Ynt: Güney Doğu - Doğu - Gürcistan ve Karadeniz Turu (5055 km)
Artık çok uzatmış olduğumun farkında olarak tek seferde dönüş yolunu özetlemeye çalışayım.
Tiflis'ten yola çıkarak Trabzon'a uzunca sayılacak bir parkur yaptık. Zihni Ağabey kızının düğünü, Behlül uzmanlık sınavı için zaten bir an önce Ankara'da olmak istiyorlardı. Onlara gaz açtırmak sorun olmadı. Tiflis'ten Trabzon'a yer yer yağmurlu bir sürüş yaparak geldik. Batum'da son kez depolarımızı ucuz benzinle doldurduktan sonra, Sarp kapısından geçtik. Sahil boyu Trabzon'a doğru sürerken dağlardan denize doğru şelaleler aktığını gördük. Meğer bir gün önce çok ciddi yağmur basmış buraları. Diğerleri Ankara'ya devam edeceğinden Suat'la niyetimiz Ayder'e çıkmaktı ama yukarılarda yol ve havanın elverişsiz olduğunu öğrenip Trabzon'a devam edip orada konakladık.
Ertesi gün hava günlük güneşlikti. Bu durumda "hac yolu" farz oldu ve yönümüzü Zigana Geçidi'ne çevirdik. Yol boyu yeşillikler ve mor çiçek tarlarlaları arasından Hamsiköy'e doğru sürmeye başladık. Uzaklarda bir yerde sanki yere serilen mor bir halı ametist bahçeye dönüşmüş, Aralarda. İnsanın içinden üzerine uzanıp o eflatun denizde kaybolmak geçiyor. Virajlarda ametist bahçe bir görünüp bir kayboluyor.... uzak...
Zigana yolu yeni yolu yukarıdan gören bol virajlı bozuk satıhlıi trafiğin neredeyse bir kaç traktör ve köyden kasabaya inen üç beş otomobille sınırlı olduğu güvenli bir yol. Satıh yer yer kötü olduğundan ve manzara insnaıın içindeki "viraj yapma" hevesinin önüne geçtiğinden ağar ağar sağı solu seyrederek Hamsiköy'e ulaşıyoruz. Adı gibi kendi de komik bir köy. Sütlacı tüm Türkiye'ye nam salmış. Aşağıdaki yeni yol yapılmadan önce burası daha çok insan ağarlarmış. Şimidilerde eskisi kadar hareket yok ama yine de bazı gurme guruplar buraya sütlaç yemeye geliyormuş.
Önce kuru fasulye pilav yiyeyerek karnımızı doyurup sonra da meşhur sütlaçtan yedik. Lezzet konusunda zaten Gürcistan'da kaşarlı haçapuri ile köreldiğimiz için memlekette ne yesek derin bir ohh çekiyoruz. Ama sütlaç gerçekten güzel. Bize servis yapan 17-18 yaşlarında iki kız kardeş lokantayı çekip çeviriyorlar. Suat tuvaletin yerini sordu, o geldikten sonra ben Suat'a sordum. Sağdaki kapıdan gir dedi. Sağdaki kapıdan girdim, karşıma merdiven çıktı. Merdivenden yukarı çıktığımda tuvaletin yerini arıyorum ama bir tuhaflık var. Burası fazla domestik fazla eviçi bir mekan. Pek öyle lokanta tuvaleti gibi değil. Sonra bir aralık kapıdan kafamı uzattığımda tuvaleti buldum. Gördüğüm manzara karşısında kasıklarımdaki basıncı unutup fotoğraf makinemi almak üzere koşar adımlarla aşağı indim. Kapıdan çıkarken kızlardan biri beni gördü ve "yanlış girmişsiniz orası bizim ev" dedi. Ben de özür dilkeyip tekrar yanlış yapmak zorundayım izin verirseniz o tuvaletin fotoğrafını çekmek istiyorum dedim. Kız kısa bir duraksama geçirdi. Oğlumun taktiğini uygulayarak kıza bir "yavru köpek bakışı" attım ve lütfen, dedim. Bunu yapmazsam çok üzüleceğim, diye ekledim. Kız peki dedi. Makineyi aldığım gibi merdivenleri uçarak çıktım ve tuvaleti çektim....
Bu tuvaletin esprisi gezinin zirve noktalarından biri oldu. Döndükten sonra üyesi olduğum fotoğraf gurubuna attım, şu anda o tuvalet dünyayı dolaşıyor.
Niyetimiz Zigana'dan indikten sonra Mesudiye'de benim köyüme uğramaktı. Ancak yol o kadar güzel ki, sık sık mola verip oksijen çekip etrafı seyrederken varış saatimizi kaçırdık. Mesudiye'ye doğru yaklaştığımızda hava kararmaya yüz tutmuş ve oldukça serinlemişti. Köye (eski adı Yaztura, şimdi Yeşilçit) giden yol ayrımına geldiğimde bu saatte gitmenin anlamı olmayacağına karar verip Mesudiye'nin içine doğru gaz açtım. Geçen yıl köye gitmiştim, bu yıl da Mesudiye'de konaklayalım dedim. Mesudiye'de yatabileceğimiz tek yer belediyeye ait bir konuk evi. Binbir zahmetle oradan bir oda ayarlayabildik kendimize. Oda normal bir evin salonu büyüklüğünde, içinde yan yana yerleştirilmiş iki tane çift kişilik yatak var. İnsan tuhaf oluyor. Yine de manasızlık içinde mana aramaktan va geöip yerleştik. Tuvalet ortak kullanımda. Banyo da öyle. Suat'la karnımızı doyurup avuç içi kadar kasaba içinde gezinmeye başladık. Kasaba; eni konu bir cadde, kasabanın içinden akan bir nehir ve şehir meydanı denebilecek bir açık alan ve bunlardan dağılan sokaklardan ibaret. Dolaşmaya başladığımızda tuhaf bir meyhane bolluğu olduğunu görüyoruz. Meyhaneden çok birahane denebilir. Yapacak bir şey yok. Vakit geçirmek için birahanelerden birinden içeri dalıyoruz. İçerideki sigara dumanı haşare öldürücü düzeye gelmiş, kapıya yakın bir yere oturup iki bira söylüyoruz. İçeride bir kaç kişi demleniyor, ama kimse kendi halinde değil. Herkes birbirine laf atıyor, sataşıyor.
Dağına başında üç beşbin kişinin yaşadığı yerde bu içki kültürü gerçekten hayret verici. Ortamda sıkı sarhoşlar var ama bizim olduğumuz saatlerde tatsız hiç bir olay olmuyor. Aksine bir kolektif neşe yaratma çabası var. Bunun başını birahane sahibi çekiyor, herkese sataşıyor. Yanımıdaki masada biri türkü söylemeye başlıyor. Yüksek perdeden güzelce sayılacak bir sesi var. Her söylediği şarkıdan önce ısrarla "ağlamayacaksınız bak!" diye etrafı uyarıyor. Sonra da daha önce hiç duymadığım yetim türkülerinin, sevda ağıtlarının fitilini yakıyor. Dinleyenler efkarlanıyor ama her gözyaşı düşme ihtimali cıvık bir espri ile bastırılıyor. Bir süre sonra yanımızdaki kalabalığa biz de katılıyoruz. Sohbet ederken Yazturalı olduğumu öğreniyorlar, ve samimiyet biraz daha hakiki bir boyuta yükseliyor. Geceyi burada tamamladıktan sonra kelimenin tam anlamıyla "bitli" otelimize dönüp yatıyoruz.
Ertesi sabah Mesudiye'den Ordu'ya, Ordu'dan sahil yolundaki meşhur virajları alarak Ünye'ye geçiyoruz. Oradan da Tokat.
Suat konaklamamız için Tokat'ta DSİ misafirhanesini ayarlıyor. Misafirhane villa yavrusu bir şey. Bir gece önceki bitli palastan sonra ilaç gibi geliyor. Suat nasıl becerdiyse gecemize el koyacak olan biri ile tanışıyor ve adam bize Tokat kebabı yedirmek için taklalar atarak önümüze düşüyor. Aşırı bir ilgi ve aşırı bir muhabbet ortamı var. Benim kafamda ise Tokat'ta yaşayan fotoğrafçı arkadaşım Murat Oruç'la buluşmak var. Ancak bize tokat kebabı yedirmeye azmeden arkadaş bizi öyle bir esir almış vaziyetteki kaçamıyorum. Kebap için alış veriş yapıyoruz. Eti onun gösterdiği yerden aldıktan sonra bu sefer kendimi patlıcan seçerken buluyorum. Adama "hocam sonunda bizi mutfakta da çalıştırmayacaksın değil mi" diye şaka yaptığımda aldığım cevap kanımı donduruyor, "Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!"... Buyur buradan yak! Ben adamın bize dayattığı program yüzünden kendi arkadaşımı görememişim, bir de onun hisli dündaysını teskin etmem gerekecek.
Adam sonuçta bizi şehir dışında bir alevi lokantasına götürüp saz söz eşliğinde bir Tokat Kebabı yediriyor, ama Muratla buluşmamız suya düşüyor. Tek teselli Suat'ın keyfi çok yerinde adamı sevdi. Ortam da eh işte denecek türden. Değişik bir akşam oldu.
Ertesi sabah Tokattan çıktıktan sonra hedefimiz hava kararmadan Ankara'ya ulaşmak. Geziyi noktalayacağız. Son kilometreler yolun zevksizleştiği sıcağın bastırdığı bir yolculuğa dönüşüyor. Yaklaştıkça "ikarus sendromuna" yakalanmamak için hızımızı 90 km.'ye sabitliyoruz. Pek çok uzun yol macerası eve dönüş yolunda üstelik de eve bir kaç yüz kilometre kala bir an önce varayım telaşı ile tatsız kazalarla biter. Bu yüzden gezinin belkide en temkinli sürüşünü yaparak eve dönüyoruz.
Kapının anahtarını çevirip içeri girdiğimde kedileri beni beklerken buluyorum. Yanlızlıktan hafif depresif olmuşlar. Apartman görevlisi yemek ve tuvalet işini halletmiş ama göbeklerini okşamamış tabi... Eşyaları koridora yığıp ilk iş olarak kendime bir kahve yapıp balkona geçiyorum... Kapı önünden ayrılıp geri dönüşüm 5055 kilometre olmuş. Tahminimden çok dah az bir maliyete (konaklama ve benzin dahil yaklaşık bin sekiz yüz lira) kazasız belasız geziyi tamamladık.
İlk kez yurt dışında motor kullandım. Güzeldi ama daha da güzeli Türkiye'nin içinde olan kısmıydı. Kendi ülkemde gezdiğim yerler tek tek gözümüm önündne geçiyor. İnsanların kimi zaman kayıtsız, kimi zaman bunaltan bir yoğunlukla ağır bir bulut gibi üzerinizi kaplayan ilgisi... Eğer siz de aynı kayıtsızlıkla yaşarsanız çok az sorunla karşılaşırsınız. Ama sevginizi doya doya yaşadığınızda iş biraz farklılaşıyor. Çünkü bu ülkeyi sevmek, güzel olmadığını düşünen bir kadına aşık olmak gibidir. Ne zaman huzurlu bir uyku için sizi bağrında ısıtacağı, ne zaman hiddetlenip iteceğini bilemezsiniz... Ona sarılmanın, onun koynunda uyumanın yollara düşmekten başka çaresi var mı ?... İşte bu da öyle çok ama çok güzel bir kadının koynunda huzurlu sessiz bir uyku arayışının hikayesi idi.
Şairin dediği gibi
ya içindesindir çemberin
ya da dışında yer alacaksın...
çemberin içindekine de, dışında kalanına da selam olsun, okuyan okumayan sağ olsun.