Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Acıların seni yorduysa yolculuğa çık ve toparlan.
Hiçbir seyahat insanı acılarından kurtarmayı vaadetmez, yine de kafayı ve vücudu öyle meşgul eder ki, geçici de olsa dertlerinizden uzak kalıp güçlenecek dinlenecek vakit bulursunuz. Hayatım boyunca başladığım yolculuklardan, ruhen ve bedenen daha kötü halde dönmedim hiç.
Bazen de öyle mazaralarla karşılaştırır ki sizi bu gidişler, gördüğükleriniz yaşama dair referans noktalarınızı değiştirmeye başlar. Üniversite yıllarında eften püften sebeplerle hayatımı sorgulamaya, bazı yetersizlikleri, kafama takmaya başladığımda Eminönü otobüsüne atlar, kapalı çarşı taraflarını ve çevresini dolaşırdım, insanların yaşama tutunabilmek için verdikleri mücadeleyi izlerdim, örneğin 60 yaşını geçtikleri her hallerinden belli, belleri bükülmüş hamalların, her taraflarından ter damlar halde çektikleri arabaları izlerdim, bu şekilde tokatlardım kendimi. Yaşamımızın ve ne kadar kısıtlı da bulsak imkanlarımızın kıymetini görememeye başladığımızı hissettiğimizde, daha kötüye, daha sefile gözlerimizi dikip bakmalıyız ve gördüklerimizin içimize işleyip benliğimizi silkelemesine izin vermeliyiz. Televizyon ve gazetelerdeki ajitasyonlardan bahsetmiyorum, uzaklardaki veya yakınlardaki başka coğrafyalarda süregelene bizzat kendimizin şahitlik etmemizden bahsediyorum, tabii katlanabileceğimiz kadarıyla. Hindistan’a gitmeyi düşündüğümü söylediğim bir insanın ağzından çıkan ilk cümle şuydu: “Çok pis orası, insanlar sokaklara tuvaletlerini yapıyorlar.”. Doğru, gitmedim ama okudum, Hindistan’da böyle bir gerçek var. Peki bu insanlar evlerindeki tuvaletleri mi kullanmıyorlar, yoksa evlerinde tuvalet mi yok? İkisi de değil, bu insanların evleri de tuvaletleri de yok, hayatta kalabilmek için şehirlerin içine ve kıyısında durmaya muhtaçlar.
Son yaptığım seyahatin Doğu ve Güneydoğu Anadolu kısmında da bambaşka manzaralardan dolayı benzer duygulara kapıldım, bunu diğer konuda yazacağım.
Yıllar önce okuduğum Zen ve Motorsiklet Bakım Sanatı kitabının yazarı Robert Pirsig’in modernitenin toplumu aslında ne kadar sığlaştırıp, tekdüzeleştirip, yalnızlaştırdığına kafayı takıp, elektroşok tedavisi uygulatacak kadar psikolojisini bozup, “kendini kurtarmak”, belki de yitirdiği kendini yeniden bulmak üzere yollara düşüşünü daha iyi anlayabiliyorum. Bazen acılar insanı yollara döker ve algılarını ardına kadar açar, seyahat kaçış değildir, daha güçlü ve inançlı dönüp herşeyle yüzleşmek ve mücadele etmek üzere kendimize yapabileceğimiz en büyük iyiliklerdendir.
Çölde yeşeren medeniyet Palmyra.
Birgün Palmyra’ya gitmek isterseniz, yolunu bilmiyorsanız “Tadmor’a nasıl gidebilirim?” diye sorun Suriyelilere, bunu bilmemek bana zaman kaybettirdi. Zira Ayvalık’a gitmek isteyen turistin yoldaki Türke “Kidonia’ya nasıl gidilir kardeş?” diye sormasından farksızmış yaptığım. Palmyra doğası ve insanıyla, Suriye’yi çok daha iyi kavramamı ve sempati duymamı sağlamış, güzel anılarla döndüğüm kenttir.
Palmyra’nın tarihi M.Ö. 2000’lere kadar uzanıyor, hakkında hiç bilginiz yoksa bile o atmosferi, sizi kalesiyle karşılayarak daha başından veriyor. Asurluların, Persleri egemenliği altında kalmış, Roma İmparatorluğu’nun parlak dönemlerinde bugün görülen şehir inşa edilmiş, doğu-batı ticaret rotası içinde kalan ve bu hattın güvenliği için stratejik görev üstlenmiş bir yerleşim.
Palmyra, yani palmiyeler şehri, günümüze iyi durumda gelebilen antik Roma kentlerinden, kuru iklimin buna katkısı büyük, çölün ortasındaki düzlükte bulunuşu ve İbn Maan Kalesi’nin kurulduğu tepeden gün batımına yakın izleme imkanı, manzarayı daha da çekici yapıyor. Tabii o vakitte kaleye çıkmışken zıt istikamette güneşin batışını izlemek de şiddetle tavsiye edilir. Kalede güneş batırmak buranın standart turistik rtüeli haline gelmiş, sırtınızı flaşla günbatımı fotoğrafı çekmeye çalışan ziyaretçi kalabalığına dönüp kulaklarınızı da tıkarsanız, dakikalarızı daha romantik yaşarsınız.
Palmyra Suriye’nin en turistik kasabası olmaya aday, ancak konaklama ve beslenme seçenekleri dikkate alındığında daha çok fırın ekmek yemesi gerekiyor, belki de Türk yatırımcılardan öğrenecekler raconu, kasabanın en prestijli ve batılı turiste hitabeden otelini Dedeman grubu işletiyor.
Şehirde en büyük şansım Mustafa ile karşılaşmamdı. Akşamüstü kaleye çıktığımda, doğuya bakan yamaçta, onu heyecanla ve aralıksız fotoğraf çekerken gördüm. Eminim çoğunuz seyretmişsinizdir “Smoke” filmini. New York’da yaşayan bir adamın, her gün aynı saatte ve aynı açıdan kavşağın fotoğraflarını çekip tab ettirip özenle albüme yerleştirmesini hatırlarsınız,ilk aklıma gelen buydu. İlginç bir insan bulduğumu hemen farketmiştim. Neden aynı manzaranın fotoğrafını bu kadar çok çektiğini sordum. Cevap şaşırtıcıydı: “Ben doğma büyüme buralıyım ve Tadmor’u sana anlatamayacağım kadar çok seviyorum. Her gelişimde buraya çıkar ve aynı hevesle resim çekerim. Aslında Humus’da oturuyor ve çalışıyorum, ama bulduğum her fırsatta buraya geliyorum.” . Bir şehri anlatamayacak kadar çok sevmek, tutkuyla bağlı kalmak… Yaptığının muhakkak bir hikmeti vardı. Onu seyrederken evimin yanındaki Susuzdede’ye - İzmir körfezini komple görebileceğiniz yüksekliktedir-aylardır çıkmadığımı fark ettim, döndükten sonra durumu telafi ettim. Düşünüyorum da, ben de İzmir’i seviyorum, gitmek istediğim onlarca yer sayabilirim tek solukta, dönmek istediğim yer sadece İzmir’dir.
Ataları Bedevi, şimdilerde tüm sülalesi yerleşik hayata geçmiş modern meslekler edinmiş Mustafa ile kısa sürede kaynaşıp havadan sudan ve herşeyden konuşmaya başladık. Yıllardır hanedanla yönetilmelerini, İsrail yakın dönemde elektrik santrallerini bombaladığında neden cevap verilmediğini, Türkiye’ye bakışını, Antakya’yı hala kaybedilmiş toprakları olarak görüp görmediklerini sordum, o da anlattı. Son yıllarda Türkiye’nin Arap aleminde tüm ülkelerden daha fazla saygı gördüğünden bahsetti uzun uzun. Benzer sözleri sadece kendisinden duysaydım, abarttığını ve iltifat ettiğini düşünebilirdim, çoğu insandan bu doğrultuda şeyler dinledim sonraları. Türkiye’nin özellikle İsrail ile sorun yaşayan Arap ülkelerinde saygınlığı fazla.
Akşam Mustafa ile amcaoğlunun hediyelik eşya satan dükkanına gittik. Turla gelmiş Kristina’nın da katılımıyla sohbet ettik, Kristina unuttuğum tipik, oryantalist bakışlı Alman zihniyetini tekrar canlandırdı zihnimde. Konu dönüp dolaşıp Almanya’da yaşayan yabancı kökenlilere geldiğinde, onlarla hiç alakasının bulunmadığını, kendi ülkesinde yaşamalarından rahatsızlık duyduğunu ima etti, Yahudilere de verdi veriştirdi:
Kristina- Tamam 2. Dünya Savaşında öldürmüş bizimkiler, sonra özür diledik ve milyonlarca Mark tazminat ödedik, hala doymuyorlar, hala istiyorlar. Bak siz de 1. Dünya savaşında Ermenilere aynısını yapmışsınız. Ermeni arkadaşım ölen ulusunun fotoğraflarını gösterdi.
Zafer- İnsanoğlu böyledir, inanmak istediğin konuda kanıtlar her zaman icat edilebilir, Ben de Size Ermeni çetelerinin öldürdüğü Türklerin fotoğraflarını gösterebilirim, belgeler de var, o vakit fikriniz değişecek mi? Biz Sizin yaptığınız gibi bir şey yapmadık, savaş koşullarında bazı Ermeniler işgal kuvvetlerinden silah temin edip Anadolu’daki Türk yerleşimlerine saldırmaya can almaya başlamıştı, zaten farklı cephelerde savaşan güç durumdaki Osmanlı bir de içeriden darbe yememek için buradaki Ermeni nüfusu göçe zorladı. Kış koşulları ve gıda yokluğu aynı yılın aynı kışında, oralara kuş uçusu ikiyüz kilometreden az mesafedeki Sarıkamış’da Rusya cephesinde savaşan onbinlerce askerin de tek gecede ölmesine sebebiyet verdi. Bunun dışında karşılıklı saldırılar yaşandı ve ölümler gerçekleşti, ama Almanya’daki gibi soykırım diyemezsiniz buna. Şimdi Siz olup biteni hiç üzerinize alınmıyorsunuz ama burjuva dedeleriniz Nazi ordusunu madden manen desteklemeseydi tüm bunlar da gerçekleşmezdi, Yahudilerin Almanya’da üretim araçlarını ve ticari hayatı ele geçirmeye başladıklarını görüp onları yok etmek istediler. Bizimkisi ise bir varolma, özgürlük mücadelesidi. Almanların bazı konularda ideolojileri hiç değişmeyecek sanırım.
Kristina-???
Dükkan ziyaretinden sonra Mustafa on kilometre kadar doğudaki akrabalarının çiftliğine götürdü, yol boyunca radyoda çalan tüm şarkıları simultane tercüme etti. Orada eskiden arkeoloji müzesi müdürlüğü yapmış amcası, ve Türkiye’den iş makineleri alıp Suriye’deki belediyelere satan kuzeniyle ateş başında sohbet ettik. Türkiye’de üretilen bazı sanayi makinalarının kalitesinden ve fiyat avantajından sözetti. Bedevi çadırında bizdeki içli köfte benzeri kubbe ve kısırı anımsatan tabule yedim hepsi lezzetliydi. Ertesi sabah ayrılmak üzere midem dolu ve mutlu otele döndüm.