Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Kahire üzerinden İskenderiye’ye.
Bawiti’den ayrılıp Mısır’ın Akdeniz sahiline doğru yola koyulduğumda önümde 600 kilometreye yakın yol vardı, Kahire’yi gezdiğimden, şehir merkezine girmeden çevre yolunu takip ederek İskenderiye otoyoluna yöneldim. Motor yağının değişim zamanı gelmişti, en son yurtdışına çıkış yapmadan önce Kilis’de bakım yapmıştım. Yol üzerindeki bir benzin istasyonuna girdim, yanımdaki yağ ve filtreyi kullanarak değişimi yaptırdım ve devam ettim.
220 kilometrelik otoban statüsünde, ancak defalarca yavaşlanılıp hız kesme tümseklerinden geçilen yolu bitirip akşamüstü İskenderiye’ye vardım. Şehrin kilometrelerce uzunluktaki sahil şeridine ulaştığımda, deniz havası denen şeye ne çok alıştığımı ve denizsiz yerlerde sürekli yaşayamayacağımı bir kez daha anladım.
İskenderiye’nin merkezi diyebileceğimiz yer kıyıdaki Zaglul ve Ramla Meydanları arasındaki bölge. Issız çöllerde mutlu mesut gezindikten sonra, tekrar büyük şehre gelmenin, park yeri ve kalacak yer bulmanın sıkıntısı belirmişti. Arabayı meydandaki ücretli otoparka bırakıp barınma işini halletmek için çevreyi dolanmaya başladım. Önce arabaya daha uygun yer bulup ucuz otel sormak için haritadan yerini bildiğim turizm danışma bürosuna gittim. Arabayı iki gün için büronun önünde bırakabileceğimi söylediler. Ofisten çıkarken, orada oturanlardan biri arkamdan yetişip nereden geldiğimi sordu. Türkiye diyince Türkçe konuşmaya başladı. Önce birkaç kelime Türkçe biliyor diye düşünürken arkası gelmeye başladı. Kahrmanımızın adı Danny. Ellili yaşlarında babası Mardin doğumlu Anadolu Süryanisi(yanında taşıdığı babasının nüfus cüzdanını gösterdi), kendisi Kerkük doğumlu. Onaltı yaşında Amerika’ya gidip otuz yıla yakın kalmış; evlenmiş, iş kurmuş soyulmuş, sıkılmış ve yollara düşmüş. Lübnan ve Gürcistan’da kısa sürelerle yaşadıktan sonra Türkiye’ye gidip Antalya’da yedi yıl yaşamış, parası yetmemeye başlayınca bir arkadaşının önerisiyle Mısır’a gelmiş ve üç yıldır da buradaymış, şaka gibi ama gerçek.
Danny beni misafir edebileceğini söyledi, zaten dünden razıydım, önce yiyecek alışverişi yaptık ve sahil bulvarından beş kilometre kadar doğudaki evine ulaştık. Gece boyuca birçok konuda sohbet ettik. Çok şey yaşamış, ağzı biraz bozuk olsa da dinlemesi eğlenceli bir insan ve “Benim vatanım Türkiye, maddi sebeplerden ayrılmak zorunda kaldım, ama yeniden dönmek, orada ölmek ve gömülmek isterim.” dedi. Hayattaki mal varlığı orta boy valizi dolduracak kadar giyim eşyasından ibaret ibaret bir adam düşünün, o valize koyduğu diğer şeyler babasına verilen Türkiye nüfus cüzdanı ve çekmecede duran yirmi-otuz tane Türkçe müzik CD’si, duygulanmamak mümkün değil. İşte aidiyet duygusu böyle birşey, ne kadar gezsek de, seferi olma halimizi anlamlı kılan şey çıkış noktamız, yola çıkmadan önceki kişisel tarhimiz. Gittiğimiz yerlerde iyi veya kötü bulduğumuz her şey de o yaşanmışlıkla tanımlanıyor, farklı insanlar aynı yollardan geçşeler bile aynı yolculuğu yapmıyorlar aslında.
Ertesi gün Danny ile tekrar merkeze gelip akşamüstü buluşmak üzere ayrıldık. Ben Milli Müze, İkenderiye Kütüphanesi’nin çevresini, sahil şeridini ve çarşı bölgesini gezdim. İskenderiye’nin merkez kısmı derli toplu, temiz sayılır, Mısır’ın en batı tipi şehri diyebilirim. Dünyadaki diğer sahil şehirlerindeki gibi insanlar daha bir rahat ve neşeli görünüyorlar, uzun sahil şeridi sosyalleşmek için imkan sağlıyor, doğu tarafında plajlar var ve denize girilebiliyor.
Öğleden sonra Danny ve kız arkadaşıyla buluşup tramvayla kızın okuduğu fakültenin karşısındaki çarşı bölgesine gittik. Telefonumdaki Türkçe şarkıları bilgisayardan CD’ye aktaracaktık, ancak telefonla bilgisayarı senkronize edemedik. Ardından, yerken çok lezzetli gelen daha sonraki gün bana mide ve bağırsak fesadı geçirten mısırlı pastırmalı pizzalarla karnımızı doyurduk. Günbatımına yakın, sahilin batı yakasındaki Kayıtbey Kalesi’ne gittik. Burası aynı isimli Memlük sultanı tarafından 1480’de yaptırılmış, neredeyse yeni gibi duruyordu, restore etmek yerine baştan yapmışlar sanki.
Eve döndüğümüzde, Danny mutfakta bir şeyler yapmaya koyuldu, gidip baktığımda bana yolluk yemek hazırladığını gördüm, ne diyim ki ben sana Danny? Teşekkürler, iyi ki sana rastlamışım. Bu yolculuk boyunca yaşadıklarımdan sonra rastlantı denen kavrama daha az inanmaya başladım, o da ayrı konu..
Sabah hava aydınlanınca kalkıp, Danny’e teşekkür notu yazdım, henüz trafikle dolmamış sahil bulvarından veda geçişimi yapıp Marsa Matruh üzeri Libya’ya gitmek üzere karayoluna girdim.
600 kilometre gittikten sonra, akşamüstü civarı sınırdaydım. Önce geçiş için sabahı beklemeyi düşündüm, sonra fikir değiştirip Mısır Gümrüğü’ne girdim. Geçici plakayı verip çıkış damgalarını alabilmek için iki saat boyunca tam olarak ne yaptığımı bilmeden ofislerdeki görevlilerin tarzanca tarifleriyle oradan oraya dolaştım ve nihayetinde Mısır gümrüğünde işimi bitirdim. İçimden “Ah ne güzel, bir Arap ülkesi gümrüğünden daha haraç veya bahşiş vermeden geçiyorum sanırım.” diye seviniyordum ki, bariyeri açmadan önce son kontrolü yapan rütbeli adam beline kadar vücudunu arabanın içine sokup yüzüme 15 cm mesafeden “Give me moneyyyy!” diye salyalarını akıtarak böğürdü. Sizce ne yapmışımdır? İtiraz edip, sicil numarasını alıp amirine dilekçe mi yazmışımdır? Ne yazık ki buralarda o tür mekanizmalar yok, zaten önceki ülkelerden alışkındım, ne ilk ne de sonuncusuydu. Beş dolar givdim beğenmedi, on dolar givdim, kapıyı açtı, Libya Gümrüğü hemen karşımdaydı, yirmi günümü dolu dolu geçirdiğim, çok sevdiğim Mısır ardımda kalmıştı...