Hikayeler

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Nursel Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 808
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 129,363
Ynt: Hikayeler

Otomobil İstanbul'da

İstanbul'a ilk otomobili getiren, Basra mebusu Züheyirzade Ahmet Paşa'dır. Ahmet Paşa bu yolda, padişahtan özel izin almıştır. Üstü açık ve kırmızı renkli bu otomobil saatte 20 kilometre sürat yapmaktadır.

Vahdettin Engin •

Avrupa'nın büyük kent lerinde görülmeye baş landıktan bir süre son ra otomobil, İstanbul'a da gelir. Osman lı arşivlerinden belirlediğimize göre, İstanbul'da ilk otomobil 1904 yılında görülür. 1904 yılı Eylül ayında, Reji İdaresi'nin ısmarlamış olduğu bir otomobil, 'Mesajeri kumpanyasının vapuru ile' İstanbul limanına ulaşır.
Söz konusu otomobil üç adet sandık içinde, monte edilmemiş bir haldedir. Daha önce böyle bir araçla karşılaşmayan gümrük memurları, ne şekilde hareket edeceklerine karar veremezler.
Aracı getiren kişiden bilgi istendiğinde, bunun 'gaz ile çalışan bir otomobil' olduğu anlaşılır. Gümrük yöneticileri de araca, 'kendi kendine hareket eden ' anlamında 'zatü'l-hareke' adını takarlar.


Steir marka otomobilleriyle Viyana'dan İstanbul'a gelen Walter ve eşi, Beyazıt Meydanı'ndaki havuzun önünde, Otomobildekiler, Servet-i Fünun gazetesi sahibi Ahmet İhsan Bey ile Sedat Lütfi Bey.



'SOKAKLAR MÜSAİT DEĞİL'
Fakat gümrük tarifelerinde, otomobiller için uygulanacak herhangi bir üs de yoktur. Me murlar araca giriş yaptırıp yap tırmama konusunda tereddüde düşerler. Karar veremeyince de hükümete danışılır.
Konuyu değerlendiren Osmanlı hükümeti, İstanbul so kaklarının otomobil işlemesine müsait olmadığı' gerekçesiyle, aracın kente girişinin yasaklan masına ve geldiği yere iadesine karar verir.
Bu yasaklamadan sonra bir süre, İstanbul'a otomobil gel mez. 1905 yılında ise Romanyalı Prens Bisko, otomobiliyle İstan bul'dan transit geçerek Avrupa'ya gidebilmek için izin ister. Kente otomobil girişi yasaklanmış olmasına rağmen, transit geçiş yapacağından, Prens'e izin verilir.

ABDÜLHAMİD'İN İRADESİ
Otomobil yasağı devam eder ken, bazı varlıklı aileler, bu ula şım aracına duydukları hevesle gizlice İstanbul'a otomobil getir mekten geri kalmazlar. Nitekim 1908 Mayıs'ında, Sultan II. Ab dülhamid bir iradesinde, bu ko nuya değinir ve hükümeti uyarır. Padişah, son zamanlarda ba zı kişilerin İstanbul'a otomobil­ler getirdiklerini, bunların Şişli, Kağıthane ve Üsküdar'da dolaş tıklarını ve hatta kazalara dahi neden olduklarını belirterek, hükümetten önlem alınmasını ister. Padişahın bu ikazı üzerine hükümet konuyu değerlendirir. Buna göre, İstanbul dâhilinde otomobil kullanma yasağının de vamına karar verilir. Kent dışın da ise otomobil kullanılabilecek tir.







Hareket Ordusu kumandanlarından Hüseyin Hüsnü Paşa, 10. Ordu Kumandanı Ali Rıza Paşa, Enver Bey ve diğer subaylar, bir zırhlı otomobilin önünde (üstte).







ZÜHEYİRZADE'NİN OTOMOBİLİ
Otomobilin İstanbul'a kalıcı bir biçimde gelebilmesi, 23 Tem muz 1908 tarihinde ilan edilen II. Meşrutiyet sonrasına rastlar. Bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, kullanma amacıyla İstan bul'a ilk otomobili getiren, Basra mebusu Züheyirzade Ahmet Pa şa'dır. Ahmet Paşa bu yolda, pa dişahtan özel izin almıştır. Üstü açık ve kırmızı renkli bu otomobil saatte 20 kilometre sürat yap maktadır.
Refik H ali d Karay, Züheyir zade'nin üstü açık otomobiliyle ilgili olarak şu satırları kaleme alır: "Buna binenler sanki kutup lara gidecekmiş gibi sıkı sıkı ya kürkler giyerler, aracın rüzga rından korunmak için, gözlerine taşçı gözlükleri gibi geniş gözlük takarlar ve yedek olarak da elle rinde şallar bulundururlardı."
Züheyirzade ailesinin fertleri bu şekilde Fenerbahçe'ye gezmeye giderlerken tüm dikkatleri de üzerlerine çekerler.

MEŞRUTİYET SONRASI
II. Meşrutiyet sonrasında otomobil konusunda bir esneklik gösterilmesi, bazı girişimcileri harekete geçirir. Bunlar hüküme te başvurarak İstanbul'da oto­mobille nakliye yapma imtiyazı almak isterler.
O gün için, bu talepler uygun bulunmaz. Henüz otomobil tra fiğine ilişkin kurallar ortada yoktur: Otomobillerden ne tür vergi ler alınacağı, halkın güvenliğinin nasıl sağlanacağı gibi konular açıklığa kavuşturulmadan her hangi bir şirkete imtiyaz verilmesi uygun görülmez. Ayrıca böyle bir imtiyaz verildiği takdirde, bu ayrıcalığı elde edenlerin ileride tramvay ve demiryolu yapımları nı engelleyebilecekleri de düşünülür.
II. Meşrutiyet sonrasında İstanbul'da otomobil sayısı artma ya başlar. 1908-1914 yılları arasındaki dönemde, çoğu resmi olmak üzere, İstanbul'da 100-150 otomobilin bulunduğu rahmin edilmektedir. Bu araçlar Alman ya, Fransa, İngiltere ve İtal ya'dan getirtilmişlerdir.








Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları sırasında otomobilde

TÜRK İNSANI OTOMOBİLE ALIŞIYOR
Cemil (Topuzlu) Paşa'nın belediye başkanlığı döneminde, İstanbul'un belediye işlerinde motorlu araçlar kullanılmaya başlanır. Hatta Şahbal dergisinin 1909 yılı Temmuz ayına ait bir sayısında, Fransız ve İngiliz las tik fabrikalarının reklamları yayımlanır.
Türk insanının otomobille tam olarak kaynaşması ise ordu da kullanılan motorlu araçlar sayesinde olur. Birinci Dünya Sava şı başlarken Almanya'dan getiri­len çok sayıda otomobil nedeniyle İstanbul'da bir otomobil taburu ve bir de şoför eğitim kursu açılır. Cumhuriyet döneminde de bu taburdan yetişen Fikri Tevfik Bey Türkiye'nin ilk sivil şoför eğitim kursunu açmıştır.

NİZAMNAMEYE HIZ SINIRLARI
Otomobil sayısının çoğalma sı, bir takım önlemlerin alınması gereğini de beraberinde getirir. Bu çerçevede, 24 Aralık 1328 / 1913 tarihli, belediye zabıtasının vazifelerine dair nizamnamede, otomobille ilgili hususlara da yer verilir.
Buna göre, otomobillerde bulunan motorlar gürültüsüz çalışmalı, patlayıp yanma tehlikesi olmamalı ve gelip geçeni rahatsız edecek derecede duman ve pis koku çıkarmamalıdır. Otomobillerin frenleri araçların bir denbire durabilmesini temin edecek bir halde ve en dik yokuşlarda dahi geriye kaymasını engelleyecek bir vaziyette olmalıdır. Bunun aksi görülürse, otomobil seferden men edilecektir. Otomobilin tekerlekleri lastikli olacaktır. Otomobillerde daima biri önde, diğeri arkada iki numara levhası bulunacaktır. Bu levhalar siyah zemin üstüne be yaz yazılmış olacak, okunaklı, göze çarpacak kadar kalın harf ve rakamlardan oluşacaktır. Geceleri numaraların iyi okunabil mesi için otomobilin arka tarafında, harfleri oyulmuş ve yüzüne cam geçirilmiş bir fenerli numara bulunacaktır. Arabanın önünde sağ ve solu göstermek için sağda yeşil, solda beyaz iki fener bulunacaktır...
Nizamnamede, bugün de uygulanan temel trafik kurallarının ardından, o gün için geçerli olan hız sınırları da belirtilmiştir: Otomobiller kent içinde 10 kilometreyi geçemeyeceklerdir. Dar ve kalabalık yerlerde bu hız at arabalarıyla eşit olacaktır. Kent dışında otomobillerin hızı saatte 30 kilometreyi geçmeyecektir.






Edirne'de
'Bomonti
Lokantası'
önünde, ilk
'omnibüs'








VERGİLER
Otomobillerle ilgili bir başka düzenleme de, bunların ödemeleri gereken vergiler konusunda yapılmıştır.
Bu çerçevede, ticari otomobillerden, motor gücü 12 beygire kadar olanlardan yıllık 6 lira, 12-20 arası beygir gücüne sahip olanlardan yıllık 10 lira, motor gücü 20 beygiri aşan otomobillerle bilumum otobüs ve kamyonlardan yıllık 15 lira belediye vergisi alınacaktı.
Hususi otomobillerde bu rakamlar yüzde elli daha yüksek olacaktı. Yabancı uyrukluların otomobilleri de hususi otomobillerden alınan vergilere tabıydı. Resmi otomobillerden vergi alınmasına gerek görülmemişti.

KÖPRÜ ÜCRETLERİ
Otomobillere ilişkin bir baş ka özellik de Galata Köprü sü'nden geçerken ödemeye mecbur tutuldukları ücretti.
Buna göre, binek otomobillerinden 2 kuruş, ticari otomobillerin boş olanlarından 5 kuruş, yüklü olanlarından 20 kuruş ücret alınacaktı.
Bu arada köprüden sürekli olarak geçmek durumunda olan otomobiller için bir kolaylık düşünülmüştü: Bu otomobil sahipleri aylık 150 kuruş peşin ödeyecekler ve karşılığında kendilerine bir 'paso' verilecekti. Böylece, geçişlerde pasosunu gösterecek olan otomobil sahibi, her defasında bilet almak zorunda kalmayacaktı.

Şoförden önce, 'otomobil çarkçısı' II. Meşrutiyet sonrasında İstanbul'da otomobil sayısı artmaya başlamıştır ama henüz 'şoför' kavramı ortada yoktur ve sürücülere 'otomobil çarkçısı' adı verilmektedir. Otomobil çarkçılarının ehliyetli olmaları gerekir. Ehliyeti olmayan otomobil, otobüs ve kamyon çarkçıları görev yapmaktan men edilir... Bu dönemde, ticari otomobillerin feneri yanında, boş veya kiralanmış olduğunu göstermek üzere, bir tarafı beyaz diğer tarafı kırmızı bir levha bulunurdu. Müşteri bindiği zaman, levhanın kırmızı tarafı, araç boş olduğu zaman da beyaz tarafı çevrilirdi... Dönemin belediye nizamnamesine göre, 'otomobil çarkçılarının birbirlerine karşı katiyen hakaret dolu sözler sarf edemeyecekleri' karara bağlanmıştı."

İstanbulluların ilk otomobillere tepkisi, Avrupalılar gibi aşırı olmadı. Bununla beraber insanların, o yılların ölçülerine göre süratle yollardan geçen otomobillerden ürkerek sağa sola kaçıştıkları da bir gerçektir. İbrahim Alaattin Gövsa, İstanbul'da ilk otomobili 1909 yılında gördüğünden söz eder. Gövsa 'Otomobil geçerken' başlıklı bir şiir de yazar. Bu şiirin iki dizesi şöyledir: "Geçende caddede olmuştu aniden peyda/ Bizim lisanda henüz ismi olmayan araba." İlk zamanlar sadece devlet hizmetinde ve ordunun üst kademeleri içinde kullanılan bu araçlara, halk kolay alışamadı. Otomobillerin sokaktan her geçişinde, insanlar motorun gürültüsünden sağa sola kaçışıyorlar ve çok sayıda kişi otomobil sürücülerinden şikâyetçi oluyordu. Kalem gazetesinin 1909 tarihli bir sayısında, halkı en fazla rahatsız eden gürültülerin, Otomobillerin boru sesi (korna)' ve bozuk gramofon sesi olduğu yazılır. Ayrıca otomobili çalıştırmak için araçtan inip ön taraftaki marş kolunu çevirme gerekliliği, halk arasında, 'at arabalarının daha kolay işlediği' tartışmalarına yol açar.




'Atsız faytonlardan otomobile...

Otomobiller önceleri buharla çalışan motorlara sahipken giderek gelişen teknoloji sonucu, benzinli motorlar kullanılmaya başlandı. Buharlı otomobil konusunda ilk deneyi 1771'de Fransız mühendis Cugnot, üç tekerlekli bir araba üzerinde yaptı. Daha sonra İngiltere'de Griffth (1821), Hill (1824) ve Hancook (1831) buharlı posta arabaları yaptılar. Fakat deneyimler sonucunda ortaya çıktı ki, lokomotifler için kullanışlı olan buhar motoru, hafif ve kolaylıkla manevra yapabilecek taşıtlarda uygun değildi. Bunun üzerine yeni arayışlara gidildi. 1890'lı

yıllarda Almanya'da Daimler ve Benz, Fransa'da Peugeot, Panhard ve Levassor, İtalya'da Bernardi ve Lanza, ABD'de Duryea ve Ford ilk otomobillerini ürettiler. Bunlar dış görünüş olarak 'atsız faytonlara' benziyordu. Otomobil teknolojisi giderek gelişti. Herhangi bir 'çekici güç' olmaksızın hareket edebilen bu araçlar, yadırganmakla kalmamış, tepki de toplamışlardı. Avrupa'daki gazeteler de kamuoyunun sesini yansıtacak biçimde bu yeni ulaşım aracına cephe alıyorlardı. Şu tür haberlere sık sık rastlanıyordu: "Zenginlerimiz kendilerine bu yeni oyuncağı bulduktan sonra yollar artık kent halkının olmaktan çıktı."
 

Etiketler
Ynt: Hikayeler

Elveda Sevgilim

Biliyorum, haksızlık ettim sana ayrılırken.
Bir kelime söylemeden, bir açıklama yapmadan..
Nerede olduğunu biliyordum. Gelip seni alabilirdim.
Yapmadım.
Kendimden korktum çünkü. Seni tekrar görür, tekrar dokunursam sana, kendimi tutamıyacağımdan.. Seni bırakma kuvvetini kendimde bulamıyacağımdan.. Kendi zayıflığımdan korktum yani..
Zaten baştan beri benim zayıflığım üzerine kurulu değil miydi ilişkimiz?
Uyarmışlardı beni baştan, çok söylemişlerdi. Bu beraberlik yürümez, olmaz diye..
Kimseyi dinlememiştim o zaman..
Seninle birlikte görülmek, seninle hava atmak çok çekici gelmişti bana.. Yaşım da küçüktü daha.. Hem herkes, bütün yaşıtlarım seninle görülmeğe can atıyorlardı.
Sonra senden kuvvet aldığımı zannettim. Sana dayandım.
Farketmedim, hiç anlamadım, zamanla nasıl da beni tümden ele geçirdiğini.
Sensiz hiçbir şey yapamaz hale gelinceye kadar.
Bir gün, epeyce zaman sonra birgün, birden anladım ki, sensiz bir hiç olmuşum.
Üzülürsem seni arıyorum, sevinirsem seninleyim, yeni bir şeye başlayacaksam sana koşuyorum, cesarete ihtiyacım varsa sende buluyorum, yürürken ancak sen benimle isen yürüyebiliyorum, araba kullanırken mutlaka benimle olmalısın. Hatta başkaları ile konuşmam gerekince bile, sen yoksan beceremiyorum.
İşte ilişkimizin en kötü yanı bu idi. Sen yoksan, adeta ben de yoktum.
Başka hiç kimse ve hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu, arkadaşsız kalmaya dayanabilirdim, uykusuzluğu çekebilirdim, bana bir lokma bir hırka bile yeterdi..
Herşeysiz olabilirdim, ama sensiz asla!
Herşeyimi dökebilirdim senin yoluna, elimde avucumda ne varsa.
Oysa biliyordum gayet iyi, benden başka sevgililerin de olduğunu.
Bu bile umurumda değildi inan..
Herşeyi bile bile, koşmaya devam ettim peşinden..Bunu inkar edemezsin!
Zamanla etrafımdakiler de azaldı birer birer, seninle olduğum için. Seninle gittiğim yerlerde, tanıdıklarım çevremden ayrılmaya başladılar. İnsanlar uzaklaşmaya başladı benden, bulaşıcı bir hastalığım varmış gibi. Hatta kızdılar bana.
Yaralandım, kırıldım, ama yine senden kopamadım. Üstelik sesimi yükseltmeye, kendimi ve seni müdafaa etmeye çalıştım. "Bu benim hayatımdır, ben hayatımla ne istersem onu yaparım. Size ne?" demeye çalıştım. O zaman da, bana acıdıklarını farkettim.
Biliyor musun, ne kadar kötü bir duygu, başkalarının acıdığı bir durumda olmak?
Ama bütün bunlardan senin haberin bile yoktu.
Ve herşeyin en kötüsü ne idi biliyor musun?
Ruhsal sağlığımın yanında, bedensel sağlığımın da beni terkettiğini görmüş olmam!
Sana düşkünlüğümden, sana tutkunluğumdan, adeta yalnız seninle yaşar hale gelmemden, gece gündüz seni aramamdan, yemeği, içmeyi unutmuş olmam! Benimle olmadığında, özleminden erimem, iştahımın gitmesi, uykularımın kaçması. Zayıflamam, çirkinleşmem, tenimin solması, derimin sarkması, olduğumdan çok daha yaşlı görünmeye başlamam! Öksürük nöbetleri, sesimin kısılması.Tüm bedenimin bu çöküşe katılması!
Geç, bir hayli geç, ama yine de çok geç olmadan nihayet anlayabildim, senin benim için aslında zehir olduğunu! Benim için tek kurtuluşun, senden kopmak, sensiz yaşamayı öğrenmek olduğunu!
İşte onun için terkettim seni, bunca zaman sonra.
Güvenme, daha önceleri de terketmeye kalkıp, başaramayıp, tekrar tekrar sana döndüğüme.
Bu seferki kesin! Dönüşü yok! Bekleme hiç!
Çünkü artık yeniden başlamak, hayatımı yeniden kurmak istiyorum.
Senin egemenliğinden kurtulmuş olarak, özgürlüğüme ve sağlığıma da kavuşmuş olarak.
Zararın bir yerinden döndüm artık ben. Ne kazancım kaldıysa, onu yaşamak istiyorum.
Boşuna bekleme!
Bunda kararlıyım!
Güzel günlerimiz olmadı mı hiç? Oldu tabii. Ya da benim açımdan oldu. Seni benim için vazgeçilmez, benim için dost bildiğim zamanlarda. Bana yardım ettiğini, benim yanımda olduğunu düşündüğüm, benim sırtımdan yaşamını sürdürdüğünü bilmediğim zamanlarda.
O günlerin hatırına yazdım sana zaten bunları. Bilesin istedim, gecikmelide olsa, neden terkedildiğini.
Biliyorum, seni ötekiler de terkedecek.
Birer birer, ardı ardına, senin sevgilin olmanın nelere malolduğunu keşfettikçe, onlar da...
Birgün yapayalnız kalacaksın sonunda korkarım, yalnız yaşayacaksın. Bu da senin kaderin herhalde.
Yavaş yavaş hazırlan buna derim ben, senin iyiliğin için..
Başka diyeceğim yok aslında.
Öyleyse artık hoşçakal, uzatmalı aşkım!
Sevgili sigara!


Zühal Voigt
 

Ynt: Hikayeler

Kırsalda doğaya karşı savaşan hamile kadınlara ve okumaya çalışan o çocuk yüreklere…

Sokaklar, caddeler, evler, beyaz karlarla örtülmüş geceden…
Her yer bembeyaz…
Şehir gelinlik giymiş sanki bu sabah…
İçimde, bembeyaz çoşkular, bir o kadar da hüzün var…
Çocukluğuma gidiyorum…
Çocukluğumun karları da böyleydi…
Soğuk bir gecenin, sıcacık bir yatağına yatar,
o şirin beyaz örtüyle uyanırdık sonra…
Her yer bembeyaz olurdu…
Sokaklar, caddeler, avlular, damlar, her yer…
Eskimiş çorapları kat kat eder, giyerdik ayaklarımıza sonra…
Trabızan ayakkabılarımız vardı…
O bembeyaz örtüyü, kapkara ayakkabılarımızla kirletirdik…
Ama, masum bir kirlilikti bu…
Çoktandır böyle delice yağmamıştı kar…
Küsmüştü belki…
Çocukluğumdaki karları anımsattı bana…
Alıp götürdü beni, sürükledi o zamanlara…
Kerpiçten yapılmış evimizin damını, üşüyen ellerimizle temizlemeye çalışırdık o vakitler…
Damdaki karları, çatalımsı bir tahta parçasıyla traş ederdik sanki…
Konu komşunun toprak damlarında koşturur durur, mahalllenin, ama pîr olmuş çocuk avcılarından kuşları avlamak için garip garip yöntemler öğrenirdik…
Naylon iplikleri kısacık keser, onları düğümler, toprağa saplardık ilkin…
Tuzak yerini kışlıklarımızdan arakladığımız buğday taneleriyle doldurur, kendimizi bir köşeye gizlerdik sonra…
Beklerdik…
Gök yüzünde bir müddet dolanıp yerdeki yemlere çömelen kara kuşlar, o hain tuzaklarımızın kurbanı olurlardı sonra…
Tuzaklara yakalanan kara kuşlar, güvercinler, kanatlarını bir süre çaresizce çırpar, daha fazla dayanamaz, esir düşerlerdi…
Büyük avlumuza o kadar karlar yağardı ki, adım atamazdık…
Her sendeleyişte, tekrar tekrar dengemiz bozulur, karlara yüz üstü düşerdik…
Odunluktaki küçücük kömürler, kardan adamın gözleri, düğmeleri de elbisesine saklardık her daim…
Güneş çıkmasın, kardan adamımız yaşasın diye, çok dua ederdik…
Çocuktuk işte…
Konu komşudan ufacık taslara doldurduğumuz, o pamuksu karları yediğimizde, ağzımıza çocuksu tatlar doluşurdu…
Güzeldi…
Sanki o zamanın karları bile farklıydı…
Süt beyaz, kirlilikten, kokuşmuşluktan arınmış, bembeyaz bir örtü gibiydi sanki çocukluğumuzdaki karlar…
Kendi ustalığımızla, kayağa benzettiğimiz, ufacık kaygan tahtaların bir ucuna bir sicim bağlar, karların üzerinde çocuksu yolculuklara çıkardık çoğu kez…
Mahallenin orta yerinde, eskimiş, pörsümüş tenekelerin içine, konu komşudan yürüttüğümüz odunları doldurur, sonra onları yakar, etrafına dizilir, oyunlar oynar, şarkılar söylerdik…
İçimize sımsıcak duygular doluşurdu…
Çocukluk işte…
Güneş eritmesin, mutluluklarımız sönmesin diye, avuç dolusu karları evin en soğuk yerlerinde saklardık çoğu kez…
Ama hiçbir şeyin, hiçbir zamanın hükmedemediği bütün umutlar gibi, sakladığımız o karlar da, güneşe veyahut o sinsi zamana yenik düşerdi…
Yüreğimizdeki çocuksu umutlarla beklerdik.
Bir dahaki kışları…
Yağacak karları…
Umutları…
Oyunları…
Hayatın, saf, engelsiz, koşuşturmasız tarafıydı belki de bizimkisi…
Karlara yenik düşmüş, yolları kapanmış köylerin, hastaneye yetişmek için bekleyen, karnında bir yavru ile set kurmuş karlarla amansız bir kavgaya bulaşan hamile kadınlar nereden, nasıl gelsindi ki aklımıza… ?
Her şeyin bir bedeli vardı işte…
Şimdi daha iyi anlıyorum, geriye dönüp baktığımda…
Çocukluğumuzda yaşadığımız, bize o zamanlar bile tuhaf mutluluklar yaşatan o karların bile, kirli bir yüzü veyahut bir bedeli vardı demek…
Tıpkı her şeyin; kirli bir yüzü veyahut bedeli olduğu gibi…

Zeki Akın
 

Ynt: Hikayeler

Yüreğim seninle mühürlensin

Aradığım sendin güle dönerken şafaklar, küllenirken akşamlar…
Gül kızıllığında müjdeler aradım ebrulî bulutlardan hüzme hüzme süzülürken ışıklar.
Çöl benim içimde, acı benim içimde. Mecnun’un, geceler ve gündüzler boyu Leylî iniltilerini bir ney gibi dinleyen kum taneleri ayaklarımın altında ateş ateş çoğalırken, geceyi özlüyorum. Gecelerde dolunaylar gibi doğasın diye ufkumda yâr!
Çölün sessizliğine düşerken yıldızlar, yüreğimin kuytularına serinlikler insin cennet cennet ne olur! Bir aslan avcısının çölün hür ufuklarında geceyi yorumlayıp da, “Ebedi ve ezeli Sevgilinin dört duvar arasına sıkıştırılamayacağını anladım.” deyişi gibi ben de gönül semalarımda yıldız yıldız beliren mühürlerine bakıp seni yaşamak istiyorum içimde ey sevgili!
Benim için her gül yaprağında sen, her yağmurda sen, her rüzgârda sen… Varlığım seninle… Zamana senin adınla mühür vuruyorum. O mühürler ki, zamanın sonsuza uzandığı yerde ancak yine senin adınla açılır, yine senin adınla okunur.
Gönlümün gaflet çölünde perişan düştüğü demlerde hasretimi affıma ferman say da ne olur ötelerin tütsüsüyle yeni mühürler vur yüreğime. Zaman ırmağının donduğu ötelerde de açılacak sonsuza uzanan yeni mühürler.
Yüreğim seninle mühürlensin.
Adım, adınla bilinsin yâr! Adımlarım ne yana dönse sana olsun. Ki, sen her yanımdasın. Biliyorum şah damarımda akan kan, daha yakın değil bana senden.
Yakınlığın gül tadında yanmaksa eğer uğruna, ne olur beni de yak yaprak yaprak aşkınla. Bin kerre bozduğum tövbelerden sonra yeni baştan yazılsın gecenin en mahrem saatlerinde aşk kitabım. Kitaplar kitabından nasibime ilkin nasıl adın düşmüşse, yine öyle adınla başlasın satırlar. Nice gönlü bin parçaya bölen Züleyha bakışlı güzellerin aşk sayfaları rafa kaldırılsın Yusuf kanatlarıyla.
Titreyen dudaklarımdaki son mühür, son isim, son çağrı son tat adın olsun…
Bunu affıma ferman bilirim.
Sen varsan yâr, her şey bana yâr!
Vücut zindanında sana müştak gönlüm nice baharlar yaşar adınla yağmur yağmur, demet demet.
Mısır’a sultan olmak değil mi ki ışığa hasret köhne zindanlardan geçiyor, beni de nefsin zindanında esarete mahkûm bir Yusuf say da, arındır ve sonra da kavuştur özgürlüğüme yâr!
Bilirsin, özgürlüğüm, sana tutsaklığımdır.
Arzuların kör kuyusuna benim de atılmışlığım vardır. Ne olur beni de Yusuf’lardan say, yolla ümit kervanlarını, sal rahmet kovanı. Ufkum senin rahmetinle şenlensin. Göz sahillerimde dalgalar senin adınla coşsun.
Tesellim; hasretimdir, gözyaşımdır, umudumdur…
Bulut bulut dolan yüreğimden sana akıtıyorum gözyaşlarımı yâr! Önce adın, sonra adımlarım… Ben bir gelirken sen iki gelensin. Benim için bana benden daha çok yönelensin.
Çağları aşan çağrılarınla günü beş parçaya bölerken, ne olur her parça benim için bir altın dilim olsun secde secde sana yönelişlerimle…

Osman Alagöz
 

Ynt: Hikayeler

Mahalle… O bildik yüzü ile, alışılmış telaşı ile karşılıyor beni… Sessizce içine alıyor, kucaklıyor. Köfteci köşede, karpuzcu onun karşısında. Pazar sokağı boş; tezgahlar kenarlara savrulmuş, bekliyor. Eksiği yok gibi duruyor; bir benim bildiğim eksiğin eksikliğini çekmesini bekleyemem elbet! Evim az ötede; perdeleri çekili. İçeride ışık yok, içeride ışığa ihtiyaç duyan yok.

Yansa bile boşluğa düşecek huzmeler. Yetim kalmış eşyaları kendileriyle yüzleştirecekler, belki de ağlatacaklar. Işığın vurduğu yerde bana yeni aydınlıklar sunacak yüzler yok.

Kapıdayım. Zile basmam gerekmiyor. Zilin sesine ses verecek yok. “Kim o?” diyenim yok. Adımın ve sesimin yankılanmasına derinliğini bilemediğim ama varlığından emin olduğum tanımsız bir sevinçle karşılık verecek yok. Kapının arkasında bekleyenim yok. Önünde beklemek ile arkasına geçmek arasında pek fark yok. Kapalı kalsa ne gam! Açmaya değmeyen kapıdan daha büyük duvar var mı ki?

Anahtar elimde. Kendim çeviriyorum. Bana açılmıyor kapı. Ben açıyorum kapıyı. Ben açılıyorum kapıya. Sessiz ve loş koridor. Ses yok; tanıdık yüzler eksik, beklediğim gürültü tükenmiş, alıştığım uğultu alıp başını gitmiş. “Baba bana ne aldın?” diyen bıktırıcı ses bile terk etmiş kapının arkasını. Ayakkabımı çıkarmama bile fırsat vermeyen, apansız boynuma atılan sabırsızlıkların yerinde yeller esiyor.

Mutfağın tıkırtısı kesilmiş. Koku gelmiyor içeriden. Ocak sönmüş; tencereler kenarda bekliyor, tabaklar pek uslu duruyor. İçeride kocaman bir boşluk; sanki ağız olmuş sustukça konuşuyor, konuştukça sus(tur)uyor. Çöp kutusu boş. Kocaman bir hiçliğin, hep dolu gördüğüm için hesap etmeye fırsat bulamadığım o tuhaf boşluğun sözcüsü olmuş. Konuşuyor boş çöp kutusu. Dolu dolu bağırıyor hiç çekilmeyen çekmeceler. Hiç kirlenmeyen tezgah, hiç akıtılmayan musluk, hiç kırışmayan kilim ve yerinden hiç kaymayan sehpa örtüsü, hayatın nabzının çekildiğini haykırıyor dört duvar arasından. Eşyanın ruhu çekilmiş. Pencere pervazlarında çocuk bakışının ışıkları eksik. Kapı aralarından aşina kadın sesi sızmıyor. Koridor daha da daralmış, darlanmış. Canı çekilmiş odaların, yastıkların beyin ölümü gerçekleşmiş. Aynaların yüzü solgun; bakanı yok. Hiç dokunulmamış diş fırçası içimin içinde bir yerlere dokunuyor. Hiç erimeyen sabun gizli sızılarımı köpürtüyor.

Bisikletler köşelerine çekilmişler; boyunları bükük, pedalları suskun. Giyilmeyen küçük terlikler ağlıyor gibi, minik ayakların dokunuşuna hasretler. Buzdolabındaki çikolatalar değecek dudaklar arıyorlar kendilerine. Derin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor dondurmalar. Ayakkabılık rahatlamışa benziyor, kalabalığı başından savmış, sakinleşmiş. Çok giyilen ayakkabılar alıp başlarını gitmişler. İçindeki ayaklar başka yerlere basıyorlar, uzak yollara koşuyorlar.

Bilgisayarın tuşlarına dokunurken omuzlarıma çıkan, “bana yesim göstey baba!” engellemesinden kurtuldum. Bu “kurtuluş”un esiriyim şimdi. Omzuma apansız yaslanan o beklenmedik ağırlığın yokluğu çökertiyor omuzlarımı. Seccademin tam orta yerine uzanıp secdelerimi engellemeye çalışan minik bedenin bıraktığı boşluğa koyuyorum alnımı. Boşluğa düşüyor gözlerim. Sabah ayaklarıma dolanan, kapıdan çıkışımı sonu gelmez bir törene dönüştüren o ses yok. Hiç sırası değilken, “Baba, haydi gezmeye gidelim!” diyen ses yok.

Eşim ve çocuklarım bir süreliğine şehir dışında. Acıyla anlıyorum ki, benim varlığım doldurmaya yetmiyor evi. Eşim ve çocuklarımın çekilmesiyle ortaya çıkan o boşluğun çok az bir kısmına denk geliyor cismim. Varlığım “ev”i “yuva” yapmaya yetmiyor. “Ev”i “yuva” yapan o görülmez boşluğun boyutlarını ölçmeye başlıyorum şimdi. Ölçü birimim Sueda Zeynep, Mustafa Ahmed, Mehmed Furkan ve Semine… Onların sıcak ve enis yüzlerince ölçüyorum o boşluğun yüz ölçümünü. Onların seslerinin yankılanmasıyla tahmin ediyorum o boşluğun nerelere kadar uzandığını. Onların hasretlerinin göğsümdeki ağırlığı ile tartıyorum o boşluğun havasını.

“Evim” onlarsız da oluyor ama onların uzaklığınca uzak kalıyorum “yuvam”a. “Evim” onların yokluğunda da ayakta duruyor ama “yuvam” onların kıyılarımdan çekilerek açtığı o derin uçurumun dibinde bekliyor.

Tecrübemle sabit olmuş tavsiyemdir: Bir gün “ev”iniz boş kaldığında, “yuva”nızı keşfe çıkın. Doğrudur; taştan ve demirden yapılır evler; kolayca da bulunur onlar. Ama yuvalar çocuk cıvıltılarının ninnisiyle, kadın dokunuşunun sıcaklığı ile inşa edilir. Kolayca kaybedilir onlar; kolay kolay bulunmazlar…

Senai Demirci
 



Ynt: Hikayeler

DOĞRU İNSAN OLMAK
Yazar kitabında şu öyküyü anlatır..
'Yıllar önce Hawai'de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır.
Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için ! kızın ailesine belli
sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması
gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı
değişebilmektedir.
ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı
bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası
ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir;
hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.
Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes
onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak
büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek
ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir! ! ..
O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin
ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini
haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan
emin değildir. Aslında John! y'i tanımıştır fakat kızdan emin
olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel , zarif birisidir. İyice
yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği,
cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek
ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi bir
alışveriş yaptığını düşünürler.'
Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; 'Johnny 12 inek ödedi, kız 12
ineklik bir kadın haline geldi.'
Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer,
ona kazandırdığınız değerdir. Aslında 'doğru adam', 'doğru kadını'
inşa eder, 'doğru kadın' da 'doğru adamı'...
Kalp kırmadan, yıkıp-döküp-ezip geçmeden, doğru insanı bulmanız-doğru
insan olmanız dileğiyle...
 

Ynt: Hikayeler

hikaye olur da Keloglan'sız olur mu? :D


Padisah bir gün, "Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın verecegim!" demis.

Yalancılar hemen saraya kosusturup baslamıslar yalana;

- "Bir kus, aslanı kapıp yuvasına götürdü".

-"Bunun neresi yalan? Kus kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavru. Kaptı mı götürür tabii!..''

- "Komsu ülkede bir esegi kral yaptılar!.."

- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düsürmüs. Taç da pencerenin altındaki esegin basına geçmis. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.."

- "Padisahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!"

-"Senin ok bir aðacın üstüne düsmüstür. Aðaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, takılacak yer bulamayıp yere inmistir".

Böylece padisah, her yalana gerçek bir bahane bulmus ve kimse padisaha bu yalandır dedirtememis. Ama bir gün Keloglan gelmis;

- "Padisahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıstın. Simdi geri almaya geldim.

" Yalandır dersen ödülümü ver. Yalan degil dersen borcunu öde!.."
 

Ynt: Hikayeler

34sel' Alıntı:
hikaye olur da Keloglan'sız olur mu? :D


Padisah bir gün, "Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın verecegim!" demis.

Yalancılar hemen saraya kosusturup baslamıslar yalana;

- "Bir kus, aslanı kapıp yuvasına götürdü".

-"Bunun neresi yalan? Kus kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavru. Kaptı mı götürür tabii!..''

- "Komsu ülkede bir esegi kral yaptılar!.."

- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düsürmüs. Taç da pencerenin altındaki esegin basına geçmis. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.."

- "Padisahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!"

-"Senin ok bir aðacın üstüne düsmüstür. Aðaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, takılacak yer bulamayıp yere inmistir".

Böylece padisah, her yalana gerçek bir bahane bulmus ve kimse padisaha bu yalandır dedirtememis. Ama bir gün Keloglan gelmis;

- "Padisahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıstın. Simdi geri almaya geldim.

" Yalandır dersen ödülümü ver. Yalan degil dersen borcunu öde!.."

güzelmiş :smiley:
 

Ynt: Hikayeler

Hesaplama Hatası

Dünyanin en komik kazasi: Bir duvarci ustasinin santiyede yazdigi mektup:
Sayin santiye sefim;
Is kazasi tutanagina planlama hatasi diye yazmistim. Bunu yeterli görmeyerek ayrintili anlatmami istemissiniz. Su anda hastanede yatmama neden olan olaylar aynen asagida anlattigim gibi olmustur:

Bildiginiz gibi ben bir duvar ustasiyim. Insaatin altinci katindaki isimi bitirdigim zaman biraz tugla artmisti. Yaklasik 250 kg kadar oldugunu tahmin ettigim bu tuglalari asagiya indirmek gerekiyordu.

Asagiya indim, bir varil buldum, ona saglam bir ip bagladim ve ardindan altinci kata çiktim. Ipi bir çikriktan geçirip ucunu asagiya saldim. Tekrar asagiya indim ve ipi çekerek varili altinci kata çikardim. Ipin ucunu saglam bir yere baglayip tekrar yukari çiktim. Bütün tuglalari varile doldurdum. Asagi indim, bagladigim ipin ucunu çözdüm. Ipi çözmemle birlikte birden kendimi havalarda buldum. Nasil bulmayayim? Ben yaklasik 70 kiloyum. 250 kilogram varil süratle asagiya düserken beni yukari çekti.

Heyecan ve saskinliktan ipi birakmayi akil edemedim. Ben yukari çikarken yolun yarisinda, asagi inmekte olan tugla dolu varille çarpistik. Sag iki kaburgamin bu sirada kirildigini saniyorum. Tam yukari çikinca, iki parmagim iple beraber çikriga sikisti; Parmaklarim da bu sirada kirildi. Bu esnada yere çarpan varilin dibi çikti ve tuglalar etrafa saçildi.

Varil hafifleyince, bu sefer ben asagi inmeye varil ise yukari çikmaya basladi ve yolun yarisinda yine varille çarpistik!.. Sol bacagimin kaval kemigi de bu sirada kirildi.

Yere inince can havli ile ipi birakmayi akil ettim. Bu sefer de basimi yukari kaldirdigimda bos varilin süratle üzerime geldigini gördüm!...

Kafatasimin da böyle çatladigini saniyorum. gözümü hastanede açtim...

:smiley:
 

Ynt: Hikayeler

KARAYILAN İLE DUDU

Ceyhan Nehri; K.Maraş topraklarından çıkıp, Çukurova’dan geçerek Akdeniz'e doğru uzanır; gün batımlarında ve gün doğumlarında gümüş gibi ışılayarak, bir yılan gibi kıvrıla-kıvrıla akar. Nehrin hemen yanı başından yükselen Amanos’ların bir uzantısı olan, yüzü ovaya bakan bu mor dağların eteklerindeki bir küçük köyde, geçmiş yılların birinde yaşanmıştır bu hikâye.

Panik halindeki koşuşturmayı gören ve sesleri duyan herkes, aynı yere doğru geliyormuş. Kalabalığın içindeki bir çocuk arkadaşına cevap olarak ''Adamın korkudan dili boğazına akmış, dedem parmağıyla adamın dilini boğazından çıkardı'' demiş. Sonra biri adama su içirmiş. Birkaç kişi adamın gömleğini çıkarmış ve gördükleri karşısında kalabalığın hepsinden bir ''Aaaa'' sesi yükselmiş. Bir kadın ''Vah! Vah! Artık bu adama hiçbir kadın sokulmaz'' demiş. Başka birisi, kadının sözlerini tasdikler gibi ''Evet ya, karayılanın izleri adamın derisinden hiç çıkmaz'' demiş. Sonra adamın anası koşmuş yetişmiş; gördükleri karşısında yakına yıkıla ağlamaya başlamış. Adamın sırtında, küreklerinde, üç boydan boya, bir yarım, iki parmak kalınlığında uzanan, bir kırbaç izi gibi kıpkırmızı kanayan, çapraz biçimindeki yaraları görmüş. Kalabalığın içindeki başka bir kadın ''ben gördüm-ben gördüm'' diyor, karayılanın faşılayan kızgınlık sesleri ile adamın sırtına hışımla nasıl da tekrar-tekrar indiğini anlatıyormuş. Yine kalabalığın içindeki bir başka genç adam ''adam mutlaka bu karayılanın eşini öldürmüştür, başına gelenlerin sebebi ondandır'' diyormuş.

Şimdi anlatacağım hikâyenin kahramanı Dudu'nun köyünde, bu ve benzeri ilginç, biraz korku ve biraz da heyecan verici olaylar, birkaç yılda bir yaşanırmış.

Dudu iki yıl önce ölen kocasından kalan tarlasındaki işleri yoluna koyduktan sonra, akşamüzeri evine gelmiş. Banyo yapmadan önce soyunmak için odasına yönelmiş. Onunla kapının eşiğinde karşılaşmışlar ilk kez; gördüğünde endişe ve korku içinde, irkilerek öylece donup kalmış Dudu. Bu ani karşılaşma ve göz göze gelme esnasında, attığı çığlığının sesi Dudu'yu bile korkutmuş. Zaten yılan bu süreçte bahçeye açılan arka pencereden akıp gitmiş. Yılanın simsiyah parlak bir rengi ve çok soğuk, çın-çın ürpertici bakışları, gözleri varmış. Dudu hemen bir su içmiş ve daha sonra bu korktuğu durumu olağan karşılaması gerektiğini düşünmüş. Ama yinede Dudu, yarı kasap, yarı kebapçı kocasının, davar keserken kalp krizi geçirdiği o andaki korkunç görüntüsündeki hissettiklerine yakın bir korku yaşamış. İşte o fotoğraf Dudu'nun içindeki korkuyu ve yalnızlığını ifade eden en güçlü anıymış.

Dudu çok heybetli biri gibi görünmese de işlerinin üstesinden gelebilecek kadar kuvvetli ve dolgun vücuda sahip bir kadınmış. Otuz yaşında, iki çocuğu ile dul kalmış olmanın farklı bir anlam ifadesi varmış yüzünde. Dudu o yıllarda yüksek sesli değil belki ama bazen tebessümle çok güzel gülümseyebilen bir kadınmış. Karayılan belki de Dudu'nun başından aşağıya doğru uzayıp giden sarıya yakın kumral saçlarına tutkulu, belki de bu gülümseyen yüzüne ilgiliymiş. Kim bilir!..

Aradan çok geçmemiş. Dudu, oğlunu beşiğinde uyuttuktan sonra bahçeye geçmiş. Sarı sıcağın altında biber ve patlıcan çetillerinin toprağını çapalarken Dudu, yine karşılaşmış onunla. Karayılan bir erik ağacının dalına dolanmış, yaprakları arasından hayran-hayran Dudu'ya bakıyormuş. Karayılan yine Dudu'nun paniklemiş halinde çayırların arasından kayıp gitmiş.

Günlerden bir gün Dudu yine, Karayılan'ı oğlunun beşiğinde, oğlunun yanı başında kıvrılmış, yığılı bir şekilde dururken görmüş. Bu durum Dudu'yu ''masum çocuğuma zarar verir'' düşüncesi ve analık içgüdüsüyle daha bir fazla korkutmuş.

Dudu, bu yaşadıklarını, komşu kadınlar ile paylaşmış. Onlar da Karayılan'ın zehirsiz ve zararsız bir yılan olduğunu söylemişler. Hatta zararlı fare ve böcekleri yediği için, faydalı bir yılan olduğunu ve korkmaması gerektiğini de söylemişler.

Dudu bu sefer de Karayılan'la bir gece yarısı karşılaşır. Derin uykuda, bir karabasan rüyanın ortasında uyandığında, göz göze gelmişler onunla. Ay ışığının yansıdığı pencerede parlayan yılanın bedenini yığılı bir şekilde öylece kendisini seyrediyorken görmüş Dudu. Kırmızı çatal dilini çıkarmış, bir aşağı, bir yukarı sallayarak, havadaki koku zerreciklerini algılamaya çalışıyormuş yılan. Dudu böyle anlarda bir kafese sıkışmış gibi hissediyormuş kendisini. İçindeki bu Karayılan korkusu büyüdükçe büyüyor ve her kıprayan şeyi, her sesi yılan sanıyormuş. Uyku-muyku kalmamış Dudu'nun gözlerinde. Evin bütün ışıklarını yakmış. Eline geçirdiği bir sopayla evin her yerini yoklamış; Emin olduktan sonra da dikkatli bir şekilde yandaki merdivenden dama çıkmış. Damdaki masanın yanında duran sandalyelerden birini alıp oturmuş. Bir ucunu yere dayadığı sopaya elinin üstünden çenesiyle yaslanarak düşüncelere dalmış Dudu.

Irmağın sessizce akıp gitmesi ve suyun yüzüne vuran ay ışığının kıpraşmasının seyri, Dudu'yu hep olduğu gibi, yine sakinleştirmiş. Uzaklardan gelen kurbağa sesleri ve arada bir ırmağın serin sularından havaya zıplayan balık sesi, Dudu'yu Karayılan saplantılı düşüncelerinden koparıp, daha sakin bir çözüm arama havasına sokmuş. Karar vermiş Dudu; sabah ilk iş olarak yılancı Memet'e gidip, ona danışmaya.

Dudu yılancı Memet'e her şeyi olduğu gibi bir-bir anlatmış. Yılancı Memet de Dudu'yu gülümseyerek dinlemiş. Yılancı Memet; uzun boylu, uzun boyunlu, Dudu'nun hiç görmediği kadar ürpertici masmavi gözleri olan, beyaz tenli, kirli sarı saçlı, yaşlı bir amcaymış. Öncelikle Dudu'ya hiç korkmaması gerektiğini söylemiş. Sonra da evinin etrafına kükürt dökmesini, bulamazsa eskimiş, yanmış traktör yağı dökmesini söylemiş. Yine de Karayılan seni rahatsız ederse, yanıma gel kızım demiş Yılancı Memet ve bunu söyledikten sonra da koyunlarını otlatmak üzere dağın yamaçlarına doğru sürüp gitmiş.

Dudu o gün, hemen yapmış Yılancı Memet'in dediğini ve evinin etrafına, bahçe kenarlarına bolca yanık yağ dökmüş.

Günlerden bir gün Dudu oğlunun beşiğini tıngır-mıngır sallar iken, ona güzel-güzel ninniler söyler iken yine görmüş Karayılan'ı. Önce bir ses duymuş Dudu; o sustukça ses kesiliyor ve o ninniye başladıkça da aynı ritimde bir sürtünme sesi ona eşlik ediyormuş. İşte tam o anda gözleri kapı eşiğine yöneldiğinde görmüş onu. Orada bir sağa bir sola dans eder gibi sallanıyormuş Karayılan. Ve yine hep olduğu gibi, Dudu'nun korku dolu çığlığı ile kayıp gitmiş yılan.

Dudu çığlığı ile uyanan oğlunu avuttuktan sonra dışarı çıkmış. Tekrar gözden geçirmiş yanık yağ döktüğü yerleri ve daha düzenli bir şekilde yinelemiş yağ dökme işlemini. Ağaçlardan geçip gelebileceğini de düşünmüş yılanın, onların köklerinin etrafına da bolca dökmüş yanık yağdan.

Dudu yine bir gün Karayılan'ı, bahçesindeki erik ağaçlarını ve sebzelerini sularken görmüş. Otuz metre kadar ilerde komşu bahçede görmüş onu. Başka bir karayılan daha varmış birkaç metre arkasında. Zaman-zaman yine hayran-hayran kendisine bakıyormuş, bir yandan da arkasındaki diğer yılanla kavga eder gibi bir şeyler yapıyormuş Karayılan. Dudu onların belki de birbirine eş olduğunu düşünmüş; çünkü bildiği karayılanın kendisini seyrederken diğer yılan tarafından izlenmekten hoşlanmadığını sezinlemiş. Kıskanılmak fikri gelip geçmiş Dudu'nun aklından, hemen arkasından da, tarlada çalışırken, atık su kanalının içindeki sazlıkların arasında gördüğü, tutkuyla kuyruğunun üzerinde dikilmiş haldeki, sarmaş dolaş vaziyette sevişen bir çift karayılan gelmiş aklına. Sonra bir de, yan komşusu gelmiş aklına. Ve akşam karanlığındaki, bağlamasından gelen sesin tüm ezik yalnızlığını nasıl da derinden etkilediğini düşünmüş Dudu. Durup bir silkelendikten sonra ''Az önce üzerine toprak atıp uzaklaştırdığım Karayılan, yoksa bana, eşsiz yaşamama bir işaret miydi? '' diye düşünmüş tekrardan Dudu. Etkilendiğini hissetse de Dudu, böyle düşüncelerden sıyrılıp, yeniden koyulmuş bahçesindeki işine.

Aradan bir kaç hafta geçtikten sonra, Dudu gün batımına yakın bir vakitte, tarladan evine gelmiş. Evinin avlusunda oynayan bir gurup çocuğun, neşeli sesleri arasında az önce park ettiği traktöründen usulca ve yorgun bir halde inmiş; üzerindeki tozdan, topraktan kurtulmak ve günün yorgunluğunu atmak için doğruca banyoya gitmiş. Sabah tarlaya gitmeden önce, günün altına ısınsın diye koyduğu kazanın sularından, gümüş gibi parlayan bakır tasla, Dudu bolca döküyormuş üzerine. Sonra bir güzel sabunlamış, başından aşağı uzayıp giden sarıya yakın kumral saçlarını. O an, Dudu bir şey hissetmiş sol bacağında. Buz gibi soğuk bir ürperti yayılmış tüm vücuduna. Tası tutmadığı sağ eliyle şöyle bir silmiş gözlerinin üzerindeki beyaz sabun köpüklerini. Dudu eğilmiş, bir de bakmış ki koca bir karayılan bacağındaki dolalı şey. Çığlık çığlığa dışarı koşmuş Dudu. Bir yandan da durmadan silkeliyormuş yılan dolalı bacağını. Ama nafile, bir türlü kurtulamıyormuş bacağındaki yılandan. Çocukların oynadığı sokağa doğru, sıçrayarak ve etrafına sular saçarak, çığlık çığlığa koşuyormuş Dudu. Tam bu esnada, akşamları bağlamasının sesini duyduğu adam çıkmış karşısına. Önce bir an duraksamış, sonra eğilmiş ve iffet duygusu ile önüne bakmış Dudu; sol eli ile küçük bir tasla önünü kapatıyor bir şekilde ve çırılçıplak bir halde görünce kendisini, tekrar basmış çığlığı Dudu. Karayılan Dudu'nun adamla karşılaştığı duraksama anında, yeşil çimenlerin arasına doğru, usulca kayıp gitmiş. Dudu bu defa da çığlık çığlığa adamdan ters yöndeki evine doğru geri dönerek kaçmaya başlamış. Bu esnada çocuklar kahkahalarla gülüyorlarmış. Dudu'nun çırılçıplak ve dolgun olan vücudunun her sıçrayıştaki kıpır-kıpır sular saçan hali doğrusu çok komik gelmiş çocuklara.

Dudu bu olayın ardından çabuk toparlamış kendisini. Akşamın dar vaktine de aldırış etmeksizin, doğruca Yılancı Memet'in evine gitmiş. Yılancı Memet koyunları otlatmaktan yeni gelmiş, Dudu'yu görünce de ona bekle anlamında bir el işareti yapmış. Elindeki torbadan, bugün yakaladığı yılanları, camdan sandığa döküyormuş. Daha sonra Yılancı Memet, telaş içindeki kendisini seyreden Dudu'ya doğru yürümüş. İçeri buyur etse de Dudu korkusundan bunu kabul etmemiş, ''burda konuşalım'' demiş. Olanları bir-bir anlatmış Dudu; kendisini kurtarması için yalvarmış Memet'e. Yılancı Memet de Dudu'ya ''tamam kızım, tasalanma sen bir-bir yakalar toplarım; sesine, güzel yüzüne âşık olmuş o yılanları ben'' demiş. Yılancı Memet, dediğini de birkaç gün içinde yapmış.

Aradan ayların geçtiği bir zamandan sonra Dudu, sazının sesinin ezgisiyle, ezik yalnızlığına; daha önce hiç hissetmediği bir güzellikte dokunabilen adamla evlenir. Uzun yıllar süren bu evliliğinde Dudu, çok mutlu olur.

Dudu hâla bazen ezik yalnızlığındaki günleri hatırladığında, yine evinin damına çıkar ve hemen yakınında geçen ırmağa bakarmış. Ayın gümüş hüzmeli ışıltılarının, suyun yüzündeki oynaşmalarını seyretmek, arada bir balığın sudan sıçrayışını fark etmek ve kurbağa seslerinin ritmik çağrışmalarını duymak, tarifsiz mutluluklar katarmış güzel Dudu'nun içine. Böyle anıların kanatlarına tutunduğu bazı zamanlarda Dudu, Karayılan'ı bile hatırladığı olurmuş.

Bugün hâla bir karayılan dolaşırmış güzel Dudu'nun evinin etrafında; ama hiçbiri, o karayılan gibi âşık olmamış, bela olmamış evli Dudu'ya.

Şair Öykü Yazarı
Ferudun Ergan
19 Mayıs 2009
 





Ynt: Hikayeler

Okumak, paylaşmak bana göre en güzel ruh terapisidir Engin abi :smiley:... Keşke bizim bu köşemize katılım daha fazla olsa :smiley:...
 

Ynt: Hikayeler

Bakıyorum yavaş yavaş ilgi çekmeye başladı..Tabiiki en iyi terapi, mesela bilirim okuduğum romanların filmlerinden hiç zevk almamışımdır.Hayal gücü müthiş birşey.
 

Ynt: Hikayeler

"Kırlangıcın biri, bir adama aşık olmuş.
Cesaretini toplayıp penceresine konmuş.
Önce olabildiğince dik durmuş,
Sonra gagasıyla cama vurmuş.
'-Tık... tık tık...'
Çok meşgulmüş adam... öfkeyle cama dönüp bakmış:
'-Kimmiş onu işinden alıkoyan?'
Kırlangıcın minik kalbinde amansız bir heyecan
Kırık sözcükler dökülmüş gagasından...
'-Hey adam, seni nicedir izliyorum.
Sorma nedenini, niçinini,
Ama galiba seni seviyorum'.


* * *


Şaşırmış adam,
'-Sen de nerden çıktın şimdi,
Tam aklımı toplayacakken bozdun işimi...'
Şöyle bir tüylerini kabartmış kırlangıç,
ve aklındaki planı çıtlatmış:
'-Aç pencereyi beni içeri al sen,
birlikte yaşayalım ebediyen...
hem sofrada ortağın olurum,
hem evde eğlencen'.
Parlamış adam:
'-Şuna da bakın neler diyor bu...
Haddini bil, hiç kuş insana aşık olur mu?'
'-Soğuklar başladı bak, üşüyorum dışarda.
Alırsan içeri, deva olurum yanlızlığına da...'
Hepten kızmış adam, kovmuş kırlangıcı camın önünden
'-Yürü git işine, yalnızlığımdan memnunum ben"
Bükmüş gagasını zavallı kırlangıç,
Uçmuş semaya doğru, kanadı kırık...



* * *


Gel zaman git zaman,
kırlangıçın hemen ardından,
bizim adamı pişmanlık basmış:
'-Hay aptal kafam, ben ne halt ettim,
ayağıma gelen fırsatı teptim'.
Sonra teselli etmiş yalnız kalbini:
'-Sıcaklar başlayınca gelir kırlangıcım.
Onu içeri alır yalnızlığımı paylaşırım".
Kış geçip de yaz gelince, yalnız adam başlamış beklemeye...
Ama sevdalısı uğramamış bile bir kere...
Akın akın gelen sürülere sormuş,
Onun kırlangıcından eser yokmuş.
Öyle üzülmüş ki, gidip bilge kişiye danışmış.
Hem kırlangıcı, hem kendi eşekliğini anlatmış
Bilge kişi almış adamın mesajını,
Lakin üzüntüyle sallamış başını:
"A benim yalnız oğlum. Ne kadar efkarlansan azdır.
Çünkü kırlangıçların ömrü 6 aydır".
 




Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,670
Mesajlar
1,521,924
Kayıtlı Üye Sayımız
166,524
Kaydolan Son Üyemiz
cixman

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst