mete
Zirve
- Mesajlar
- 1,851
- Tepkime Puanı
- 4
Bilge Kagan’ın 732 yılında kardeşi Kül-Tigin için diktirdiği anıtta, Bilge yöneticilerin ölmesi ve yerine bilgisiz Kaganların gelmesi, cahilce buyruklar vermesi üzerine halkın ayaklandığı ve Türk birliğinin bozularak ülkesinin dağıldığından bahisle “Ey Türk Milleti birçoğunuz Çinlilerin tatlı sözleri ve hediyeleri ile bozularak öldünüz. Çin milletine beylik erkek evladınızı kul kıldınız, hanımlık kız evladınızı cariye kıldınız. Türk beyleri Türk adını bıraktınız Çin adı aldınız, Çin hakanına itaat ettiniz ” demektedir.
Karahanlılar, İslam’ı benimserken (932) yazı dilinin Arapça olmasını tercih etmişlerdir. Böylece, Gök Türklerden beri devam eden yazı dili, İslamiyet’in kabulü ile yön değiştirmekte ve Araplaşma sürecine yönelik bir eğilim içine girilmektedir. Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügat-it Türk bu dönemde ele alınmış, Türk dilinin önemi ve zenginliği ileri sürülerek, yöneticilerin Arapçaya olan eğilimleri önlenmeye çalışılmıştır.
Horasan merkez olmak üzere, İran’da kurulan Büyük Selçuklu Devletinde bir adım daha atılmış, yönetim (Bürokrasi) İranlılara devredilmiş, resmi dil olarak ta Farsça tercih edilmişti. Acemleşme olarak ifade edilen bu durumla birlikte Araplaşma ve Acemleşme adeta Türk tarihinin alın yazısı oluyordu.
Osmanlılarda Resmi dil Türkçe olarak kabul edilmiş ancak, Türkçe diye anılan bu dil Arapça ve Farsçanın ağırlıklı olduğu Osmanlıca olarak isimlendirilen halkın anlayamadığı bir dil olmuştur. Bu arada okullarda eğitim dili olarak ta Arapça kabul edilmesi Araplaşma sürecini hızlandırdı. Yabancı dille eğitim Türk milletini zamanla taklitçi ve üretimden uzak miskin bir toplum haline getirdi. Ve İmparatorluğu bir arada tutmanın çaresi olarak görülen ümmetçililik politikası milli değerlerin yok edilmesi şeklinde uygulandı.
Oysa o dönemlerde, Osmanlı modelinin aksine, benzer coğrafya ve dini değerleri paylaşan İran ve Arap kavimlerinde milli değerlerin kaybolmasına şahit olmuyoruz aksine, hem Araplar hem de İranlılarda kavim asabiyesi veya sosyal dayanışma şuuru son derece güçlüdür. Ne Arap ne de İran toplumları, dil ve kültürlerini bir başka toplumun hegemonyası altında değişimine asla izin vermemişlerdir. Bu iki kavim İbn Haldun’un tarih felsefesinin özünü teşkil eden asabiye bilincine bağlı kalmak suretiyle kimliklerini korumuşlardır. Hatta Fazlur Rahman’ın belirttiği gibi, “Emevi ve Abbasi politikası, aslında Arapçılığın İslamileştirilmesi” veya Seyyid Hüseyin Nasır’ın yerinde teşhisiyle, “İslam’ın millileştirilmesi” anlamına geliyordu.
Gerçekte, “Araplar, İslam dinini adeta Araplaştırmışlardır.” Bu nedenle, İranlılar ve Araplar, İslam şemsiyesi altında milli kültürlerini korumuşlar, Türkler gibi kimlik kaybına uğramamışlardır. Bilindiği üzere, bir Türk boyu olan Afşinliler, bu süreçte Araplaşmışlardır.
Son yıllarda ele geçirilen İngiliz Gizli Servisi M15’in tespitleri bile; “İslam’ın milli özellikleri yok edici etkisi, Osmanlıların doğudaki akrabalarını unutmalarına yol açmış, bunun neticesi olarak da Asya’dan uzak düşmüşlerdir” tarzındadır.
Halil İnalcık’ın isabetli teşhisiyle: “ İlkin devletin sırf kullara (devşirmelere) dayanan bir hanedan imparatorluğu haline gelmesi, öbür yandan Türkmenlerin dışlanması sonucu, saray ve bürokrasi artık Türklük kimliği üzerinde durmamıştır. Osmanlının, kendini Türk’ten ayrı tutması, bu tarihi ve siyasi şartlarla açıklanabilir. Yine, İnalcık’ın belirlemesiyle: “Türklük, halk şiirleri, tüm hayat tarzı, yani dili ve kültürü halkta yaşamakta ve kendi, ayrı etnik varlığının bilincinde idi”. Bu durum, bize, Osmanlı toplum yapısında yönetici sınıf veya aydın-halk farklılaşmasının kesin çizgileriyle belirlendiğini gösteriyordu.
Osmanlı düzeni, gerek Saraylı veya Enderun, gerekse Yeniçeri adı altında oluşturulan modellerle, hem bürokrasisini hem de ordusunu, küçük yaşlarda kazanılmış Hıristiyan çocuklarla teçhiz ederken, çiftçi veya Reaya (köylü-halk) sınıfı kendi asli unsurunu oluşturuyordu. Bürokrasi ve militarist kadro doğrudan Ermeni, Rum, Slav, Boşnak, Arnavut ve Hırvat gibi ayrı etnik kökenlilerden oluşuyordu.
Bu kimlik problemi Celali isyanları ile iyice su yüzüne çıkmıştır. Hatta Celali isyanlarından önce, Yavuz Selim’e karşı Şehzade Ahmet ve oğlu Murat’ın Amasya’daki mücadelelerinde, yörenin çoğu Türkmen boylarının destek verdiği bilinmektedir. Keza, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, sarayın gözdesi-Hürrem Sultan’dan doğma- II. Selim’e karşı mücadelede, Anadolu’daki Türkler öteki şehzadelerin yanında yer almışlardır. Benzeri ayaklanmalar yanında Kiziroğlu, Karayazıcı, Abaza Mehmet Paşa ve deli Hasan türü başkaldırılarda eksik değildir. Bir kısım padişah veya çoğunlukla şehzadelerde gözlenen, merkezi sisteme yönelik psikolojik tepkiler zaman zaman çevre ile bütünleşmeyi gündeme getirmiş, fakat bu düşünceler (II. Osman, III. Selim olaylarında görüldüğü gibi) çok sert tepkilerle karşılaşmıştır.
İlk Padişah Osman Gazi, kardeşi oğlu Aydoğdu şehit olunca, mezarına “Türk Han Mezarı” ibaresini kazdırdı. Ancak Türklük zaman içerisinde yok olmuş, sadece Aydoğdu’nun Mezar taşında kalmıştı.
Yaklaşık 1000 yıl boyunca, yönetim hakkı elinden alınan, kendi dilini konuşamayan, kendi dili ile eğitim yapamayan ve hatta kendi dili ile tanrısına yalvaramayan Türk toplumunun kimliğini uzun süre muhafaza etmesi beklenemezdi. Her şeye rağmen bu halk, hala “Türk Milleti” olarak anılıyorsa bunun sebebini 10.000 yıllık güçlü kültüründe ve bilgi birikiminde aramak gerekir.
Karahanlılar, İslam’ı benimserken (932) yazı dilinin Arapça olmasını tercih etmişlerdir. Böylece, Gök Türklerden beri devam eden yazı dili, İslamiyet’in kabulü ile yön değiştirmekte ve Araplaşma sürecine yönelik bir eğilim içine girilmektedir. Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügat-it Türk bu dönemde ele alınmış, Türk dilinin önemi ve zenginliği ileri sürülerek, yöneticilerin Arapçaya olan eğilimleri önlenmeye çalışılmıştır.
Horasan merkez olmak üzere, İran’da kurulan Büyük Selçuklu Devletinde bir adım daha atılmış, yönetim (Bürokrasi) İranlılara devredilmiş, resmi dil olarak ta Farsça tercih edilmişti. Acemleşme olarak ifade edilen bu durumla birlikte Araplaşma ve Acemleşme adeta Türk tarihinin alın yazısı oluyordu.
Osmanlılarda Resmi dil Türkçe olarak kabul edilmiş ancak, Türkçe diye anılan bu dil Arapça ve Farsçanın ağırlıklı olduğu Osmanlıca olarak isimlendirilen halkın anlayamadığı bir dil olmuştur. Bu arada okullarda eğitim dili olarak ta Arapça kabul edilmesi Araplaşma sürecini hızlandırdı. Yabancı dille eğitim Türk milletini zamanla taklitçi ve üretimden uzak miskin bir toplum haline getirdi. Ve İmparatorluğu bir arada tutmanın çaresi olarak görülen ümmetçililik politikası milli değerlerin yok edilmesi şeklinde uygulandı.
Oysa o dönemlerde, Osmanlı modelinin aksine, benzer coğrafya ve dini değerleri paylaşan İran ve Arap kavimlerinde milli değerlerin kaybolmasına şahit olmuyoruz aksine, hem Araplar hem de İranlılarda kavim asabiyesi veya sosyal dayanışma şuuru son derece güçlüdür. Ne Arap ne de İran toplumları, dil ve kültürlerini bir başka toplumun hegemonyası altında değişimine asla izin vermemişlerdir. Bu iki kavim İbn Haldun’un tarih felsefesinin özünü teşkil eden asabiye bilincine bağlı kalmak suretiyle kimliklerini korumuşlardır. Hatta Fazlur Rahman’ın belirttiği gibi, “Emevi ve Abbasi politikası, aslında Arapçılığın İslamileştirilmesi” veya Seyyid Hüseyin Nasır’ın yerinde teşhisiyle, “İslam’ın millileştirilmesi” anlamına geliyordu.
Gerçekte, “Araplar, İslam dinini adeta Araplaştırmışlardır.” Bu nedenle, İranlılar ve Araplar, İslam şemsiyesi altında milli kültürlerini korumuşlar, Türkler gibi kimlik kaybına uğramamışlardır. Bilindiği üzere, bir Türk boyu olan Afşinliler, bu süreçte Araplaşmışlardır.
Son yıllarda ele geçirilen İngiliz Gizli Servisi M15’in tespitleri bile; “İslam’ın milli özellikleri yok edici etkisi, Osmanlıların doğudaki akrabalarını unutmalarına yol açmış, bunun neticesi olarak da Asya’dan uzak düşmüşlerdir” tarzındadır.
Halil İnalcık’ın isabetli teşhisiyle: “ İlkin devletin sırf kullara (devşirmelere) dayanan bir hanedan imparatorluğu haline gelmesi, öbür yandan Türkmenlerin dışlanması sonucu, saray ve bürokrasi artık Türklük kimliği üzerinde durmamıştır. Osmanlının, kendini Türk’ten ayrı tutması, bu tarihi ve siyasi şartlarla açıklanabilir. Yine, İnalcık’ın belirlemesiyle: “Türklük, halk şiirleri, tüm hayat tarzı, yani dili ve kültürü halkta yaşamakta ve kendi, ayrı etnik varlığının bilincinde idi”. Bu durum, bize, Osmanlı toplum yapısında yönetici sınıf veya aydın-halk farklılaşmasının kesin çizgileriyle belirlendiğini gösteriyordu.
Osmanlı düzeni, gerek Saraylı veya Enderun, gerekse Yeniçeri adı altında oluşturulan modellerle, hem bürokrasisini hem de ordusunu, küçük yaşlarda kazanılmış Hıristiyan çocuklarla teçhiz ederken, çiftçi veya Reaya (köylü-halk) sınıfı kendi asli unsurunu oluşturuyordu. Bürokrasi ve militarist kadro doğrudan Ermeni, Rum, Slav, Boşnak, Arnavut ve Hırvat gibi ayrı etnik kökenlilerden oluşuyordu.
Bu kimlik problemi Celali isyanları ile iyice su yüzüne çıkmıştır. Hatta Celali isyanlarından önce, Yavuz Selim’e karşı Şehzade Ahmet ve oğlu Murat’ın Amasya’daki mücadelelerinde, yörenin çoğu Türkmen boylarının destek verdiği bilinmektedir. Keza, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, sarayın gözdesi-Hürrem Sultan’dan doğma- II. Selim’e karşı mücadelede, Anadolu’daki Türkler öteki şehzadelerin yanında yer almışlardır. Benzeri ayaklanmalar yanında Kiziroğlu, Karayazıcı, Abaza Mehmet Paşa ve deli Hasan türü başkaldırılarda eksik değildir. Bir kısım padişah veya çoğunlukla şehzadelerde gözlenen, merkezi sisteme yönelik psikolojik tepkiler zaman zaman çevre ile bütünleşmeyi gündeme getirmiş, fakat bu düşünceler (II. Osman, III. Selim olaylarında görüldüğü gibi) çok sert tepkilerle karşılaşmıştır.
İlk Padişah Osman Gazi, kardeşi oğlu Aydoğdu şehit olunca, mezarına “Türk Han Mezarı” ibaresini kazdırdı. Ancak Türklük zaman içerisinde yok olmuş, sadece Aydoğdu’nun Mezar taşında kalmıştı.
Yaklaşık 1000 yıl boyunca, yönetim hakkı elinden alınan, kendi dilini konuşamayan, kendi dili ile eğitim yapamayan ve hatta kendi dili ile tanrısına yalvaramayan Türk toplumunun kimliğini uzun süre muhafaza etmesi beklenemezdi. Her şeye rağmen bu halk, hala “Türk Milleti” olarak anılıyorsa bunun sebebini 10.000 yıllık güçlü kültüründe ve bilgi birikiminde aramak gerekir.