Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Ürdün-İrbid
Lübnan’dan çıkarken yine aynı sınır kapısını kullandım, Ürdün’e gidebilmek için Suriye’den geçmem gerekiyordu. Suriye-Lübnan sınırı kalabalıktı, ama fazla beklemedim, bahşiş talep ediliyor nazikçe, inatlaşıp vermezseniz işler uzayabilir, bekletirler, yanlış, eksik yoksa nihayetinde geçiş yapılır herşeye rağmen. Lübnanlı rütbeli görevli belgelerimi alıp arabada beklememi söyledi, on dakika sonra başka bir memuru da yanında getirip evrakları ona verdirdi ve gidebileceğimi söyledi, ancak arabanın yanından ayrılmıyordu, tam gidecekken işlemleri onun yaptığını, istersem bahşiş verebileceğimi söyledi, mecburen verdim. Yaklaşık üç saatlik transit yolculuktan sonra güneydeki Ürdün- Suriye sınırına varmıştım. Sınırın Ürdün tarafına geldiğimde, şimdiye kadar geçtiklerimle kıyaslandığında en düzgün çalışan tesislerle karşılaştım, kısa sürede işlemleri tamamlayıp kuzeydeki en yakın şehir, İrbid’e yöneldim.
İrbid, orta büyüklükte, fazla keşmekeşi olmayan, Ürdün’e alışmak üzere uğranabilecek bir şehir, zaten karayoluyla Amman yönüne giderken güzergah üzerinde kalıyor, özellikle görülmesi gereken kısmı yok. Akşam merkezdeki orta karar bir otelde kaldıktan sonra, sabah şehrin müzesini aramaya koyuldum. Elimdeki haritanın gösterdiği yerde aradığımı bulamayınca, duvarlarla çevrili site gibi bir yerin nizamiyesindeki bekçiye derdimi anlatmaya çalıştım, Türkiye’den geldiğimi söyledim,birbirimizin dediklerinden birşey anlamayınca, kendisini takip etmemi söyledi ve arkadaki yakın apartmanlardan birine girip zile bastık. Kapı açıldığında Emre karşımdaydı, beni içeriye davet etti. Emre 25 yaşlarında, Bursa’dan buraya Arapça Yüksek lisansı yapmak üzere gelmiş, yaklaşık iki senedir de İrbid’de yaşıyormuş, içinde bulunduğumuz sitede üniversitenin lojmanları varmış. Müzenin yerini öğrenip kahve içtikten sonra kalkmaya yeltendiğimde, o gün ve yarın müsait olduğunu, kalırsam çevreyi gezebileceğimizi söyledi, nazlanmadan kabul ettim. Ev arkadaşı Naim ile de tanışıp sohbet ettik, Filistinli arkadaşları İbrahim’in gelmesini bekledik. Naim de Filistinli ve ailesi orada yaşıyor, buraya okumaya gelmiş, ilginç bir insan, kendisiyle geçirdiğimiz iki günün sonunda dünyada görüp görebileceğim en geveze erkek olduğuna kesin karar verdim, hiç durmuyor, susturmak mümkün değil, diğer yandan sayesinde Filistin ve Ürdün hakkında kısa sürede çok şey öğrendim.
Arka koltukları tamamen dolduran eşyaları eve bırakıp, çarşıya vardık, bir Filistin lokantasında humuslu felafelli yemeklerle karnımızı doyurduk, Filistin Kefiyesi ve Arap erkeklerinin giydiği entarilerden aldıktan sonra kuzeydeki Roma antik şehirininde bulunduğu Umm Qais’e doğru yola çıktık. Dağlar ve vadilerle dolu, İsrail tarafındaki Galilee Gölü’nün rahatlıka görüldüğü, Yarmouk Irmağı yakınlarındaki bu bölge, Ürdün’ün belli başlı sayfiye yerlerinden ve nüfus çoğunluğunu İsrail’den sürülen Filistinliler oluşturuyor. Önceden daha görkemlilerini gördüğümden, yıkıntılardan çok, manzara ve doğa ilgimi çekti diyebilirim.
Umm Qais’den yakınlardaki baraj gölüne gittik, burası hafta sonları yakın çevreden ailelerin gelip piknik yaptıkları ferah bir yer. Çocukluğunda Filistin sokaklarındaki gösteri ve direnişlere katılmış Naim, sokaklarda İsrail askerlerine taş attığı dönemleri hatırladı ve taşın nasıl uzağa atılacağını ayrıntılı biçimde gösterdi, daha sonra yaptığımız denemelerde tabii ki onu geçmeyi başaramadık. Yakındaki kır lokantasında Ürdün meze ve kebaplarından yiyip dönüşe geçtik. O akşam da İrbid’de kalacağım kesinleşince Amman’a gitmeye karar verip yola çıktık. Bu kez Emre’nin arkadaşı Adanalı diğer Emre’de bize katıldı, o da Arap Dili lisans okuyormuş ve işin ilginci buraya ilk geldiğinde tek kelime Arapça bilmiyormuş. Emre telefonla kouştuğu bir arkadaşının daveti üzerine, oraya gitmeyi teklif etti. Gide gide vardığımız yer, orta sınıf bir otelin giriş katındaki pavyonvari mekandı.
Yıllarca önce ilk çalışmaya başladığım dönemde, hijyenik beyaz yakalı sosyo-ekonomik sınıfımın bana dayattığı yaşam biçimini kırmak adına ve kendi çevremin dışında yaşanan hayatlara duyduğum merakla, izleme görme amaçlı bazı ortamlara girmişliğim vardır, İstanbul ve Ankara’da yaşadığım birkaç pavyon tecrübesi de bunlara dahildir, hiç pişman değilim, oralardaki insan manzaralarından edindiğim tecrübe sayesine, sonraları maruz kaldığım birkaç hayati riskli durumun kıyısından dönmüştüm. Benzer yolla, uyuşturucunun ne menem bir şey olduğunu, gazetelerden, filmlerden değil, bizzat uyuşturucu kullanan insanlarla konuşarak(hiç denemedim), ortamlarını gözleyerek öğrendim, homofobik olmama rağmen, eşcinsellik realitesini anlamak uğruna, her uygun koşulda eşcinsellerle sohbet etmem de bu yüzdendir, farklı hayatlarla yüzleşmeyip, uzaktan baksaydım, bugün her türlü yaşam tercihlerine karşı saygı ve hoşgörü besleyemezdim.
Neyse, salona girdiğimizde zaten vaziyet ortadaydı, Emreler, oturmakla oturmamak arasında kalırken, kesin tavrımı koydum ve kedilerini dışarıda bekleyebileceğimi, çünkü burada oturursam geceyi mutlu noktalama şansımızın imkansız olduğunu söyledim, hak verdiler ve mekanı terk ettik. Yakınlardaki Beled(eski şehir) denen bölgedeki eli yüzü düzgün kafeteryaya oturduğumuzda, çocuklara mevzubahis alemin detaylarından bahsettim, içlerindeki ukdeleri giderdim.
Ertesi sabah Ölüdeniz kıyısını gezmek üzere yola çıktık iki Emre ile birlikte, Naim Filistin’den gelecek annesini karşılayıp hastaneye götürecekti bize katılamadı, sonradan öğrendik ki o gün İsrail kapılardan Filistinlilerin çıkmasına izin vermemiş, annesi sınırdan geri dönmüş, yasağın gerekçesi yok. Ölüdeniz kıyısını Madaba sapağına kadar izleyip, oradan seyir tepelerine tırmandık ve akşamüstüne doğru İrbid’e tekrar vardık. Bu kez Yemen yemekleri yapan salaş bir lokantada karnımızı doyurduk, tarz Ortadoğu’dan farklı, çorbasından tatlısına kadar bana ağır geldi, pek iştahımı açmadı. Yemekten sonra Emre’nin Filistinli arkadaşlarının evine uğrayıp çekilen fotoğrafları CD’ye aktardık, çocuklarla sohbet edip çay içtik. Dönüş yolunda olağandışı yoğun trafik vardı, sebebini öğrendiğimde gülsem mi ağlasam mı karar veremedim. İstisnasız tüm Arap ülkelerine futbola karşı büyük ilgi var, ama bu kadarını beklemiyordum: Genelde yerel ligler pek gelişkin ve tatmin edici değil, üst düzey oyun yok, herkes büyük Avrupa takımlarından tutuyor keyfine göre. O gece Barcelona-Real Madrid derbisi varmış, kazanan takımın taraftarları yaya ve arabalarla yollara dökülmüş, bağrış çağrış kutlama yapıyorlardı, bu manzarayı en son Galatasaray UEFA Kupası’nı aldığında görmüştüm.
Sabah ayrılacağımdan, eve döndüğümüzde arabaya eşyaları tekrar yükleyip yattık. Kapısını çalan yabancıyı tanrı misafiri sayıp, böyle güzel ağırlayan Emre’nin ve arkadaşlarının yaptıklarını unutmam mümkün değil.