Ynt: Tek Başıma 45 Günde Vietnam-Kamboçya-Tayland
Saygon mu Ho Chi Minh’in Şehri mi ?
Güneydoğu Asya’nın en kalabalık, baş ağrıtıcı şehirlerinden Saygon’a hoş geldim. Gürültülü dediysem de her metropolde gördüğümüz kadar işte, fazla da abartmamak lazım. Yola çıkmadan önce birkaç gezi notu okumuştum, kentin olağanüstü kaotik yapısından bahsediliyordu, yine de gidip kendin görmek, fikir edinmek en iyisi. Yüzlerce fotoğraf, yazı, belgesel varken yollara düşüp evden binlerce kilometre uzağa savrulmanın başka açıklaması olabilir mi?
Benim gezdiğim Saygon, Türkiye’de eşleştirebileceğimiz örneğin İstanbul’dan ne daha kirli, ne daha berbat trafiği var, ne de genel anlamda daha tehlikeli. Kentin en karmaşık gibi görünen yanı motosiklet trafiğidir. Vietnam şehirlerinde son yıllarda gelişmekle birlikte, halen yeterli toplu taşıma ağı yok. İnsanlar gelir durumlarına göre motosiklet ya da bisiklet kullanıyorlar. Özel otomobil sayısı çok az. Mevcut trafik düzeninde otomobille seyahat etmek pek verimli değil. Kentte kısa süreli misafir kalanlar ulaşım için motosiklet taksileri tercih ediyorlar, benim de birkaç kez işim düşmüştü. Telaşa gerek yok sürücüler gayet ustalar babanızın güvenli kollarındaymışsınız gibi hissedebilirsiniz kendinizi. Burada trafiğin akışı yazılı sabit kural ve işaretler üzerine değil, ‘hareketin tahmin edilebilirliği’ üzerine kurulu. Yaya iseniz ya da motosikletle gidiyorsanız niyetinizi belli ediyorsunuz, bir biçimde karşıdakiyle mutabakat sağlanıyor ve kazasız belasız yola devam ediliyor. Karşıya geçerken üzerinize gelen onlarca motosikleti görüp panik yapmamak gerekiyor. Yön ve hız değiştirmeden yürümeyi sürdürdüğünüzde sıkıntı yaşanmıyor. Siz onların arasında boşluk aramayın boşuna, bulamazsınız. İnisiyatifi motorlara bırakın, onlar her gün caddedeler.
Peki, neden iki adı var bu şehrin? Saygon kentin kurulduğundan 1976 yılına, yani savaşın bitimine dek kullanılan adı. Komünist Kuzey kazanınca bir anlamda galibiyetin damgasını Güney Vietnam’a vurmak amacıyla kentin adı değiştiriliyor ve ‘Thành phố Hồ Chí Minh’, yani Ho Chi Minh City oluyor. Günümüzde savaştan sonra doğmuş ve dünya üzerindeki bütün komünizm pratikleri gibi Vietnam’dakinin de halkı refah ve mutlulukta değil; mahrumiyet ve esaret duygusunda birleştirmesinden muzdarip, kanımca yakın geçmişi pek umursamayan Güney’in gençleri yeni adı tercih ediyorlar. Orta yaş kuşağından insanlara sorulduğunda “İkisi de olur, fark etmez.” cevabı alınıyor.
Saygon, ülkenin geri kalanı gibi sabah saat en geç beşte uyanıyor, işe gidecekler altıda sokaklara dökülüyorlar. Benzer manzarayı dolaştığım kırk küsur ülkede görmüşlüğüm yok. İşin ilginç yanı, günlük hayat bu kadar erken başlamasına rağmen hareketlilik gece geç saatlere kadar sürüyor. Öyle sokaklara taşan hali yok, ama aradığınızda gece hayatı ve eğlencelerine de ulaşabiliyorsunuz. Ülkede dikkati en çok çeken şeylerden biri de insan vücutlarının boy ve beden kalınlığı olarak neredeyse tek tip görünmeleriydi. Uzunlu kısalı, şişmanlı zayıflı bir millet değil Vietnamlılar, birbirlerine çok benziyorlar. Zannedilenin aksine tüm Asya’da aynı durum gözlenmiyor. Örneğin Tayland’da ya da Hindistan’da farklı tipte insanlara rastlanıyor. Bu durum sanırım Vietnamlıların geçmişte başka halklarla karışmamalarıyla ilgili.
Saygon, hem yaşayan caddelerine kendimizi plansızca bırakıp akıntının götürdüğü yere sürüklenebileceğimiz hem de belli bazı adreslerinde saatler geçirip ülkenin geçmişine ve bugününe dair önemli fikirler edinebileceğimiz şehirlerden.
Orada yaşayanların yaptığı gibi gün doğarken dışarı çıkıp, farklı saatlerde gözlemlenebilen ayrıntıların peşine düşmek lazım. Şafak vakti önerebileceğim en güzel şey, önce düzgün bir köşe başı tezgahında Po Çorbası içmek, ardından yakınlarda park varsa gidip emekli amcaların ve teyzelerin sabah jimnastiğini(kata) izlemek. Kata denen, her hareketi doğadan alınan ilhamla oluşturulmuş, aslen dövüş figürleri koreografisi ya da egzersizi diyebileceğimiz sporun temelinde kalbi hızlı attıran seri hareketler yok. Bu daha çok denge ve konsantrasyona dayalı meditasyon yönü de bulunan bir idman.
Ziyaretçi akını henüz başlamadan Savaş Kalıntıları Müzesi’ne mutlaka gitmek gerekiyor. Vietnam’ın başka yerlerinde de savaş müzeleri var, ama burası en büyük ve önemlisi. Sadece Vietnam’ın değil, soğuk savaş döneminin baş aktörü A.B.D’nin de tarihini derinden etkilemiş 30 yıla yayılan çatışma süreci sadece sergilenen silahlarla değil, uzun tasvirlere gerek bırakmayan fotoğraf afiş ve belgelerle anlatılıyor. Şimdiye dek gördüğüm en etkileyici savaş tarihi müzesi. Acı, vahşet, ölümle yüzleşmeye dayanamayanların sınırlarını zorlayacak türden görseller var. Binadan çıktıktan sonra bir süre kendime gelemediğimi söylemeliyim. ‘Başkalarının adına utanmak’ diye bir duygu vardır bilir misiniz? Bazen başka insanların yaptıkları öyle tahammül edilmezdir ki, Siz onların yaşaması gereken utanç ve onursuzluk duygusunu ister istemez içinizde hissedersiniz. Olup bitmiş bu şeylere uzağından bakabilmek bile ağır gelir bünyenize. Neyse… Göreceksiniz zaten, katlanabileceğiniz kadarını seyredin, kendinizi zorlamayın.
Şimdiye dek birkaç Budist ülke ve onlarca tapınak gördüm. Bu tapınakların bazıları tarihi eser niteliğindeydi bazısı da halen faaldi. Kullanılan tapınaklar arasında beni en çok etkileyenler Saygon’da gördüğüm Thien Hau ve Jade Emperror tapınaklarıydı. Aslında şehirde yüzlerce irili ufaklı pagoda var, ama bahsettiklerim çok hareketliydi, sanırım o sebeple öneriliyorlar. Günün her saatinde insanların akın akın gelip ibadetlerini yaptıkları, geniz yakan göz yaşartan tütsü kokusu ve dumanıyla kaplı, içine giren kişiyi tüm dış dünyadan koparan olağanüstü bir atmosfer mevcuttu. Kenarda durup saatlerce oradaki devinimi izleyebilirdim sıkılmadan.
Din, inanç, tanrı konularına epey kafayı takmıştım eskiden, araştırıp öğrenmeye çalışır, sorgulardım. Şimdi geldiğim aşama fazla yargılamadan, kendimi şüphe duygusuyla sürekli rahatsız etmeden bir şeyleri varsaymaktan ibaret. İnsanların kendilerine ve çevrelerine zarar vermelerini engelleyecek türden tüm inanç ve ideolojilere saygı duyuyorum. Jade Emperror’da dua edenlerde hissettiğim en önemli şey samimiyet idi. Belli bir ibadet vaktinde veya kendilerini mecbur hissettiklerinden ya da çevreye görüntü vermek için orada değillerdi. İçlerinden geldiği gibi dua etmek istedikleri için o an oradaydılar.
Tapınaklardan arta kalan zamanda kentin yine zamanın nasıl geçtiğini unutturan başka bir bölümüne gittim, Çin Mahallesi ve yanındaki Binh Tay isimli büyük toptancı pazarı. Üçyüzbinden fazla Çinli burada kendi içlerine kapalı biçimde yaşamaktalar. Çinliler bu açıdan Türklere benziyorlar. Anavatanları dışında bulundukları ülkelerde kendi yaşam alanlarını oluşturma eğilimindeler, dışarıyla pek bağlantı kurmuyorlar. Tayland’da da benzer şekilde Çin mahalleleri vardı. Söz konusu bölgeyi hakkıyla dolaşmaya kalksanız sabahtan akşama bitiremezsiniz. Bana yoğunluk ve canlılık açısından Kahire’deki Han El-Halili Çarşısı’nı anımsatmıştı. Yüzlerce dükkan ve tezgahta akla gelebilecek her türlü mal mevcut. Yiyecek, giyim, dayanıklı tüketim eşyaları ve diğer günlük ihtiyaçların sanırım en ucuzunu burada bulmak mümkün, özellikle öğleden sonraları çok kalabalıklaşıyormuş sokaklar.
Akşamüstüne doğru, Güney Vietnam zamanında başkanlık sarayı olarak yapılmış şimdiki adı Birleşme Sarayı olan yere gittim. Bu büyük bina 1966’yılında tamamlanmış ve 1975 yılına dek kullanılmış, sonra müzeye dönüştürülmüş. Kuzey Kuvvetleri Saygon’a ulaştıklarında halen bahçede duran tankla nizamiye kapısını kırıp içeriye girmişler ve yönetimi devralmışlar. Bina çok büyük, iç kısmı da dışı gibi sert hatlı. Onlarca salon ve odada yüzlerce sandalyeyle var. Neresi hangi amaçla kullanılıyordu pek detaylı bilgi yoktu.
Gün batımına doğru Merkez Postanesi ve Notre Dame Katedrali’ne gittim. Buralar özellikle önerilmişti, bence görülmeseler de bir şey kaybedilmez, Saygon’un ruhu oralarda yakalanmıyor.
Rozy… Onunla gezdik buraları, Amerikalı bir kadın. Yıllarca fastfood zincirlerinde çalıştıktan sonra ayrılmış, evini tasfiye etmiş ve yollara düşmüş. Seyahatinin başlangıçındaymış daha, iki arkadaşıyla birlikte gelmişler buraya. “Vietnam’dan sonra nereye gideceksin?” dedim, “Bilmiyorum, mümkün olduğunca geç geri dönmek istiyorum” dedi. Dönüş biletsiz, tarihlerden bağımsız, rotasız ilerlemek ne güzel. Yerleşik hayatta böyle hesapsız hareket etmek çok zor, zaten seyahatte özgürlük duygusunun hissedilmeye başlandığı eşik de bu. Bilmiyorum şimdi nerede, dilerim evine dönmek istemeyecek kadar mutludur uzaklarda…