Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan MK51 Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 146
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 36,702
Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

Duygusal zekanın içerdiği öğelerden oluşan, insanın beceri, yeti, yetenek
nitelikleriyle, özellikleriyle değerlendirmeye yarayan ölçekler vardır.

Soru: Kedi bir ağaca çıkmış ve inmek bilmiyor. Kediyi o ağaçtan indirmek
için ne yaparsınız?

Düşünün ve kariyer analizini aşağıda bulun:

1-Ağaca tırmanırsınız.
2-Ağaca merdiven dayayıp tırmanırsınız.
3-"Gel pisi pisi," diye seslenirsiniz.
4-Dişi bir kedi bulup ağacın altına getirirsiniz.
5-İtfaiye gibi kurtarıcı görevlileri ararsınız.

Sonuç:
1-Ağaca tırmandıysanız; cesur ve girişkensiniz. İyi bir "satış temsilcisi"
olursunuz.
2- Ağaca merdiven dayayıp tırmandıysanız; hedefe nasıl ve ne yöntemlerle
ulaşacağınızı planlayabiliyorsunuz. İyi bir " halkla ilişkiler müdürü"
olursunuz.
3-"Gel pisi pisi," diye seslendiyseniz, saflık derecesinde iyimsersiniz. Ne
yaparsanız, yapın, sakın kendi işinizi kurmayın.
4-Dişi bir kedi bulup ağacın altına getirdiyseniz; kendi işinizi kurup çok
başarılı ve ünlü olabilirsiniz.
5-İtfaiye gibi kurtarıcı görevlileri aradıysanız; sorumluluğu başkalarına
atmayı iyi beceriyorsunuz. "İyi bir üst düzey yönetici" olursunuz.

Ben de ekleme yapayım:

6- Ağacı kesersiniz, böylece bundan sonra başka kedilerin çıkmasını da
engellemiş olursunuz:
Sizden mükemmel bir kamu yöneticisi olur.
7- "Bana ne?" deyip yolunuza devam edersiniz.
Sizden yönetici olur mu bilmem ama çok iyi bir Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olur.
8- Dişi kedi bulmak zor olacağından kendiniz dişi kedi kılığına girip
ağacın altında cilve yaparsınız.
Yönetici olamasanız bile magazin medyası peşinizi bırakmaz, şöhret olursunuz.
9- Kediyi silahla vurursunuz ve ağaçtan düşer. Amaç kediyi ağaçtan
indirmek değil miydi?
Sizden çok iyi bir "paşa" olur netekim.
10- Yüksekçe bir yere çıkıp kediyi ağaçtan indirmek için biriken
topluluğa kedileri ne kadar sevdiğinizi anlatırsınız.
Sizden çok iyi bir vekil olur.
 

Etiketler
Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

AŞKIN ZAMANI

Bir
zamanlar, bütün duyguların üzerinde yapıldığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm
diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu duygulara haber verilmiş.
Bunun
üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar
Aşk, adada en sona kalan
duygu olmuş,
çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse
battığı zaman,
Aşk yardım istemeye karar vermiş.
ve Zenginlik, çok büyük bir teknenin
içinde geçmekteymiş.
Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın ?" diye
sormuş.
Zenginlik, "Hayır, alamam.
Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin
için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir 'den yardım
istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et !"
"Sana yardım edemem,
Aşk.
Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin."
diye cevap vermiş
Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle
geleyim."
"Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım
var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş;
ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın
çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş. "
Gel Aşk! Seni yanıma
alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve mutlu
hissetmiş ki,
onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara
parçasına vardıklarında,
Aşk 'a yardım eden yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu
olduğunu fark eden Aşk,
Bilgi 'ye sormuş: "Bana yardım eden
kimdi?"
"O, Zaman 'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü
sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..."
 

Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

İndira Gandhi yaptığı bir konuşmada çalışmakla ilgili şu ilginç anısını anlatır :

"Büyükbabam, iki tür insan olduğunu söylerdi : işi yapanlar ve yapılan işten kendilerine pay çıkaranlar... O, benden, birinci grupta yer alarak çalışmamı istedi. Çünkü orada diğerinden daha az rekabet vardı!"
 

Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

ATATÜRK’ÜN SOFRASI




Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü'nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçarlar...

Altlarında, Nuri Conker'in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece'ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.

İndiler. Köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Kolay gelsin"

"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz konuştu:

"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."

"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?"

Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:

"Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"

Atatürk sordu:

"Adın ne senin Ağa?"

"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."

"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."

"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa'ya çıkmış."

"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"

"Bilmez olur muyum, beyim?"

"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."

"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi

"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."

Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

"Sen ne diyorsun bey?" dedi.

"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk'ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.

"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."

Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk'ün canı sıkılmıştı.

"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.

"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.."

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

"Şimdi" dedi: "İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!..

Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü:

"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."

O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi.

Atatürk "Buyursun!" dedi.

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:

"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.

Nuri Conker, Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa'yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:

"Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak."

Halil Ağa'ya döndü:

"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:

"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."

Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"

Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..."

"Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."

"Böyle demedik mi beyim?.."

"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri,böyle mi dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."

"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle."

Halil Ağa kekeleyerek konuştu:

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

"Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."

Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor, Florya Köşkü'ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.."

Atatürk'ün sesi iyice sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

"Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."

"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.

Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"

Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü:

"Yunan'ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk'ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk'ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten
ayıramıyordu:

"Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."
 




Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

evet nadir abi çok haklısın.
ne canlar alındı ve ne canlar verildi (atatürk ve şehitlerimizi saygıyla anıyoruz) bu cennet vatan uğruna.
 


Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

SANMAKİ DERT SADECE SENDE VAR..

SENDEKİ DERDİ NİMET SAYANLAR DA VAR.....



15rz2pk1.jpg


2ngwjur1.jpg


zl3ymd1.jpg


2ihnnm81.jpg


2cny5ow1.jpg


demek ki neymiş :
derdimi dinledim, derdimden iğrendim...
onun derdini gördüm, derdime imrendim....
 

Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)



Merhaba demek ne demek?

Hiç düşündünüz mü? yada bilen var mı içinizde, 'merhaba' ne anlama geliyor diye?

Çok ilginç bir o kadar da hoş ve sıcak bir anlamı varmış meğer...

'Merhaba' aslında farsça kökenli olup, 'benden size zarar gelmez' anlamına geliyormuş.

Bunu ögrendikten sonra karşımızdaki insana merhaba demek daha bir anlamlı oldu, değil mi :smiley:
 

Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

Sana da merhaba Mustafa....
Hatta, hareketlerinin sorumluluğunu taşıyabilen HERKESE MERHABA ;)
 



Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

Merhaba Sevtap,
 

Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel eğitim veren bir okul icin bağıs toplama yemeğinde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar tarafından asla unutulmayacak bir konuşma yaptı. Okula kendini adamış öğretmenleri kutladıktan sonra şöyle bir soru sordu: 'Dışardaki etkenler tarafından etkilenmedikçe doğa herşeyi mükemmel bir şekil ve sırada yapıyor. Ama yine de oğlum Shay, diğer çocukların öğrendikleri gibi öğrenemiyor. Diğer çocukların anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda doğal olması
gereken şeyler nerede?'

Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar.

Baba devam etti. 'Ben inanıyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir çocuk geldiğinde, gerçek insan doğası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuğa davranış şekillerinde kendini gösteriyor.'

Ve sonra aşağıdaki hikayeyi anlatmaya başladı:

Shay ve babası bir gün parkta Shayin tanıdığı birkaç çocuğun baseball oynadıklarını gördüler.
Shay sordu, 'Acaba oynamama izin verirler mi?'
Shay'in babası çoğu çocuğun Shay gibi bir çocuğun takımlarında oynamasını istemeyeceklerini ama aynı zamanda eğer oğluna izin verirlerse oğlunun o çok ihtiyacını duyduğu, engellerine rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin özgüveni ve sahiplenme duygusunu vereceğini de biliyordu.
Shay'in babası çocuklardan birinin yanına yaklaştı ve (fazla birşey
beklemeyerek) Shay in oynayıp oynayamayacağını sordu. Çocuk şöyle danışabileceği birilerine baktı ve sonra 'Şu anda 6 sayı gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takıma girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya çalışırım' dedi.

Shay büyük bir gayretle takımın yanına gitti ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile takım t-shirtini giydi. Babası gözünde yaş, kalbi sıcak duygularla dolu onu izledi. Çocuklar oğlunun kabul edilmesinden dolayı babanın mutluluğunu gördüler. Sekizinci turun sonunda Shay'in takımı birkaç puan kazandı ama hala 3 sayı gerideydi. Dokuzuncu turun başında Shay eldiveni eline geçirdi ve sağ açık sahaya çıktı. Ona doğru hiç top isabet etmemesine rağmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasının ona tribünlerden el salladığını gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takımı yine puan kazandı. Şimdi bütün kaleler doluydu, oyunu kazanma şansı ortaya çıkmıştı ve topa vurma sırası Shay'e gelmişti.

Bu noktada Shay'in vurucu olmasına izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almalıydılar? Şaşırtıcı bir hamleyle Shay'e sopayı verdiler. Herkes topa isabet ettirme şansının sıfır olduğunu biliyorlardı çünkü bırakın topa vurmayı Shay sopayı bile elinde tutmasını bilmiyordu.

Ama Shay sahaya çıktığında top atıcı, diğer takımın kazanma şanslarını bir kenara bırakarak Shay'e bu fırsatı tanıdıklarını görünce birkaç adım öne giderek yumuşak bir şekilde topu Shay'e doğru fırlattı. İlk topa Shay zorlukla sopayı savurdu ama ıskaladı. Atıcı tekrar birkaç adım öne doğru geldi ve topu yine yumuşak bir şekilde Shay'e doğru attı. Shay sopayı savurdu ve hafifçe topa dokunarak yere atıcıya doğru vurdu.

Oyun şimdi bitecekti. Atıcı topu yerden aldı ve ilk kaledeki adamına
kolaylıkla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti.

Ama atıcı topu aldı ve ilk kaledeki adamının başının üzerinden diğer takım arkadaşlarının erişemeyeceği yere fırlattı.
Tribünlerdeki herkes ve iki takımda bağırmaya başladılar, 'Shay, ilk kaleye koş, ilk kaleye koş!' Shay hayatında hiç bu kadar uzağa koşmamıştı ama ilk kaleye gidebildi. Şaskınlıktan büyümüş gözleriyle yere çöktü.

Herkes bağırmaya devam etti, 'İkinci kaleye koş, ikinci kaleye koş' Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye koşabildi. Shay ikinci kaleye geldiği sırada açık sahada diğer takımdan biri topu almıştı ... takımın en küçüğü olan bu çocuk kahraman olma şansını elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamına atabilirdi ama top atıcısının niyetini anladığından o da kasıtlı olarak topu üçüncü kaledeki arkadaşının başının üzerinden attı.

Herkes bağırıyordu, 'Shay, Shay, Shay, bütün yolu koş Shay'

Karşı takımdan birinin yardım ederek onu üçüncü kaleye doğru döndürmesiyle Shay üçüncü kaleye koşabildi, 'Üçüncüye koş! Shay, üçüncüye koş!'

Shay üçüncüye gelirken diğer takımdakı çocuklar ve seyirciler ayağa
kalkmışlardı ve bağırıyorlardı, 'Shay, hepsini koş! Hepsini koş!' Shay
hepsini koştu ve oyunu takımı için kazanan bir kahraman olarak herkes tarafından alkışlandı.

'O gün', dedi babası, gözlerinden yaşlar aşağıya doğru süzülerek,
'iki takımdaki çocuklar da dünyaya bir parça sevgi ve insanlık getirmeyi başardılar'.

Shay bir sonraki yaza yetişemedi. O kış öldü. Bir kahraman olduğunu ve babasını mutlu ettiğini ve eve geldiğinde annesinin de gözyaşları içinde onu kucakladığını asla unutmadı.

Son NOKTA: E-mail ile hiç düşünmeden binlerce fıkra yolluyoruz, ama hayattaki seçimler konusunda mesaj olduğunda insanlar tereddüt ediyorlar.

Bunu size yollayan kişi hepimizin bir farklılık yapabileceği inancını taşıyor. Hepimizin her gün binlerce fırsatı olabiliyor 'doğal olan şeyleri' gerçekleştirmek için.

Bilgin bir adam bir zamanlar demişki: Her toplum, kendilerinden daha az şanslı olanlara nasıl davrandığıyla değerlendirilir.
 


Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

off, bu hikaye çok özel. çok teşekkürler fellice.
 

Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

Genc bir cift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine tasinmislar. Sabah kahvalti yaparlarken, komsu da camasirlari asiyormus. Kadin kocasina ' Bak, camasirlari yeterince temiz degil, camasir yikamayi bilmiyor, belki de dogru sabunu kullanmiyor.' demis. Kocasi ona bakmis, hicbir sey soylememis, kahvaltisina devam etmis. Kadin, komsusunun camasir astigini gordugu her sabah ayni yorumu yapmaya devam etmis. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komsusunun camasirlarinin tertemiz oldugunu goren kadin cok sasirmis 'Bak' demis kocasina ' Camasir yikamayi ogrendi sonunda, merak ediyorum, kim ogretti acaba ?'
'Ben bu sabah biraz erken kalkip penceremizi sildim' diye cevap vermis kocasi.

Hayat boyle degil midir ?

Baskalarini izlerken gorduklerimiz, baktigimiz pencerenin ne kadar temiz olduguna baglidir. Birini elestirmeden ve hemen yargilamaya davranmadan once zihin durumumuza bakmak ve 'iyi' olani gormeye hazir olup olmadigimizi farketmek guzel bir fikir olabilir ...
 



Ynt: Hayat Bilgisi (Ders Çıkartılacak Anılar, Alıntılar...)

steve jobs, apple'in kurucusu ve sahibi, pixar studyolarinin da eski yoneticisi. cok ilginc bi kisiliktir.
steve jobs'in stanford universitesinde mezunlara yaptigi konusma:
not: steve jobs universite mezunu degildir.

bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. ben üniversiteden hiç mezun olmadım. doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!

sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. hepsi bu. büyütülecek birşey değil. sadece üç hikaye.

ilki noktaları birleştirmekle ilgili.

ilk 6 aydan sonra reed üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. okulu neden bıraktım?

olay ben doğmadan başlamıştı. biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?”. onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verdikten sonra ikna oldu.

ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. o zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.

bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki hare krishna kilisesine gidiyordum. çok güzeldi. merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.

bir örnek vereyim: o zamanlar reed üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. ama on sene sonra, ilk macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. bunların hepsini mac’te kullandık. mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.

eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. windows da mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.

tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. bir şeye güvenmelisiniz - tanrıya, cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi bir şeye. bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.

ikinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.
hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. woz (steve wozniak) ve ben apple‘ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. en nadide ürünümüz macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.

ardından kovuldum.

kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? şöyle: apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. hem de herkesin gözü önünde. hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu, bu büyük bir yıkımdı.

birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. dave packard ve bob noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. dışlanmıştım ama hala aşıktım. ve yeniden başlamaya karar verdim.
o zaman farkına varmamıştım ama apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.

sonraki beş sene next adında bir şirket kurdum, pixar adında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi toy story‘yi yarattık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. inanılmaz olaylar zincirinden sonra, apple next’i satın aldı, ben apple’a döndüm ve apple’ın yenilenmesinin kalbinde next’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. ve laurence ile harika bir aile kurduk.

apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.

bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. sakın inancınızı kaybetmeyin.
devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. işiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.

durulmayın. tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. yani bulana kadar devam edin. yılmayın.

üçüncü hikayem ölüm hakkında.
on yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:
“her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”
bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” uzun süre art arda, “hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.
insanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları - tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.

kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. zaten çıplak ve savunmasızsın. yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.

bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu. sabah 7:30?da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. bu veda etmek demekti.
bütün gün o teşhisle yaşadım. akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.
beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.

hiç kimse ölmek istemez. cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. oysa ölüm hepimizin ortak sonu. şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. hayat’ın değişim ajanı. yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.
zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. bunun dışındaki herşey ikinci planda.
gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, the whole earth catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. menlo park yakınlarında yaşayan steward brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970'lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.
fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “aç kalın, budala kalın (stay hungry. stay foolish).” aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. aç kalın, budala kalın. kendim için hep bunu diledim. ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:

aç kalın, budala kalın.

hepinize çok teşekkür ederim.”
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,682
Mesajlar
1,522,152
Kayıtlı Üye Sayımız
166,528
Kaydolan Son Üyemiz
yusufkaptan41

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst