Ynt: Tek Başıma Arabayla 72 Günde Doğu-Orta-Kuzey Avrupa 22 Ülke 24000km Overland
Başlarken
Nihayet öğrendim, daha doğrusu kabullendim kaderimi, büyük konuşmamam lazım hiç. Üçbuçuk yıl önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya doğru ilk uzun soluklu gezime çıkarken kısıtlı zaman-para imkanlarımı Doğu’nun egzotik ülkelerinde harcamaya niyetliydim. Az sayıda insan tarafından merak edilip gidilen yerleri görmek istiyordum. Avrupa ülkeleri bu kapsamda değildi benim için ve komple Avrupa’yı kapsayan bir yolculuğa hiç niyet etmemiştim. 2011 yılının Temmuz’unda İzmir sıcağında otururken Arabaya nevaleyi doldurup uzaklara gitme isteği yine nüksetti, seyahat hastalığım hortlamıştı yine. Orta Asya ülkelerini görmek istiyordum aslında, ama oralara gidebilmek için çok formalite vardı ve tamamlayana kadar en az bir ay geçerdi, ben hemen yola çıkmak istiyordum.
Avrupa ülkeleri gezisi başta sıradan gibi gözükse de rotayı kendimce eğip, bükersem; mesafeyi, ülke sayısını arttırırsam seyahatim anlamlı hale gelebilirdi. Ben de ilgim dahilinde elden geldiğince fazla yer görmek üzere kabaca bir yol belirledim kafamda. Elbette her zamanki gibi yine haritaya çizilmiş güzergahım ya da gezi planım yoktu. Ukrayna Vizesi ve Schengen çıkana kadar geçen on günde hızlıca hazırlıklarımı yaptım, arabamı yükledim. Yola çıkacağımı öğrenenler sormaya başladı: “Zafer, tam olarak nereye gidiyorsun?” . Tam olarak bilmiyordum, kuzeye doğru gidiyordum işte, yetmez miydi? Seyahatle ilgili konularda her şeyi bilmeye çalışmamak bende yerleşik hale gelmeye başlamıştı sanırım, endişe duymuyordum pek. Başıma gelecek iyi-kötü şeyleri planlayamadıktan sonra bilmek denen şey sadece niyet etmekten ibaret. Temmuz’u ikinci yarısı yola çıktım…
Gitme Vakti
Eksik gedik var mı diye son kez bakıp öğleye doğru hareket edebildim. İzmir-Çanakkale hattından defalarca geçsem, uğramaktan sıkılmayacağım yerler vardı aslında; ama Kuzey Avrupa Ülkeleri’ne kış erken geliyor malum ileriki haftalarda mahrumiyet yaşamamak için hevesimi dönüşe saklamaya karar verdim. Kırklareli üzeri Dereköy Sınır Kapısı’na gelip geceyi burada geçirdim ve evet, önceki akşam İzmir’de sıcaktan şikayet ederken, kuzeyin serinliğini hissetmeye başlamıştım bile.
Dereköy Kapısı’nın trafiği pek yoğun değildi, ertesi sabah işlemleri tamamlamam yarım saat kadar sürdü. Schengen Vizesi mevcutsa Bulgaristan’dan ve Romanya’dan beş güne kadar transit geçiş hakkı var. Sınırın diğer tarafında, Avrupa’da şahsa ait araçla seyahat ederken dikkat edilmesi gereken en önemli şeye odaklandım, Vinyet’e. Yol vergisi etiketi uygulaması bazı ülkelerde mevcut ve ülkeden çıkarken gümrükte kontrolü yapılabiliyor. Haftalık, iki haftalık etiketler var, kısa süreli almak yeterli. Vinyet genelde sınırdaki ofislerde ya da en yakın benzinlikte bulunuyor.
Dereköy’den Bulgaristan’ın Karadeniz Sahili’ndeki Tsarevo’ya bakımsız ve ıssız bir yoldan ulaştım. Kasaba, turistik gibi hava taşısa da, yaz ortasında bile sakin, sanırım pek rağbet görmüyor yerli turistten. Otuz yıl öncesinin henüz keşfedilmemiş Ege ve Akdeniz Kasabaları’nı anımsattı bana. Fazla kalmadım, kuzeydeki Sozopol’e yöneldim.
Sozopol daha büyük ve turistik bir kasaba. Plajlar ve çarşı temiz, düzenli. Yemek yenebilecek, alışveriş edilebilecek bolca yer var. Buradaki hareketliliği genelde yerli turistler oluşturuyor. Yer Karadeniz kıyısı olunca yaz ortasında bile çok sıcak hava ve deniz suyundan söz etmek mümkün değil. Buralarda deniz mevsimi iki ay bile sürmüyor. Elbette, Türkiye ve Yunanistan’ın 4-5 ay mutluluk garantili plajları varken Avrupa ülkelerinden tatilcilerin Bulgaristan sahillerine akın etmesi zor. Yemek ve kalış fiyatları da ucuz sayılmazdı, neyse ki çadırım ve ocağım sayesinde yüksek maliyetlerden etkilenmedim.
Gece kasaba yakınındaki plajda kaldım. Koy ıssızdı, benden başka geceleyen dört kişilik Türk kökenli bir aile vardı, sohbet ettik. Söylediğine göre, Bulgaristan’da siyasi rejim ve ekonomik düzen değişmesine rağmen burada yaşayan Türk kökenli insanlar hukuken değilse de pratikte ülkede azınlık olma gerçeğini eskisinden bile fazla hissediyorlarmış. Bu Türkiye de dahil dünyanın her yerinde böyledir zaten. En demokratik ülkelerde bile azınlıklara durumları farklı yollarla hatırlatılır.
Sabah Burgaz üzeri sahil yolundan giderek Varna’ya vardım. Varna Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısındaki en büyük ve hızlı gelişen şehri. Merkez kısmında plaj bölgesinin arka tarafında boylu boyunca uzanan parklar, gezi alanları var. Kumsal korunmuş, insanlar koskoca kentin önünden temiz denize girebiliyorlar. Manzara etkileyiciydi benim için, kendi memleketimde güzelim Karadeniz kıyılarının ne hale getirildiğini; yapılan ihtiyaç fazlası anlamsız otoyollarla kentlerin, kasabaların denizle bağlantılarının nasıl koparıldığını hatırladıkça üzülmeden edemedim. Karadeniz Sahil Otoyolu’nu geçenler ne demek istediğimi iyi anlarlar. Çoğu yerde arabayı kenara çekip, deniz kenarına gitmek mümkün değildir.
Varna’nın bence özellikle görülmesi gereken yeri yok, parklarında, trafiğe kapalı sokaklarında haritasız dolaşıp tanınabilecek bir şehir. Günümü Primorski Parkı’nda yürüyerek, Donanma Müzesi’ni gezerek geçirdim. Müzede 1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlı’ya ait Hamidiye Kruvazörü’nü vurmuş Draski Torpidobotu gururla sergileniyor. Hamidiye güç bela İstanbul’a ulaşıp tamir görmüş ve yeni görevlere çıkmış. Elbette Bulgarlar “Torpilledik de, batırmayı beceremedik.” yazmamışlar panoya, sonradan araştırıp öğrendim.
Varna’da Dolfinaryum’a da gittim. Yunus gösterisi izlememiştim daha önce. Hayvan gösterileriyle ilgili fikrimi söylemiş miydim hatırlamıyorum. Hayvanların özgürlüklerini elinden alma ve onları bir şeyler yapmaya zorlama durumu başlangıçta acımasız gibi görünse de, eğer bugünün çocukları onları bir vesileyle yakından görüp sevebiliyorsa, içlerinde o hayvanların bulundukları doğal yaşam ortamlarını koruma duygusu yeşeriyorsa, bu varlıklar kendi nesillerinin sürmesi için önemli iş yapıyorlar, çektikleri eziyete değiyor demektir. Aynı sebepten hayvanat bahçelerinin de önemli misyonu olduğunu düşünüyorum. İki sene önce yeğenimle İzmir Doğal Yaşam Parkı’na gitmiştik. Orada zürafa Efe var, koca kafasını okşayıp ot yedirmiştik. Hala hatırladıkça kendimi mutlu hissediyorum. Belki komik gelecek, bir zürafaya dokunmak benim için değerli anı niteliğindedir.
İzmir için yaptığım tarifi Varna için de yineleyebilirim, turistik değil ama yaşamak için güzel bir kent…
Akşama doğru Varna’dan ayrılıp kuzeydeki sahil kasabası Balchik’in balıkçı barınağında çadırımı kurdum. Gece yatarken hava tamamen açık ve ılıktı. Ferah uyumak için çadırın üst örtüsünü takmamıştım. Gecenin üçünde sağanak bastırdı, kumaştan geçen atomize damlalarla ıslanmaya başladım, tulumu alıp arabanın içine kaçtım. Yağmur hafiflediğinde üst örtüyü takıp tekrar çadıra geçtim, ufak çaplı sefaleti az hasarla atlatsam da doğru dürüst uyuyamadım. Anladım ki, kuzeye süren yolculuğum boyunca epey yağmur ve soğuk yiyecektim, her koşulda daha tedbirli davranmam gerekiyordu.
Sabah birkaç Türk balıkçıya rastladım, biraz şaşırdım. Bulgaristan’daki Türk azınlığın tıpkı Yunanistan’daki gibi sadece Türkiye sınırına yakın yerleşimlerde ikamet ettiğini sanıyordum. Burada durum biraz farklıymış, ülkenin doğusundaki her yerde Türk’e rastlanabiliyor. Balıkçının söylediğine göre buraya Türkiye kökenli Türkler de gelmişler son yıllarda. Hatta tekne getirmişler, Bulgar kadınlarla evlilik yapıp oturma izni almışlar.
Sabah yönümü batıya çevirip Srebarna Gölü çevresindeki koruma alanından geçtim. Bölge görsel açıdan çok albenili değil, barındırdığı bitki ve yaban hayvanı çeşitliliği açısından önemliymiş. Hayvanları ortalıkta dolaşırken görmek mümkün değil, bitkileri ayırt etmek ise uzmanlık işi.
Vetren Doğa Koruma Alanı’ndan çıkıp yakınlarındaki Rusenski Lom Doğa Parkı’na yöneldim. Bu doğa parkının ilginç yanı Basarbovo Kaya Manastırlarını barındırmasıydı. 15. yüzyıldan kalma Ortodoks manastırları 1940’larda restore edilerek yeniden kullanılmaya başlanmış.
Bulgaristan’ın doğusunda süren yolculuğumu Ruse’de tamamladım. Tuna Nehri üzerindeki köprüyü geçerek hızlı ve sorunsuz biçimde Romanya’ya giriş yaptım. İlk benzin istasyonunda Vinyet alıp Bükreş’e yöneldim. Yol üzerinde Türk tırcılara özel çok sayıda park-geceleme yeri vardı. Birkaç tanesine durup baktım, belki kalırım diye. Park alanında bir gariplik yok da tesis kısmı gerçekten ilginçti, dekor ve işleyiş olarak bildiğimiz pavyon düzenindeydiler. Özellikle Rusya’ya mal taşıyan tırların ana güzergahıymış bu yol. İstanbul veya Trabzon üzeri ro-ro aktarmalı girmek mesafe açsından kestirme gibi görünse de, Ukrayna ve Rusya’da uzun süren liman formaliteleri yüzünden pek tercih edilmiyormuş. Özellikle yaş sebze-meyve taşıyan tırlar için süre çok kritikmiş. Tır parklarındaki şoförler benimle ilgilenip mekan sahipleriyle konuştular, ücretsiz kalma imkanı bile yarattılar, ama ben ‘tesislerden’ faydalanabilecek ruh halinde değildim pek. Pavyonların üst odalarının sadece uyuma amaçlı kullanılmadığı aşikardı. Yol kenarında kuytu yer bulup yatmak daha cazip geldi, öyle yaptım..