Kışın Iber Yarımadası

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan oralakbas Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 221
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 45,220

Etiketler
Malaga çok güzel bir liman şehri… Eski şehir bölgesi de neşeli ve kalabalık. Denizin kenarını modern bir mimariyle ve insanların çok rahatça gezinebileceği şekilde düzenlemişler. Kıyı marina işlevi de görüyor. Tekneleri oraya öylece bağlanmışlar ki insan ‘burada bir güvenlik sorunu yok demek’ diye düşünüyor.

 

Malaga Picasso’nun doğum yeri… Doğduğu ev müze haline getirilmiş. Orayı görmeyi hedefliyoruz. Bir de para yetmediği için çan kulesi tamamlanamamış olan Katedrali görmeyi. Bunlar epey zamanımızı aldı. Daha görülmesi gereken önemli yerler olduğunu biliyoruz; örneğin, çok zengin bir koleksiyonunun olduğu söylenen Rus Müzesi ve Modern Sanatlar müzesi… ama şehri de görelim diye dolaşmaktan pilimiz bitince buraları göremedik.

 


15/01/2017, Pazar, Ronda’ya doğru
Sabah ikimiz de hafif solunum yolu enfeksiyonu şikâyetleri ile kalktık. Yola çıkıp çıkmamakta tereddütlüyüz. Sonunda çıkmaya karar verdik.
GPS’imiz Tomtom Ronda’yı 81 km hesapladı. Saat 10.30 gibi yola çıktık. Dağlara doğru şahane bir yoldan ilerliyoruz. Yamaçlara yerleşmiş bembeyaz evleriyle çok güzel bir köye geldik. Bu bölge zaten ‘Beyaz Köyler'i (Pueblos Blancos) ile meşhurmuş, ki Ronda da onlardan biriymiş. Köyü çıktıktan sonra oldukça dar bir yoldan ilerlerken, bir yere geldiğimizde kalakaldık; artık önümüzde uzanan yol bağların, bahçelerin arasına doğru giden toprak bir yoldu! Tomtom’un nasıl bizi böyle bir yere getirdiğine anlam veremedik ve biraz canımız sıkıldı.

 



Meğer biz Tomtom’da, ne anlama geldiği üzerine düşünmeksizin ‘en kısa yol’u seçmişiz. Ancak bunu yaparken yolun niteliği seçeneğini atlamışız; mesela ‘toprak yollar hariç’ seçeneğini işaretlememişiz Cihazın bir kabahati yok yani! Artık geçmiş olsun dedik ve yeni bir rota istedik. Yeni yolumuz da, tamam toprak değildi, ama neredeyse tek arabalık bir yoldu. Neyse ki çok az trafik vardı. İlginç olan yolda hayli bisikletçi görmek oldu. Dağlardan, vadilerden, şahane manzaralardan ve bir Doğa Parkının içinden geçtik, öğlen saatlerinde Ronda’ya vardık.

 

Ronda için CamperContact ücretli bir karavan kamping gösteriyor (36.720427°, -5.171637°). Biz oraya gitmek istemedik, çünkü Ronda’ya biraz mesafeli göründü gözümüze. Onun yerine şehir kısmında bir yer arandık. Sonunda karavanı tren yoluna yakın ve Dia markete komşu bir genel park alanına park ettik (36.750704°, -5.158622°). Burası kampingin tam aksi istikamette ve aslında -sonradan fark ettik ki- şehrin gezilecek yerlerine yürümek için ikisi de aşağı yukarı aynı mesafede.

 

Karavanı parkettikten sonra biraz dinlenip şehri görmeye çıktık. İçinden geçtiğimiz sokaklar çok tenhaydı; bu durumu bugünün pazar olmasına, yerleşimin küçük olmasına filan bağlamıştık ki tarihi merkeze varınca ciddi bir kalabalık ile karşılaştık. Kalabalığın arasından uygun açıları zar zor yakalamaya uğraşarak fotoğraflarımızı çektik.
Ronda çok derin, kayalık, doğal bir vadi/yarığın (El Tajo) üzerinde kurulmuş köprüsü ile meşhurmuş. Köprü, Puento Nuevo, 1793’te yapılmış; hakikaten olağanüstü güzel… Eski şehir vadinin iki yakasındaki yüksek platolara yerleşmiş beyaz evlerden oluşuyor; köprü ile birlikte akşamüzeri güneşinde çok güzel görünüyor. Seyir teraslarından bakınca vadi muhteşem uzanıyor. Vadiyi sulayan nehir Rio Grande.

 

Ronda boğa güreşleri ve arenası ile de meşhurmuş. 1700 yılı civarında yapılmış arenası İspanya’nın en eski arenalarından biriymiş. Rehberlerde müzesi de öneriliyor ama biz ziyaret etmeyi tercih etmedik... Sadece etrafında dolaşıp arenayı fotoğraflamakla yetindik. Bu arada Ernest Hemingway'in de Ronda'da bir süre yaşadığını, güzelliklerini ve boğa güreşi geleneklerini yazdığını öğrendik. Hatta İspanyol İç Savaşı'nın acılarını anlattığı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" adlı romanındaki sahnelerin birinin, Ronda'daki El Tajo kayalıklarında gerçekleşen cinayetleri temel aldığı düşünülüyor.

 
Son düzenleme:

Karavana doğru dönerken güzel bir meydan olan Plaza del Socorro'ya uğradık. Güzel beyaz kilisesi (Parroquia Nostra Senora del Socorro) ve çepeçevre kafeleriyle keyifli bir yer. Elinde bir kitap dinelen adam heykelini merak ediyoruz; geçen yüzyılın başlarında yaşamış ve Endülüs'ün bağımsızlığını savunmuş bir siyaset adamına, Blas Infante'ye aitmiş. Bugün halen onun önerdiği yeşil-beyaz renkler Endülüs özerk bölgesi bayrağı olarak kullanılmaktaymış. Infante de 1936'da Frankocu milisler tarafından öldürülmüş
Ronda köprüsünün gece ışıklandırılmış halini de görmek isterdik, ancak giderek yorgunluk çöktü, belki de enfeksiyonun kırgınlığı… Karavanımıza döndük. Yarın Sevilla’ya doğru yola çıkmayı planlıyoruz.

Matador heykeli
Plaza del Socorro
Blas Infante'nin heykeli
 



16/01/2017, Pazartesi, Sevilla’ya doğru
Sabah erkenden tren sesi ile uyandık. Kahvaltı edip toparlanırken aslında Dia marketin açılması için zaman geçiriyoruz... Nitekim açılır açılmaz markete gittik, çünkü içme suyumuz tükenmek üzereydi. Bol miktarda içme suyu aldık; 5 litreliği 0,47€’dan… En son Malaga’da bir benzincinin marketinde 6,5 litrelik suya 3,5€ verdiğimiz düşünülürse şimdi aldığımız sular çok ucuz.
Saat 11:00 gibi Sevilla'ya doğru yola çıktık, 125 km yolumuz var.
Yolda mazot aldık; 1,160€/l.
Sevilla’ya 13:30 gibi vardık. CamperContac'dan bulup işaretlediğimiz park yeri şehir içinde. Varınca, parkın işletmecisi orada kalamayacağımızı ancak nehrin karşı tarafında yine onlara ait diğer kamping alanına gitmemiz gerektiğini söyledi. İlginç olan, orada da atık boşaltma yeri yokmuş; atıklarımızı boşaltmak için buraya tekrar gelmemiz gerekiyormuş. Geceliği, atık boşaltma ve su dâhil 10€, eğer elektrik de istersek 15€ imiş. Kabul ettik ve nehrin öbür tarafına geçip kamping yerini bulduk; nehir kıyısında, çok rahat bir yer (37.372743°, -5.993841°).
Kalan zamanda dinlenmeyi tercih ettik. Bir de haritada bulunduğumuz yere yakın, güneyimizde bir karavan kamping daha görünüyordu. Orası nasıldı acaba diye kısa bir yürüyüşle gidip baktık; ağaçlık güzel bir alan gibi ancak endüstriyel limanın dibiymiş ve hayat belirtisi görünmüyordu. Belki yazın açıktır.

 

17/01/2017, Salı, Sevilla
Sabah kahvaltı eder etmez ilk işimiz karavanı karşı tarafa atık boşaltma yerine götürmek oldu. İspanya’da atık boşaltmak işinin zaman zaman sıkıntılı olduğunu belirtmek lazım. Bulunduğumuz kamp alanına da alt tarafı kanalizasyona bağlanacak bir mazgal yapmak, yanına da bir çeşme koymak bu kadar zor mudur ki? Ama adamlar öyle düşünmüyorlar anlaşılan.
Sevilla Guadalquivir nehrinin iki yanına kurulmuş güzel bir şehir. Eski, tarihi mahallelerin bulunduğu yer nehrin doğusunda. Park yerimiz ise batısında kalıyor.

 

Şehri gezmeye öğlen gibi çıkabildik. Yakınımızdaki köprüden karşıya geçince gitmek istediğimiz yerler çok uzak değil. İlk olarak Real Alcazar'ı görmek istiyoruz. Ancak biz yine biraz yolları karıştırınca, giriş kapısına varmak için muazzam büyüklükteki bahçelerini çepeçevre dolaşmış, epey lüzumsuz yollar yürüyüp kendimizi yormuşuz.

 

Sonunda Sarayın ana kapısından girdik. Muhteşem bir binaymış. Dışarıdan çok sade görünen yapı, içeride Elhamra Sarayı ile yarışır güzellikte. Hayranlık içinde dolaştık. Yüzyıllardan beri burada olduğu duygusu veren devasa gövdeli ağaçları ve yoğun bitki örtüsüyle bahçeleri de Cordoba’daki Alcazar bahçelerinden daha etkileyiciydi.

 

Saray'dan çıkışta Hospital de los Venebrales'i bulduk. Burası da görülesi ilginç bir yer. Daha da önemlisi bir de resim sergisi var; ikisi de Sevillalı olan ünlü sanatçılar Velasquez ve Murillo’nun sergisi. Saat 15.30 gibiydi ve çok ciddi bir kuyruk vardı. Kuyruğa girsek sıra gelir mi, daha doğrusu, sıra gelse bile saat 18.00’de kapanacak sergiye bakmak için yeterince zaman olur mu, bilemedik. Bilet ücreti adam başı 8€ görünüyordu. Kuyruğu beklemeyelim, yarın gezeriz dedik.

 



Sonra Katedrale gittik. Avrupa’nın üçüncü büyük katedraliymiş. Dünyanın en büyük Katolik katedrali olduğu da söyleniyor. Muazzam süslemelerle dolu ihtişamlı bir bina... özellikle Amerika'nın keşfinden sonraki yüzyıllar boyunca İspanyolların sömürgelerinden getirdikleri altınlar bu bezemelerde kullanılmış ve bir dönem Sevilla'sının zenginliğini yansıtıyor. Bütün Endülüs bölgesinde olduğu gibi bu katedralin, özellikle çan kulesinin orijini de bir Endülüs camii imiş. Katedral olarak yapımına 1400'lerin başında başlanmış.
Rivayete göre Cristoph Colomb'un mezarı da bu katedraldeymiş. Ancak, Colomb'un mezarı tarih boyunca o kadar çok taşınmış ki kimse artık gerçekten mezarın burada olduğundan emin değilmiş. Katedralin bir köşesinde Colomb'un tabutunu taşıyan dört kralın (Kastilya, Leon, Aragon ve Navarre krallarının) tasvir edildiği bir anıt heykel de dikkati çekiyor.