Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Beni yeniden Kahire’ye götürün.
Yeryüzündeki başka kentlerle kıyaslanamayacak nadir şehirlerdendir Kahire. Batının oryantalist roman ve filmlerine konu edilmesi bu yüzdendir. Bazen bir şehire gideriz, bizleri büyülü atmosferiyle eritip yutar ya, hani hiç ayrılmak istemeyiz ya da giderken beraberimizde götürmek isteriz orada yaşadığımız duyguları, işte o hissi fazlasıyla verir Kahire, fotoğraf karelerine, betimleme cümlelerine sığdıramayacağınız o hissi.. Kıta Avrupası’nın temiz, düzenli gotik ve barok kentleri gibi değildir asla, öyle kör göze parmak sokacak görkemde ve sayıda abideleri yoktur her attığınız adımda karşınıza çıkan..Kahire İstanbul gibidir, görmeye yüreğinizin dayanmayacağı fakirlikleri,kirleri tutar bağrında, ardından sınırsız zenginliği ve ihtişamı yığar yolunuzun üstüne, tokadını atar. Olanca hoyratlığına, umursamazlığına rağmen, tarihin kendisine emanet ettiği mirasları tamamen yoketmeyi başaramaz. Trafik sıkışıktır, ama sıkıcı değildir, direksiyondaysanız, lunaparkta çarpışan arabalara binip çarpışmamaya çalışan, heyecanlı, biraz gergin insanlara benzersiniz. Çevrenizde çiziksiz veya göçüksüz tek araç bulunmadığını farkedince, “ Çizdireceğim kesin de, bakalım ne zaman?” diye düşünmeye başlarsınız, trafik sizi öldürmez, ama süründürür en sağlamından. Taksiye binip yan koltukta çevreyi izlemeyi tercih ederseniz, yolculuk hiç bitmesin istersiniz, araçlar caddelerde Nil Nehri kadar yavaş akarken, kaldırımlardaki, meydanlardaki hayatı daha iyi gözlemleme imkanı bulursunuz.
Kentin dört yanı çöldür, dolayısıyla tüm binalar tozlu ve soluk görünmektedir, yapıldıktan sonra hiç boya veya tamir görmemiş gibidirler, bu durum asaletlerinden kaybettirmekte midir? Hayır. Kahire, misafirlerine şirin görünme derdine düşmeyecek kadar biricikliğinin farkındadır, gelmek isteyen gelir, görmek isteyen görür. Gresle pişirilmiş kadar yağlı yemekler de bulunur, hafif ve güzel olanları da, biraz aramak lazımdır, turist üniformalarını çıkartıp ortama karışmak gerekir. Her türlü alışverişlerde ve özellikle taksilerde dip fiyatı bulmak imkansızdır, zaten buna takılıp gerilimli pazarlıklara girişilmemelidir, ikinci günden itibaren kafada bir fiyat mantığı oluşturulup ona göre hareket edilmelidir. Kahire, zaman ayrılması gereken, temel turist toplanma noktaları dışındaki köşeleri de keşfedilmesi gereken, hatta tekrar gitmeyi isteten, bence dünyanın en kendine özgü kentlerinden biridir.
Kardeş bura Kahire mi?
Tamam İstanbul’da on senem geçti, metropoller ne uçsuz bucaksızdır bilirim, ama keşmekeşe tamamen alışmak mümkün değildir. Çevre yollarına, yön tabelalarına rağmen insanın kafası kısa sürede karışmaya başlayabilir. ‘Kahire’ye hoşgeldiniz!’ yazısını gördükten sonra merkeze kısa sürede ulaşabileceğimi düşünürken, kenarda yol sorduğum vatandaş Tahrir Meydanı’na daha yirmi kilometreden fazla mesafe bulunduğunu söyledi, Arapça yol tarifini bile anladım, gelirken kum fırtınası yüzünden beynime kaçan kum taneleri kısa devre yaptırıp kafamdaki Arapça modülünü mü devreye sokmuştu acaba? Bazen insanın bomboş zihinle değil de, kafasının içinde yeri ve zamanı geldiğinde açılan soyut bilgi kutucuklarıyla doğduğuna dair ciddi şüpheler duyuyorum, Mısır Arapçası’nı Ortadoğu ve Körfez Ülkeleri’nde yaşayan Araplar bile anlamıyormuş, onu da belirteyim.
Yarım saatlik sürüşten sonra, Türkiye ile kıyaslandığında çok daha sert ve kuralsız trafiğin içinde sürüklenerek hedeflediğim Tahrir Meydanı’na varabildim. Mısır’da iki kentte trafik çok karışık, Kahire ve İskenderiye’de. Buralar dışında, belli raconları bildiğiniz takdirde fazla sorun yok. Şehir trafiğinde aktif sürüş şart, araçlar birbirlerinin konumuna göre hareket yapıyorlar, burun farkıyla öndeki araç üstünlüğü ele geçiriyor. Yanları ve arka tarafı da kollamak gerekiyor, beş-altı saniyede bir üç aynaya bakıp santimetre hassasiyetinde konum düzeltmesi yapmak şart, bunu alışkanlık haline getirmeyen adam, iddia ediyorum aynı gün içerisinde arabayı çizdirir Mucizevi şekilde Mısır macerasını vartasız atlatsam da defalarca çarpışma ve temasın kıyısından döndüm, çevremde çarpışanları gitgide kanıksayarak izledim. İnsanlar öyle alışmış ki duruma, özür dileyip gülümseyip devam ediyorlar, mağdur durumdakiler de seslerini pek çıkartmıyorlar.
Tahrir Meydanı’ndaki polislere arabayı park edebileceğim yer sordum, burası yirmi milyonluk kentin merkezi ve yol kenarına araba bırakmak imkansız. Polisin işaret ettiği doğrultuda, Talat Meydanı’na doğru ilerleyip, başka polise tekrar sordum, gösterdiği sokağa girdim. Sokakta, garaj niyetine işletilen binanın sorumlusunu bulup, arabayı birkaç gün burada bırakmak istediğimi söyledim, beni içeride uygun yere aldı. Bazı eşyalarımı alıp otel aramaya ve etrafı tanımaya çıkmak üzereyken, görevli adam eliyle el freni ve vites işareti yaptı. “Sanırım freni çekip, viteste bırakmamı istiyor .” derken mesele anlaşıldı, tam tersini yapmamı söylüyormuş. Mısır’da şehir içinde park ederken direksiyon düz, vites boşta, el freni inik bırakmak gerekiyor, böylece balık istifi park elden arabalar ileri-geri itilerek, diğerlerine manevra alanı açılıyor.
Talat Meydanı’nda önce, Ürdün’de karşılaştığım Denis’in önerdiği otele gittim, doluydu, resepsiyondaki çocuklardan başka yer önermelerini isteyince, biri beni Tahrir Meydanı’na yakın, müzenin tam karşısındaki, otele götürdü, burası gayet uygundu, yerleştim. Mısır’da düşük ücretli oteller genelde binaların ara katlarında, yani bütün bina otel değil.
Yerel lezzetler keşfedecek havamda değildim, standart ve risksiz bir akşam yemeği için gelirken caddede gördüğüm hamburgerciye yöneldim. Hava kararana dek kalan vakitte çevredeki caddeleri dolaşıp, otele döndüm..