Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Geçmişten bugüne Libya’nın serüveni.
Libya, ülkeyi ziyaret eden yabancılar için özel kolaylıklar getiren bir yer değil. Yıllık turist sayısı yarım milyonu geçmiyor, gelenlerin çoğunluğu yurtdışındaki turizm acentalarınca organize edilen gezilerle buraya ulaşıyorlar, tıpkı daha önce Türkiye’den gidenlerin yaptığı gibi. Yabancılar için lokanta ve oteller nadiren bulunuyor. Vizeye tabi ülkelerin vatandaşları burada rehbersiz gezemiyorlar, sınırda rehber karşılıyor, ayrılana kadar yalnız kalınamıyor. Benim en büyük şansım, belki de bu geziyi yapmamı mümkün kılan şey vizenin kalkmasıydı(Vize istenmiyor artık, ancak pasaportun ilk sayfasındaki bilgilerin tercümesi ve Pasaport Müdürlüğü’nce onaylanması gerekiyor. Yaptırmadan gidenler kapıdan geri bile dönebilir.). Böylelikle, sınırdaki işlemleri tamamladıktan sonra, tek başıma ve özgürce ülkeyi gezmenin ayrıcalığını yaşadım. Hiçbir yetkili “Kimsin, nereden geliyorsun?” diye sormadı. Libya her köşesinde görülmeye değer şeylerle dolu bir memleket olmasa da, yeryüzündeki sıra dışı ülkelerden biri bence. Topraklarındaki birkaç antik Roma şehri dışında tarihi miras neredeyse yok. Libya’yı kuran etnik kökenin varettiği kültürel birikim de ahım şahım sayılmaz. Bu topraklarda bizim Bedevi diyip geçtiğimiz, aslında birden fazla kökenden gelen aşiret soyları yaşıyor; Berberiler, Tuaregler ve Tebular, yaşadıkları bölgeler farklı, ama hepsi temelde çöl göçerleri.
Libya 1950’lerde bağımsızlığını kazanana dek hep sözkonusu toplulukların dışında, bölgede hakimiyet kurmaya çalışan devletlerce yönetildi. Eski çağlarda özellikle kıyılar Yunan ve Roma medeniyetlerinin hakimiyet alanıydı. Daha geç dönemlerde ülke uzun süre Osmanlı egemenliğinde kaldı. Geçtiğimiz yüzyılda bölgenin petrol rezervi açısından zengin olduğu anlaşılınca sanayileşmiş devletlerin hakimiyet mücadelesinin merkezi haline geldi. İkinci Dünya Savaşı’nda burada İtalyanlar, Almanlar, İngiliz ve Fransızlar egemenlik kurmak için birbirleriyle savaştılar.
Kral İdris’in liderliğindeki Libya, kağıt üzerinde bağımsız, pratikte eski işgalcilerine bolca ekonomik imtiyazlar vermiş bir ülke olarak yaşamına başladı ve statüko 1967'de Arap-İsrail savaşındaki büyük hezimete kadar sürdü. Yenilgi tüm Arap ülkelerindeki gibi Libya’da da huzursuzluk yaratmıştı. 1969 yılında Kral İdris’in tedavi için Türkiye’de bulunduğu dönemde ordu iktidarı az kan dökerek ele geçirdi ve o zaman henüz 27 yaşındaki Muammer Kaddafi’nin dönemi başladı. Kaddafi, yükselen Arap milliyetçiliğini iktidarını sağlamlaştırma yolunda akıllıca kullandı hatta bu dönemde Alparslan Türkeş’in Dokuz Işık’ı gibi Yeşil Kitap’ı yazdı. İktidar değişikliği batılı devletlerin Libya ile ilişkilerini pek etkilemedi, malum batı dünyası için demokrasi söylemi bir araçtır, ekonomik çıkarlar tatmin edildiği sürece diktatörlerle ilişkiye girilir hatta desteklenir, çıkarlar zedelenmeye başladığında, o ülkeye demokrasi getirmek için müdahale edilir.
Libya ile Batı Dünyası’nın işbirliği de 1988 yılında bir Amerikan yolcu uçağının Lockerbie’de Libyalı teröristlerce düşürülmesiyle kopma yaşadı. Olayın Libya Hükümeti’nin bilgisi dahilinde gerçekleştiği iddia edildi. O tarihten sonra ülkeye Birleşmiş Milletler denetiminde ambargo uygulandı. Kaddafi önceleri dirense de artık ambargonun yükünden kurtulmak için mi, gerçekten olayda dahli var mıydı bilinmez sorumluluğu üstlenip tazminat ödemeyi kabul etti. Buna rağmen başta Amerika ve İngiltere olmak üzere çoğu batılı ülkeyle diplomatik ilişkiler halen kesiktir.
Libya ambargo döneminde Arap ülkelerinden de yeterli desteği alamadığından yüzünü Afrika’ya döndü ve 2001 yılında 41 Afrika ülkesinin liderini toplayıp Afrika Birliği Kurucu Anlaşması'nı imzalattı, kıta ülkelerinin liderliğine soyundu.
Libya hakkında gayriresmi politik literatürde “Orası gerçek anlamıyla ülke değil Kaddafi’nin oyun bahçesidir.” denir. Ülkeyi görmeden önce bu mottonun fazlaca abartılı olduğunu düşünürdüm, gidip gördükten sonra fikrim değişti. Orada bir haftadan uzun zaman geçirdim, 4500 kilometreden fazla yol yaptım ve nüfusun çoğunluğunun yaşadığı kasabalardan, şehirlerden geçtim, benim izlenimlerim de aynı yöndeydi. Libya’dayken insana o tarz bir duygu geliyor. “ Şimdi burası ülkeyse diğerleri ne?” diye sormadan edemiyor insan. Bir toprağı ülke yapan şey nedir? Ortak dil, kültür, maddi-manevi üretim ve birikim, orada yaşayan insanların müşterek yaşam tarzları ve kolektif karakterleri vesaire.. Libya sanki birbiriyle ilişkisiz ve kendi başlarına bile devinmeyen parçaların suni biçimde birleştirilip yapıştırılmış hali gibi, korku ve baskı onları yan yana tutuyor.
Halkın genel durumu diğer Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında daha iyi sayılır. Mal ve hizmetler hep dışarıdan alınıyor. İnşaatlar yabancılara yaptırılıyor, sanayi üretimi yok sayılır, petrolden başka gelir yok. Emek yoğun ağır ve pis işlerde Orta Afrika Ülkeleri’nden gelenler çalıştırılıyor. Günlük hayat belirgin şekilde rölantide pinekleyerek sürüp gidiyor. Libya’dayken “Hah işte bu Libya’ya özgü bir şey, şimdi Libya’ya geldiğimi idrak ettim.” diyebileceğim hiçbir şey görmedim neredeyse, sadece Ghadames Kasabası özel bir yerdi, onu da bilahare anlatacağım.
Trablus, kasabadan hallice başkent.
Trablus’a varmaya yakın yol sormak için önünde durduğum genç, onu da merkeze götürmemi istedi ve arabaya bindi. Tarzanca biraz konuştuktan sonra, İngilizce bilen bir arkadaşına telefon edip beni görüştürdü. Türk olduğumu ve arabayı görünce sanırım, işadamı falan zannetmiş-ne de olsa buralarda turist görmeye pek alışkın değiller- benden iş istedi. Sadece gezi amaçlı geldiğimi güç bela anlatıp kendisini uğurladım. Şehir merkezinde, kalınabilecek ucuz fiyatlı bir oteli ararken, bana yardım edebileceğini düşündüğüm genç çocuklara adresi sordum. Birlikte biraz dolaştık onlar da yeri bulamadılar, daha sonra beni nuh nebiden kalma, garip ve pahalı bir otele götürdüler, başka yer arayacak halim yoktu, otele hiç hak etmediği ücretini ödeyip yerleştim. Odam en son Agahta Christie kalmış da sonradan müzeye çevrilmiş gibiydi. Dışarıya çıktığımda, Trablus’un merkezine yemek yiyecek yer bulmakta güçlük çektiğimi belirtmeliyim. Yeşil Meydan’ın kenarındaki Tunus kökenli fast food lokantasında, hayatımın en iyi fast foodunu yedim, menünün adı beef fajitas. Türkiye’deki meşhur markaların hamburgerlerinden çok daha lezzetliydi. Lokanta Arap kökenli, menü Meksika’dan, ilginç.. Yemekten sonra çay içecek yer aradım. Çoğu Arap ülkesindeki gibi Libya’da da akşamüstü güneşin bunaltıcı etkisi azaldığında yapılabilecek en güzel şey bir kahvehaneye gidip çay içmek, elmalı nargile kokuları arasında sakinleşmek ve çevreyi izlemek. İnsanlarla doğrudan iletişim kursanız da kurmasanız da, aralarına karışmak, onların günlük hayatlarıyla ilgili çok ipucu veriyor. Ben genelde selam verenleri geçiştirmiyorum, sohbet ediyorum. Burada da laf atan bir genç adamla konuşma fırsatı buldum. Adı Cevad’mış, Mısır’dan buraya çalışmaya gelmiş ve evlenip kalmış, yemeğe davet etti, zaten yediğim için gitmedim, hava karardığından çevreyi dolaşmayı ertesi güne bırakıp otele döndüm.
Ertesi sabah antika otelimin zemin katında, klorak kokusundan burnumun direği kırılarak kahvaltımı yapmaya çalıştım, Yumurta, çay, ekmek, her şey klor kokuyordu, genzimi tıkayıp ilaç niyetine önümdekileri yedim, ardından Yeşil Meydan’daki Milli Müze’ye gittim. Müze gezmek çoğu insana angarya gibi gelir, ben gidilen yerlerle ilgili önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum, Sadece orada sergilenen objeler açısından değil, sergileniş biçimleri de memleketin zihniyetini ele veriyor. Milli Müze şimdiye dek gördüğüm en fantastik müzeydi. Orayı ziyaret etmeden önceki bir numaram O.D.T.Ü. ’deki Bilim ve Teknoloji Müzesi idi. Fotoğraf çektirtmedikleri için anlatmak istiyorum:
Trablus Müzesi’ni kim düzenlemişse tanışmak isterdim kendisiyle, muhtemelen Muammer Kaddafi küratörlüğünü yapmış, başka mantıki açıklama bulamıyorum. Girişte ziyaretçileri 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir Willys ile kaportası çürümüş mavi VW kaplumbağa karşılıyor. Onların yanlarına ve arkalarına serpiştirilmiş Roma heykelleri ve duvar kabartmaları var. Daha eski dönemlerden kalma mağara ve duvar resimleri de mevcut. Üst kattaki reyonlarda yine iç içe geçmiş biçimde Roma paraları ve Berberi çöl hayatından giyim, alet edevat örneklerini etnografik mankenler eşliğinde sunan camekanlı kısımlar mevcut. “Bu iş daha nerelere varır?” diye düşünürken çıktığım ikinci kat beklentilerimi boşa çıkarmadı. İçi doldurulmuş kara hayvanları, kurutulmuş balıklar ve kavanozların içinde envai çeşit börtü, böcekle dolu doğa tarihi katına gelmiştim. Libya’da müzelik ne varsa hepsini aynı binaya koymuşlar.
En üst katın hali ise hiç sürpriz olmadı bana. 2. kattan sonra zaten bekliyordum. Evet, son kat Kaddafi’nin muhteşem eseri modern Libya’ya ayrılmıştı. Her taraf Kaddafi’nin icraatlarını anlatan fotoğraf ve yazılarla doluydu, tabii hepsi Arapça ve tercüme yok. En baş köşede üzerinde Fransız ve Libya bayrağı bulunan büyük bir masa duruyordu, arkadaki fotoğrafta aynı masanın arkasında duran Kaddafi ve Jacques Chirac gülümsüyorlar, Kaddafi elini yumruk yapıp havaya kaldırmış, kim bilir Fransa’ya hangi imtiyazları verip kazanç sağladığını düşünüyordu. Şimdi Fransa kafasına bomba yağdırdıktan sonra Kaddafi o katı kapattırıp masayı ve fotoğrafı yaktırtmış mıdır merak ediyorum doğrusu..
Müzeden sonra gittiğim Trablus’un eski çarşı bölgesini gezerken, ülkede elle tutulur hiçbir şey üretilmediğini iyice anladım. Libya’ya özgü tek eşya yok, hediyelikler bile Afrika Ülkeleri’nden ithal tahta oyma biblolardan ve Çin’den ithal kumaş aksesuarlardan ibaret. Çarşıyı gezip bitirmek yarım saatten az zamanımı almıştı.
Anadolu’daki orta büyüklükte herhangi bir kentimizi alıp Trablus’un yanına koysak daha şık durur. Caddeleri, binalarıyla, kişinin üzerinde bıraktığı etkiyle kesinlikle bir ülkenin başkenti havasında değil. Şehrin eski kısmını ve sahil boyunu gezdiğimde de fikrim pek değişmedi. Dönüşte Yeşil Meydan’ın önünden geçerken üzerlerinde Amerika’yla ilgili ibareler bulunan tişörtler giymiş, pilot tipi güneş gözlüklü, beysbol şapkalı, telefonlarını ellerinden bırakmayan, parfüm kokan gençlerin park etmiş Harley-Davidson’ların üzerinde para karşılığı fotoğraf çektirmelerini seyredip vakit geçirdim.
Trablus’da daha fazla kalmak için sebep bulamadığımdan, arabaya atlayıp, tamamı Arapça yazılı yol levhalarından bir şey anlamadığımdan kırk kere yol sorarak, çölün 600 km derinliğindeki Ghadames’e gitmek üzere kentten ayrıldım..