Ynt: Tek Başıma Arabayla 72 Günde Doğu-orta-kuzey Avrupa 22 Ülke 24000km Overland
Litvanya
Polonya’nın kuzeydoğusundan Litvanya’ya geçiş yaptıktan sonra başkent Vilnius’a vardım. Diğer tüm Post-Sovyet ülkelerinde olduğu gibi tertemiz, bakımlı ve ihtişamlı bir başkent görmeyi bekliyordum, öyle de oldu. Barok mimariyi seyretmekten gözlerinizin yorulacağı, yer yer hangi tarihte yaşadığınızı unutturacak kadar bütünlüğü korunmuş atmosferiyle Vilnius ziyaret edilmeyi hak eden derli toplu, insan yoğunluğu düşük, sakin, trafiksiz bir şehir. Citta Slow denen organizasyona başvursalar aynı gün kabul edilirler herhalde.
Litvanya 1990 yılında Sovyetler’den ayrıldığını ilan edene dek, yani sosyalist sistemin içince bulunduğu sürece bu kadar kalkınmış bir ülke değilmiş. Bağımsızlığın ardından Avrupa Birliği üyeliği, gelen yardımlar ve yapılan yatırımlar sayesinde 20 yıl içinde muazzam gelişme kaydetmiş, Avrupa’nın ekonomik anlamda en hızlı büyüyen ülkelerinden biri olmuş. Ülkeler küçük, nüfusları az olunca kaderleri olumlu ya da olumsuz yönde uçlarda gezinebiliyor. Litvanyalılar topraklarında bazen devlet kurmayı başarabilseler de son birkaç yüzyıllık dönemde Almanlarla Ruslar arasında sıkışıp bir o tarafa bir bu tarafa bağlı yaşamak zorunda kalmışlar.
Özellikle Sovyetler birliği döneminde Stalin’in gazabından en çok nasiplenen ülkeler küçük ama isyankar ve inatçı Baltık Ülkelerinin halkları olmuş. Bu ülkelerin milli müzelerinde, yaşanan trajedi belgeleriyle sergileniyor. Stalin muhalifliğinden en ufak şüphe duyduğu insanları alıp Sibirya tundralarındaki çalışma kamplarına hapsetmiş ve giden geri dönmemiş, yakınları haber dahi alamamışlar.
Tarihin cilvesi sanırım Sovyetler’in dağılma sürecini fiilen başlatan; yani Sovyetlerden ilk ayrılanlar Litvanya, Letonya ve Estonya’dır.
Vilnius’e dönersek, yarım milyon nüfuslu kent yeniçağ barok tarzı katedralleri ve binalarıyla çok iyi durumda bir eski şehir görme imkanı sunuyor. Kentin bu bölümü UNESCO Dünya Mirası listesinde ve Avrupa’a bütünlüğü korunmuş en büyük eski şehir alanıymış.
Şehrin sembolü, Katedral Meydanı’ndaki Vilnius Katedrali. Burada ilk kez 1400’lerin başında ahşap bir kilise yapılmış. Daha sonra 1800’lerin başında bu katedral inşa edilmiş. Stalin zamanında hasar görmüş ve kullanılamaz hale gelmiş. Bağımsızlıktan sonra tamamen tamir edilip şimdiki görüntüsüne kavuşturulmuş.
Katedrali gezdikten sonra hemen kuzeyinde yakın mesafedeki Litvanya Milli Müzesi’ne gittim. Adından da anlaşılacağı üzere burası Litvanya tarihini öğrenmek için Vilnius’da mutlaka uğranılması gereken mekanlardan biri.
Meydandan sonra eski şehir kısmına yürüyüp Pilies Caddesi ve çevresini, caddeyi kesen sokaklara gire çıka gezdim. Bu bölge başlı başına güzel, özellikle şurayı görün demek mümkün değil. Onlarca kilise, opera-tiyatro binaları lüks restoranlar, hediyelik eşya dükkanları görmek mümkün. Bence Vilnius’un bu bölgesi haritaya fazla bağlı kalmadan yorulana dek spontan şekilde, yani gözleriniz ve ayaklarınız Sizi nereye götürürse o şekiilde gezilmeli.
Vilnius’da geçen bir günün ardından Türklerin uzak akrabalarının yaşadığı Trakai’a doğru yola devam ettim…