer otoyoldan hiç çıkmadan ve oyalanmadan yol almaya karar veriyoruz. Akşam sınıra varırız ve sonra Tekirdağ’a kadar iki saatlik yolumuz var diye hesap ediyoruz.
Bayağı bir karla tanışıp ve bu sefer kar manzarası eşliğinde keyfe keyif katan kaymak gibi yolda yolculuğumuzu her zamankinden daha hoşnut sonlandırmaya hazırlanıyoruz.
Bu sefer yolculuk dönüşü moral bozukluğu yok. Çünkü sanki hala dönmüyoruz, bu duygu sanırım bize pek çok yolculuk imkanı tanıyacağına inandığımız yürürevimizin sayesinde. Yine tepelerde bir yerde, bir kafede kahve içip soluklanıyoruz.
Ve devam…
Yalnız bu otoyolda benzin istasyonu tabelası var fakat kendisi yok. Mazot alabilmek için yakında ki yerleşim yerine girip mazot alıyoruz.
Öğlen yemeği için Sedef arkaya geçip ekmek arası bir şeyler hazırlıyor, giderken atıştırıyoruz. Artık gözümde kilometreler büyüyor. Bir saate bakıyorum, bir tabelalardaki kilometreye, bir de göstergeye. Aksi gibi rüzgar Türkiye’den esiyor ve hızımızı kesiyor sanki gelmeyin aceleniz ne der gibi. Yol düz, düzgün ama motor 1900 cc.
Taş çatlasa ıkına sıkına 90 ı ara sıra görüyorum. Ulan olur mu be!.. Reva mı bu yani!..
Üstelik gecenin uykusuzluğu kendini göstermeye başladı göz kapaklarımda bütün günahlarımın ağırlığı.
Ne çok da günahım varmış meğer diye düşündüm.
Eh tabii…Sen çek rakıyı, çek uzoyu, çek şarabı…Şu dünya denen kürede, günah mı bıraktık aleme!..
Sedef’e dedim ki…
“ Karıcığım… kocacığın morukladı artık, sınıra 40 km kala Alexandroupoli ve benim günah çıkartmam lazım.
Tamaaam… dedi.
Zaten o tamam demeseydi ne hayatımın yolculuğu ne bu yolculuk olurdu.
Çektik uzoyu anasını satiiim. Ne hiç kaldııı ne günahları.
Maya hamura döne
Hiç idi ben ola kişi
Ömür yaza çize ademe
Özüne ırak düşe kişi
Hamur nice çile çeke
Erip de hiçe döne kişi
- BİTTİİİİİİİİİ-