Ynt: Tek Başıma Arabayla 72 Günde Doğu-Orta-Kuzey Avrupa 22 Ülke 24000km Overland
Sibiu, Sighişoara, Bicaz
Transilvanya Alpleri’nin kuzey yakasına geçtiğimde ilk ziyaret ettiğim kent Sibiu idi. Orta ölçekli onlarca Avrupa şehrinde görülebileceği gibi bütün halinde korunan tarihi bölgesi var. Eskiden pazar ve tören yeri olarak kullanılan kocaman bir meydanı mevcut, Piata Mare. Alanın sınırlarını Romen Katolik Katedrali ve eskiden kamu hizmeti veren binalar belirliyor. Sibiu 2007 yılında Avrupa Kültür Başkentliği yaptığı için sanırım, etkinliklerin yapıldığı meydan ve çevresi epey restorasyon görmüş, her taraf pırıl pırıldı.
Sibiu’dan ayrılıp Saxon Bölgesi’nin en karakteristik kasabası Sighişoara’ya yöneldim. Yol üzeri, bu kez güneş batmadan, bir çayıra sapıp gecelemeye karar verdim. Çadırı kurduğum yer yoldan en az 500 metre mesafede ve yoldan görünmeyecek şekilde bombe yapan arazinin diğer yamacındaydı. Sanırım Romanya’da insanlar böyle arazileri gezip, etrafta asayiş berkemal mi diye kontrol ediyorlar. Çadırı kurmuş yemeğimi hazırlarken, bir aile arabayla yanımda bitiverdi. Onların özel arazisine girdiğimi düşünerek “Sakıncası yoksa burada geceleyebilir miyim, sabah erkenden gideceğim?” diye sordum. “Bizim için sakıncası yok, polis görürse ne der, bilemeyiz.” diyip gittiler. Polisle temasın yaklaşmakta olduğunu hemen fark ettim tabi. Nitekim yirmi dakika kadar sonra orman korucuları dört çekerleriyle geldiler, kimliklerini gösterip orada ne yaptığımı sordular. Kendilerini isteme zahmetine sokmadan hemen kimlik ve evrakları uzattım, sabah erken vakitte gitmek üzere geceleyeceğimi söyledim. Onlar da tıpkı daha önceki polis muhabbetinde olduğu gibi otele gidip yatmamı söylediler. Yorgun olduğumu, araba sürmemin risk teşkil edeceğini bahane ettim. Pek inanmış gibi görünmediler, ama kalmama izin verip uzaklaştılar.
Avrupa ülkeleri bu tarz bazı uygulamalar açısından birbirlerinden farklılık gösterebiliyorlar. İskandinav Ülkeleri’nde şehrin ortası denebilecek yerlerde yatmıştım, polis önümden geçip başını bile çevirmemişti, ama örneğin Almanya’da bir dinlenme alanında çadırımı kendi arabamın önünden alıp yan tarafta daha kör bir noktaya taşımamı istemişlerdi, elbette önce bütün evraklarımı didik didik incelemişlerdi.
Çayırda geçen sorunsuz gecenin ardından yine yola koyulup Romanya’nın bir başka Sakson kökenli kasabası Sighişhoara’ya vardım. Burası az nüfuslu bir yerleşim. Tarihi bölge tepe ve eteklerinde yer alıyor. Gittiğimde henüz devam eden Ortaçağ Festivali sebebiyle etraf bakımlı ve rengarenkti. Avrupa ülkelerinde yaz aylarında yapılan festivaller, bizim kasabalarımızda yapılan kiraz, incir, deve festivallerine benziyor, yani çok özel anlamlar aramamak gerek. Çetin geçecek kış ayları için moral toplamaya çalışan ahali bir vesile icat edip ortamı müzikle, geleneksel kıyafetler giyerek ve bol bol içerek şenlendirmeye çalışıyorlar. Tek fark memleketimizdeki festivallerde alkol uluorta içilmez, yemeğe ise abanılır.
Kale bölgesinde önce Tarih ve İşkence Aletleri Müzesi’ni gezdim, saat kulesine çıktım; ardından kedimi taş döşeli sokaklarda kurulmuş kermesin kalabalığına bıraktım. Sighişoara’da geçen birkaç saatten sonra kuzeydoğuda Lacu Roşu’ya(Kırmızı Göl) yöneldim.
Romanya’nın bu bölgesi de sıra dışı vahşi bir doğaya sahip, gördüğüm kadarıyla iyi korunuyor. Avrupa Ülkelerinin genelinde ortak bir kültürel hassasiyet var, doğal ve tarihi miraslara sahip çıkılıyor. Ülkeler bazen birbirine zıt ekonomik ve politik süreçlerden geçmişler, aralarındaki bağlar zayıflamış, ama özlerindeki ortak Avrupalılık birikimini yitirmemişler.
Kırmızı Göl şimdiye dek gördüğüm en ilginç göllerden. Yoğun ormanlık bölgenin içinde yer alıyor ve ince uzun bir yapısı var. Göl olduğunu bilmeseniz ilk başta yavaş akan bir nehir zannedebilirsiniz. Su bulanık kahverengi renkte ve gölün içinde insan eliyle çakılmış gibi duran üst tarafı kopmuş ince ağaç gövdeleri var, manzara gayet gizemli. Gölü ilginç hale getiren diğer şey de, çevrede avazları çıktığı kadar bağırıp birbirlerine saldıran ördek popülasyonuydu. Bir süre izleyince insan ister istemez havanların gezindiği bölgeden uzak durma ihtiyacı duyuyor, o derece asabiydi halleri.
Göl kenarında Romanya’ya ait ilginç bir yiyecekle tanıştım, adı kürtöskalacs. Tatlı hamur tahta merdanelere yaklaşık yarım santim kalınlığında sarılıyor, üzerine şerbet sürülüp ve muhtelif tatlandırıcı tozlar serpiliyor ve yatay biçimde kömürlü mangalda çevrilerek pişiriliyor. Tadı diğer bilindik hamur işlerinden çok farklı olmamakla beraber, içi boş silindir biçimindeki tatlıyı yemek eğlenceli idi.
Kırmızı Göl’den ayrılıp bir başkasına, Bicaz Gölü’ne doğru kanyon güzergahı üzerinden devam ettim. Bicaz Kanyonu ve Geçidi, yer yer üçyüz metreye yaklaşan kaya duvarları ve ormanlık yapısıyla Romanya’nın cennet köşelerinden biri. Şahsi araçla gelmenin avantajı bu tarz parkurlarda ortaya çıkıyor. Defalarca durarak, fatoğraf çekerek ilerlemek büyük ayrıcalık.
Kanyonu geçip Bicaz Gölü’ne vardım ve kıyısındaki piknik alanında bu kez polise dert anlatmaya çalışmadan rahatça kamp yapabildim. Ertesi sabah Suceava üzerinden Ukrayna’ya geçiş yapmak üzere sınıra yöneldim.
Romanya ile ilgili genel bir değerlendirme yapmam gerekirse: 1990 yılında, yani Çavuşesku’ların kurşuna dizildiği senenin yazında gitmiştim ilk kez, o dönem ciddi bir fakirlik ve asayişsizlik vardı. Romanya geçen yirmi küsur yılda epey yol almış. Zaten gelişmiş Avrupa Ülkelerinin temel beklentilerini karşılamasaydı Birlik üyesi olamazdı. Yollar yenilenmiş, tarihi eserler restore edilmiş, alışveriş merkezleri açılmış; ulaşım, konfor ve ihtiyaç maddelerinin temini açısından ülkenin diğer AB Ülkelerinden farkı kalmamış.
Yolculuk Ukrayna’da sürecek…