Motorla Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Turu (2800 Km)

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan muratsahin Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 61
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 61,427

muratsahin

Kamp I
Mesajlar
141
Tepkime Puanı
10
Yer
Ankara
Web
www.dirtycatridrs.com
9 Haziran günü Ankara İzmir ve Antalya SuperEva Riders üyeleri Burdur'da Salda gölünde Kamp yapmak üzere yola çıktık. İzmir ekibinden bir arkadaşımız dağların arasından gölü gördüğü bir virajda "ne güzel" diyerek gözlerini göle odakladığında viraj çizgisini kaçırarak karşıdan gelen otobüsle çarpışarak o anda yıldızlar arasında yerini aldı...

Saruhan’ın aziz hatırasına


Behlül "Babylon" Baydar
Sabit "Mr. Fix" Külekçi
Murat Şahin "Nikon" Öcal
Ülgen "Wings" Cezayirlioğlu

Untitled-2.jpg


Atlas dergisinin Ekim 2006 sayısında Tortum Vadisi ve Tortum Şelalesi tanıtılıyordu. 2006 sezonunun kapanmaya yüz tuttuğu günlerde gelecek sene için şöyle eli ayağı düzgün bir projemiz olsa diye içimden geçti… Sonra bu proje lafını pek sevmedim. Fazla şehirli ve önü sonu fazla belirli geldi. 2007 için şöyle esaslı bir maceramız olsa diye düzelttim zihnimde. Motora ilk başladığımda chopperla başlamıştım; ama heveslerim hep enduro çekmecesinden çıkmaydı. Zamanında enduroya geçmenin verdiği güvenle günde 10 saat sel üzerinde kalabileceğim hayallere daldım… Sonra Atlasın bu sayısını Sabit’e ve Behlül’e gösterdim… “gider miyiz” dedim. “Gideriz hocam !” dediler. “Yapmayın ya” dedim; “yaparız ya !” dediler. E o zaman Ülgen de yapar dedim… Soralım dediler; sorduk o da tamam dedi.

Tortum Vadisi Artvin’den Erzurum’a inen yolda uzunca bir vadi. Tabi THY ile uçacak halimiz yok; yol yapacağız. Gidiş – dönüş yolunu hesapladık yaklaşık 2500 km. Ama ana yoldan sapmalarla 3000 km. tutacağa benziyor. Aylarca çeşitli dergi internet sitesi vb. kaynaktan Karadeniz ve Doğu ile ilgili bir sürü bilgi topladık. Sonra evde unutulan valiz gibi bu bilgilerin yüzde yetmişi kağıt üzerinde malumat olarak kaldı… Yol kendi bilgisini bize öğretti. Ne kadar kaynak araştırması yapılırsa yapılsın, oralarda yaşayan insanların güncel bilgisi en önemli kılavuzlardan biri oluyor. Bu ikisi birleşince daha sağlam yol alınıyor.


Gezi öncesi hazırlıklar, bilgi toplama, yanımızda ne götüreceğiz, top case takalım mı takmayalım mı, motorların bakımı derken son haftaya geldik. Son hafta günler 24 saat olmaktan çıktı.. her gün sanki 45-50 saat… zaman geçmek bilmiyor. Ne kadar uzun yol yapmış olursanız olun her seyahat öncesi günler uzamaya başlıyor. Giyinip yola çıkacağınız ana kadar, zaman kıvamlı bir reçel gibi ağar ağar akıyor. Şimdiye dek güzel bir uyku uyuyarak yola çıktığım hiç olmadı. Seyahat öncesi ellerim yastığın altında gidon tutum yine…

22 Haziran …

Saat 16’da Behlül’ün hastanede buluşup toplanıp teker döndürmeyi planladık ama şehirden çıkışımız 17:30u buldu. Motorların başında son hazırlıkları yaparken bu geziyi Saruhan’ın anısına yaptığımıza dair kamera çekimini yaptık. Hemen her motorcunun hayalidir Karadeniz turu ve Saruhan’la birlikte 5 motor olursak yol daha güzel geçecek diyerek onu da kattık maceramıza.

22 Haziran olduğundan en uzun gündüze sahibiz ve havanın kararmasına çok var. Bu hevesle Amasya’ya kadar sürmeyi ve geceyi orada geçirmeyi planlıyoruz. Planımızı tutturduk.

konak1.jpg


Behlül Çorum’da bizi Katipler Konağı diye bir yere götürdü, yemekler nefisti ama akşam yemeği yedikten sonra sürüşün eziyet olduğunu söylemeye gerek yok. Yöreye özgü çatal aşı adında bir yemek/çorba yedik mercimek ve yarma buğdaydan yapılan değişik bir lezzet, çorba kıvamında ama bol taneli üzerine tereyağı kızdırıp döküyorlar.

konak2.jpg


Bu arada “Çorum”lu şoför arkadaşlara burada en içten selamlarımızı yollayıp, durmak için kırmızının hangi tonunu tercih ettiklerini merak ettiğimizi bildirelim. Zira şehirdeki trafik ışıklarını söküp yerine Noel ağacı koysanız şehrin trafiğinde hiçbir şey aksamaz. Her koşulda herkes bildiğini okuyor.

Çorumdan Amasya’ya gece sürüşünden sonra kalacak yer arama maceramızı evlere şenlikti. Amasya’da o gün asker yemin töreni olduğu için bütün oteller ve polisevi, öğretmenevi benzeri yerler doluydu. Önce Valiliğin arka bahçesi gözümüze kesitrdik olmaz dediler.
Sonra Beyazit Kulliyesi’nin bahçesi ile bize tarif edilen Hakimiyet Parkı arasında seçim yapmak durumunda kaldık. Beyazit Külliyesi son derece güzel bir mekan ama Amasyanın Sultanahmet’i ayarında bir yer.

beyazit.jpg


İçimiz rahat etmedi oradan vazgeçtik ve Hakimiyet Parkında karar kıldık. Güvenli bir yere benziyordu, hemen çadırları kurduk ve ilk gecemiz çadırla başladı. Ülgen çadır kurmaya üşendiğinden motorun arkasında getirdiği şezlongda uyumaya karar verdi ve bütün geceyi motorun selesinin altındaki kablolarla boğuşarak geçirdi… İzleyen günlerde de Ülgen’in durumu aynıydı… hep kablolarla boğuştu durdu :-\

kahvalti.jpg


Sabah çadırları toplayıp Yeşilırmak kenarında kahvaltımızı yaptık ve gezinin esas güzel kısmı başlamış oldu. Bu günkü hedefimiz Mesudiye üzerinden Ordu’ya ulaşmak ve benim ailemin köklerinin yeraldığı Yaztura (şimdiki adı Yeşilçit) Köyüne uğramak….
 

Etiketler
DSC_0351.jpg


İnsan neden geçmişi eşeler… Neden “ilk” olanı bulmaya çalışır… Milyarlarca insan içinde aslında o kadar dar olan kişisel tarihine neden bu kadar önem atfeder. Bütün bunların cevabı ne olursa olsun kendi geçmişinin izine tozuna bulanmak beklenmedik şekilde iyi hissettiriyor. Biraz hüzünlü biraz buruk bir serüven. Bir şekilde kendi hayatlarımızı farklı yerde kurmaya savrulmuşuz. Dedemin Kafkas harbinde kaybolmuş, biri kunduracı, dedem bizzat eşkiyanın önünde gideni. Arnavutlukta Enver Zaho ile birlikte silah tutup, Alman ihtilaline karıştığı için hakkında idam fermanı olmasına rağmen İstiklal Harbine yurda kaçak girip katılmış... Yaztura’da kalan kardeşinden gelen kuşaklar karşıladı bizi.

Fizyonomi olarak bana inanılmaz derecede benzeyen genç, yaşlı insanlar… onlar da bir tuhaf oldu… Sarıştık koklaştık, dedemin av sonrası uyuduğu kütüklerden yapılma evi gösteriler, on iki yaşımda kaybettim onu, idolümdü… Köye giden yol toprak yoldu, Sabit ve benim için pek sorun olmadı ama Ülgen’in ve Behlül’ün lastikler biraz sıkıntı yaşattı. Ama arkadaş hatırına seve seve katıldılar... Köye vardığımızda köyün bitişiğinde “Ulugöl diye son derece sevimli bir gölle karşılaştık. Burada benimle aynı soyadını taşıyan oğlan çocukları balık tutuyor gülüşüyorlardı. Köy ekmeği ve ayran ikram ettiler hep birlikte yedik.

DSC_0367.jpg


Köyde ana yola çıktıktan sonra Mesudiye’ye doğru sürmeye başladık. Yaptığımız 2800 km içinde en güzel yol bence Mesudiye Ordu arasıydı. Sanki motorcular için yapılmış ne sert ne yumuşak virajlar, tatlı tatlı yatırıyorsunuz motoru, virajın ortasına doğru yine tatlı tatlı gaz veriyorsunuz ve motor kendiliğinden dikiliyor. Sanki Karadeniz dağlarında yeşil ve yumuşak bir el motorcuları kolluyor. “Bak ben seni kolluyorum ama sen de taşkınlık yapma” diyor. Yol azmaya çok müsait. Ama doğa o kadar güzel ki… ağar ağar nehirlerle beraber akıyoruz Ordu’ya doğru….

Dra.jpg


Ordu’da bizi Behlül’ün sınıf arkadaşı ve küçük oğlu karşılıyorlar. Bize son derece güzel bir akşam yemeği yedirdikten sonra kamp yapacağımız deniz kıyısına götürüyorlar. İkinci kampımızda da WC ve su bakımından son derece şanslıyız. Gece şen şakrak çadırlar kuruluyor. Derin sessizlik… çadırlardan tek tük tıkırtılar geliyor. Hepimiz yorgun ama heyecan doluyuz, bu günkü sürüş bizi Karadeniz’le tanıştırdı… İçinde olmakla TV’den izlemek ya da dergilerden okumak arasında çok fark var. Bu farkı yaşamak gerçekten şans.

Sabah uyandığımda Ülgen elinde havlu suyun kenarında girsem mi girmesem mi kendini tartıyor. Bir yandan da bana “hadi girsene Murat Abi ya” diye gaz veriyor… ama yemezler o soğukluktaki suyu ben rakının yanında bile içmem… İçimizde en “enduro” karakterli adam olan Behlül yanımdan günaydın diyerek geçti ve aynı hızla suya daldı… arkasından Sabit… Ülgen hala yarı beline kadar suda olduğu halde girsem mi girmesem mi diyor… sonunda o da girdi.

DSC_0496.jpg


Kahvaltıda Abdurrahman’ın getirdiği pideleri götürdükten sonra rotamızı çizdik ve sahilde fazla oyalanmadan yine dağlara bu kez Giresun Dağları’na vurmaya karar verdik. Giresun’dan Doğankent, Kürtün ve Torul’a doğru sürdük. Niyetimiz meşhur Zigana geçidine ulaşmak. Aklımda Zigana ile ilgili kalan son görüntü Alperlerin “Zigana Geçidi” tabelası önünde çektirdikleri fotoğraf…. Aynısından çekemezsem gezinin namusu iki paralık olacak.Torul’un içine girmeden etrafı seyretmek üzere durduğumuz yerde “Zigana Köyü” ve “Güneş Sanat Evi” tabelası gözümüze ilişti…. “Nasıl yani ?” Zigana Köyünü anladık ama Sanat Evi neyin nesi dağın başında ?. Şu köyü gidip görelim dedik. İyi ki de gitmişiz, zira ana yoldan gitseydik asıl Zigana geçidinden değili anayola açılan Zigana Tünelinden geçecektik.
DSC_0540.jpg


Zigana köyünde Güneş Sanat Galerisini açan ressam Aziz Bey ile tanıştık, biraz asabi, biraz dalgacı, biraz da rakıcı bir ağabeyimiz. Hafiften bir kader kurbanlığı olmuş gençliğinde… bir müddet demir kafes ardından seyretmiş gökyüzünü, şimdi bulutlara resimler çiziyor. Zigana Köyünde içtiğimiz çayları yudumlarken bize Zigana Geçidine nasıl gideceğimizi tarif ediyorlar.

Dr-.jpg


Zigana geçidine giden yol 400 kilo olmuş motor için biraz zor ama inanılmaz güzel bir yol. Taş desen taş değil, toprak desen toprak değil. Bakımsızlıktan neredeyse yok olmaya yüz tutmuş. Zigana’nın zirvesine yol ile ulaşılan en yüksek noktasına geldiğimizde motorları durduruyoruz… yanımıza birileri geliyor Zigana geçidi burası mı diyoruz tam burası diyorlar… Etrafı seyredip taze oksijenle dolduruyoruz ciğerlerimizi… (ben taze oksijeni nikotinle karıştırıyorum o da fena olmuyor)…

Sonra çıktığımız dağdan aşağı inmeye başlıyoruz. Yol bu kez daha güzel. Çünkü dağın bu tarafı Trabzon halkının mesire yeri… Dağdan tatlı tatlı süzülüyoruz aşağı… Ana yola çıktığımızda yanayana iki benzinlik ve yiyecek içecek satan bir yer buluyoruz. Akşam için buradan malzeme almaya karar verip hava kararmadan ana yoldan yeniden içeri giriyoruz ve Zigana Dağı eteğinde kampımızı kuruyoruz. Behlül ve Ülgen yiyecek malzeme almak üzere bir önceki yere gidiyorlar. Sabit ve ben çadırlarımızı kurduktan sonra derede ayaklarımızı yıkıyoruz… Gece tam bir cümbüş rakıyı akar suda soğutmuşuz. Piknikçilerden biri soğusun diye nehre koyduğu kavunu almayı unutmuş o da bizim soframıza hediye oldu… Gece geç saatlere kadar sohbet edip şenlendik… Sonra çadırlarımıza çekildik… Bir anda aklıma yolda karşılaştığımız heyelan geliyor… o taşlar oraya devrilirken biz motorlardan inmiş ve “ne güzel ne güzel” diye etrafa bakınıyor olabilirdik…

DSC_0523.jpg
 

Zigana eteğinde sabah kahvaltısı ve çadırları toparlamamızın ardından günün rotasını çizdik. Önce Trabzon’a gidip Behlül’ün balans ayarını yaptıracağız sonra da benim Ankara’da unuttuğum ruhsat kargo ile Trabzon’a ulaşmış mı ona bakacağız. Ardından Sümela Manastırı ve Uzungöl planlıyoruz. Behlül’ün balans ayarını Trabzon’da yapamadılar ama ben ruhsatıma kavuştum… Trabzon içinde fazla oyalanmadan kendimizi Sümele Manastırı’nın muhteşem yoluna vurduk. Doğu Karadeniz’de hangi yola vurursanız vurun illa ki bir nehir size eşlik ediyor. Şelaleler… iri kayalara vurup etrafında girdaplar yaratan azgın yemyeşil ve tertemiz (izlenimi veren) bir su kenarı boyunca ilerliyorsunuz. Tıpkı aşağıdaki fotoğrafta olduğu gibi.. yalnız yeşillikler arasındaki çanak antenlere dikkat çekerim... lütfen yani :grrr:

DSC_0710.jpg


Sümela Manastırı’na tırmanamam herhelde aşağıdan izlerim diyordum ama yol Manastırın çok yakınına kadar yapılmış. Eski zamanlardaki gibi tırmanmak gerekmiyor. Ancak bu sefer merdivenlerde değil gişelerde tırmanıyorsunuz. Manastırın yer aldığı milli park alanına girerken para, Manastır’a girerken para, ve tuvalete gitmek ihtiyacı hissederseniz yine para…

DSC_0658.jpg


Mimar değilim ama iyi kötü restorasyonun hangisi iyi hangisi kötü biraz anlarım. Manastıra yapılan restorasyonda eski yapı ile yeni arasındaki kontrastın ölçüsünü biraz kaçırmışlar, yeni yapılan yerlerde neredeyse çelik kapı takacaklarmış tuvaletten kazandıkları para yetmemiş Allahta o kadarını yapamamışlar. Hafta içi olmasına rağmen yerel turist akın akın Manastır’ı geziyor. Tek tük yabancı hacılar da var. Duvarlardaki resimlerin üzerinde vaktiyle buraya gelmiş hıristiyan ziyaretçilerin isimleri ve tarihler kazınmış… bu işi bir tek biz yapmamışız yani… Kiril ve Grek alfabesi ile atılmış imzalar var kimi 1904 tarihli kimi 1970.

DSC_0683.jpg


Sümela Manastırının aşağısında bir turizm alanı oluşturulmuş. Her türden yerel (?) turistik eşya bulmak mümkün ama bu tür yerlerdense kasabalardan alışveriş etmeyi tercih ediyoruz. Yine de buralarda bir çay içip vakit geçiriyoruz.

Sümela’dan Uzun Göl’e sürmek üzere yola düşüyoruz. Yine aynı tatlı virajlar ve su sesi eşliğinde, özellikle Sümela yolunda virajlarda yattık diyemeyeceğim çünkü manzara, şehirde yaşayan ve akar suyu çeşmede gören bizim gibi insanlar için inanılmaz bir zenginlik sunuyor. Kasabaya indikten sonra yönümüzü Uzungöl’e çeviriyoruz, bu sefer de bol mıcırlı topraklı yollar bizi karşılıyor. Sitede okuduğum “mıcırda kullanma tekniği” işimi çok kolaylaştırdı. Motorun arkası zaten gülle gibi gazı veriyorum 60-70 km süratle gayet rahat gidiyorum. Arkamdan bizim çocuklar.. “bu adam yaşlanınca n’apıcaz kesin guruptan atmak gerekecek” diye içlerinden geçiriyorlar…. :hmm:

Uzungöl’e gitmeden önce “Of” kasabasından bira almak istiyoruz. Bira almak üzere başlattığımız mücadele bizde ciddi bir moral bozukluğunu tetikliyor. İşin içinde biraz yorgunluk da girince sinirler tel gibi geriliyor...

Bütün gezi boyunca şunu öğrendim ki Anadolu’nun önemli bir kısmında “bira içmek/almak” ciddi bir fenomen . Önünde engeller var. Sanki ahlaken bir çukura düşmek üzeresin de, yöre halkı kınayan bakışlarıyla seni bu çukura düşmekten alıkoymaya çalışıyor... Benzinlikte Behlül pompacıya soruyor nereden bira alabiliriz diye… adam cevap veriyor “Burada öyle şeyler yok ya kola içersin ya da su !” yorumu genişletmek mümkün ama keyfli gezi yazısının tadını kaçırmayalım…. Of’un içine giriyoruz “tekel satan yer” arıyoruz… millet sanki söz birliği etmiş kimse tarif etmiyor. Çarşı boyu ilerleyip meydan gibi bir yerde “tekel satan yer” buluyoruz. Anadolu’nun güzel insanları etrafımıza toplanıp bizi izliyorlar. Ciddi bir şekilde izliyorlar ama öyle enteresan gelmiş de bakıyorlar falan değil…. Şeytanı taşlasak mı taşlamasak mı diye geçiriyorlar içlerinden, gözlerinden okuyorsunuz bu sevgisiz selamsız duruşu... Motordan inip bizi izleyen kalabalıkta üç kişinin yanına gidiyorum. “Siz Türk ve Müslüman mısınız ?” diye soruyorum; içlerinden biri “höö” diye cevap veriyor. Biz de öyleyiz ama bizde adetler sizdekinden başka… biz de yöremize biri geldi mi önce bir hoş geldin denir sonra da bir ihtiyacınız var mı diye sorulur, bu adetler sizin buralara uğramamış galiba” diyorum. Ortadakinin yüzü kararıyor, yine “höö” diyor. Lanet olsun diye ağzımın içinden söylenip motora dönüyorum, bizimkiler “tekel maddesini” kapmış atıyoruz motora vuruyoruz yukarı doğru.. istikamet Uzungöl.

Dra-.jpg


Yol boyu yine nehir yanı başımızda. Yolun yüzde otuzu ciddi bozuk yol. Nehir taşmaları nedeniyle olsa gerek yolda yer yer iri taşlanmalar var. Uzun göle yaklaşırken hava iyice kararıyor ve müthiş bir rutubet doluyor kaksın içine. … Beldeye yaklaşırken birden yol değişiyor, genişliyor, Bodrum yollarının aynı, yolların genişliği coğrafyanın yapısına aykırı duruyor. Ama yapmışlar bir şekilde seferberlik söz konusu olmuş bir sebeple!... Uzun göle giriyoruz etkileyici hoş bir manzara göl gerçekten uzun ama dehşet rutubet var ve soğuk. Çadır kuracak yer arıyoruz, bize helikopter pistini tarif ediyorlar… “Nasıl yani?” diyoruz. Başbakan için helikopter pisti yapmışlar, üstelik gölün bir kısmını doldurarak. Milli Park olduğu için balık tutmak izne tabi ama Helikopter pisti yapmak serbest… canım Türkiyem benim.

DSC_0696.jpg


Önerilern yerde ne su kaynağı ne de tuvalet imkanı yok Uzun gölde bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyoruz. Sinirler tef gibi gerilmiş durumda. Birimiz orada kalalım birimiz yok şurada kalalım diye fikir uçuruyor, hiç biri olmuyor sonunda helikopter pistine razı oluyoruz. Bütün aletlerimin şarjı bitmiş.. sinir krizinin eşiğinde salınıyorum… Kafa lambamı bulamıyorum ve bir an tepem atıp çantanın içinde ne varsa yere atıyorum. Ülgen “Aha Murat Abi delirdi hemen bütün aletlerini şarj edeyim rahatlasın ihtiyar” diye çok içten bir çaba ile telefonu video kameramı ve fotoğraf makinemi şarja alıyor Belki bir saat motorunu boş boş çalıştırıp benin aletleri şarj ediyor. Gece karnımızı nasıl doyurduğumuzu şimdi hatırlamıyorum. Sadece yatmaya yakına saatlerde açtığım bira ziyan olmasın diye onu mideye nasıl devirdiğimi ve sabahın üçünde o biranın başıma dert oluşunu anımsıyorum. O gece çadırda yatmak için son derece soğuktu. Hani 5 mevsim çadır, 7 mevsim uyku tulumları var ya.. bizim malzeme onlardan değil. Bizim malzeme 14 YTL’lik uyku tulumu ve 35 YTL’lik çadırdan ibaret….

Murathan Mungan bir romanında soğuğu tasvir ederken “tilkiye bakır sıçtıran soğuk” diye bir deyim aktarmıştı, niyese aklımda kalmış… o gece değil tilki cümle mahlukat bakır sıçtı… ve dahi biz bile… Ülgen (yine bir teori anlatmıştı ama aklımda kalmamış) çadırın fermuarları açık uyudu, böyle daha az üşürüm diye. (Kızım olsa uçak mühendisine kesin vermezdim, herifler daha kıçını nasıl ısıtacağını bilmiyor)… Sabah takırdayarak uyandık. Güneş yan yan bize bakarken WC sorununu sorun olmaktan çıkarttık… Sonra “bir sucuklu yumurta olsa ne lazım gelir” diye bir cümle kuruldu ve SuperEva sucuğa ve yumurtaya “kaynaşın” dedi… Arkadaşların her biri XXL+ size olduğu için 8-10 yumurta kırdılar… ben kibar bir rider olarak ucundan azıcık nasiplendim….

DSC_0702.jpg


Çadırları toplayıp Uzungöl’e veda etmeden önce Ankara’da ihmal ettiğimiz bir işi tamamladık. Geziyi anısına armağan ettiğimiz Saruhan için bir plaket yaptırdık. Ankara’da olsa sarı bir levha olacaktı ama burada ahşap üzerine yaptırma fırsatımız oldu ve daha güzel olduğuna inandık.

DSC_0707.jpg


İkizdere’ye doğru yola çıktığımızda tekrar bozuk, toprak mıcır bir yola girdik. 60-70 km. güzel güzel gidiyoruz. Sabit selektör yapıp beni durdurdu. Behlül ve Ülgen gelemiyormuş… Şu Behlül’ün yakışırı KTM Adv. 990’dır ama nedense CBF ve Ducati’ye biner. Hadi Ducati’yi anlarım da şu CBF ne menem bir sevdadır anlamak mümkün değil.

DSC_0591.jpg


Vız vız vız bir motor sesi altında dört tane kedi yavrusu viyakliyor. Mecbur geri döndük… İstikamet Ayder Yaylası…
 

DSC_0720.jpg


Ayder Yaylası ve Kaçkar Dağları bölgenin incisi. Bütün turistik potansiyelini sonuna kadar kullanırken yerel olanı korumayı becerebilmiş. Daha çok turist ağırlamak, daha çok kazanç elde edebilmek için Uzungöl gibi kendini bölgenin “Bodrum”u yapmalarına izin vermemiş. Hala evlerin gölgesinde kış ayları için torunlarına hırka ören “kendi halinde” teyzeler var.

DSC_0758.jpg


Doğal güzellikleri ve nadirlikleri ile tanınan bölgelerin en önemli sorunlarından biri buraların hızla “turistik bölge”leşmesi ve halkının kendi halindeliğinden uzaklaşarak, büyük şehir yaşam tarzları ile yarışan, ama yerel değer yargılarının kıskacında yeniliğin bütün olumlu ihtimallerini sıkıştıran bir nevrozla yaşıyor olması.
Dragan.jpg


Gittiğiniz her yerde Algidanın tüm çeşitlerini bulabilirsiniz, ama iki genç kızın bir duvarın dibinde erkek arkadaşları ile dondurma yiyip gülüştüklerini göremezsiniz… Töre ya da gelenek, tüketim kalıplarını satın almayı ve satmaya hiçbir engel koymazken, bunların telkin ettiği yaşayış biçimine yerel bir balta vuruyor ve sosyal olarak güdük, kızgın, başkası ile barışık olmaya pek niyeti olmayan bir yaşam çıkıyor ortaya… Bir yanda TV’de izlenen yaşamlar, bir yanda dedelerin ninelerin söylemini ağdalaştırarak mahalleye dayatan “abi”ler… Onların özdeşlik kurarken kendilerini iyi hissettiği tek yer muhtemelen Kurtlar Vadisi…

Aramızda asimetrik bir ilişki var. Biz oradayken oranın yabancısı olduğumuz yüzümüze vuruluyor… ama oralarda yaşayan insanlar Ankara İstanbul İzmir’de bizzat büyük şehirlerin sahibi gibi davranıyorlar… Bu ise klasik gezi yazılarında “saf ve her şeyden bihaber Anadolu insanı” mitosunu çökertiyor zihnimde… Anadolu insanı her şeyden haberdar. Sadece kendi yaşam alanında daha muhafazakar… ama her tür ihtimale de açık bir muhafazakarlık bu… O ihtimaller orada yaşanamıyorsa, hevesler büyük şehirlere taşınıyor… O zaman birbirimize karışmış gibi davranıp garip bir mozaik oluşturuyoruz… Ama bu mozaikten izlemesi keyifli bir desen çıkmıyor ortaya… Bin İstanbul Masalı çıkıyor… Bini de birbiri ile kavgalı masallar…

DSC_0742.jpg


Ayder Yaylası Kaçkar Dağı’nın zirvelerinden gelen çağlayanları çağıl çağı ayaklarımıza döküyor. Çadırlarımızı bir izci kampına komşu araziye kuruyoruz.

DSC_0761.jpg


Büyük iri gövdeli çam ağaçlarının gölgesinde yemek hazırlıkları başlıyor. Mangalda tavuk kızartacağız bu kez. Salata ve rakımız var… hatta yoğurt bile var…

DSC_0623-1.jpg


Çağlayan ve nehrin coşkulu sesine çocuk cıvıltıları karışıyor… Şairin dediği gibi “yaşamak güzel şey be kardeşim” diye geçiyor içimden, kardeşliğimiz asimetrik de olsa seviyorum bu tek taraflı kardeşliğin parçası olmayı. Gece kamp ateşi etrafında sohbeti koyultup arkadaşlığımızı bir kez daha pişiriyoruz. Bu tür uzun geziler birbirine yaklaşmak ve birbirini tanımak için güzel bir fırsat. Ben kendi adıma çok şanslıyım. Gezi boyunca bu fırsat torbasından 3 mücevher çekiyorum…

Ertesi sabah kahvaltıda yerel mutfağın lezzetlerinden olan kaygana ile tanışıyoruz. Senede bir yerseniz iyi ama her gün yerseniz iyi bir kardiyologla dost olmayı ihmal etmeyin. Bize kahvaltı kazırlayan üç kız kardeş, üçü de yerel giysiler içinde ama ayaklarında Adidas ayakkabı var :! Cumadan bu yana doğru dürüst sabun yüzü görmeyen vücudumuzu temizlemek üzere kaplıca hamamına geçiyoruz. Her gün nehir yatağında akarken gördüğümüz su bu kez hamam tasında. Nasıl bir gevşeme yaşadığımızı tahmin edersiniz. Hamamdan sonra Çamlıhemşin’de berber koltuğunda kirli sakalımızdan kurtulacağız…
 

Çamlıhemşinden Karadeniz’de en uç nokta olarak gördüğümüz Macahel’e doğru süreceğiz. Macahel “h” harfif hafiften doğu aksanlı “kh” olarak telaffuz ediliyor. Bölgenin adı haritalarda Camili olarak geçiyor. Samatya’nın Koca Mustafa Paşa olması gibi buranın da adı kamulaştırılmış… Fotoğraf sanatçısı Faruk Akbaş’ın keşfediğ dünyaya tanıttığı bu bölgede yeşil daha farklı bir yeşil. Daha koyu daha vahşi… Bu taraflarda yaşayan bir fotoğraf sanatçısı daha var. Cemal Gülaş’ın Çamlıhemşin taraflarında bir köyde münzevi zamanlar geçirdiğini öğreniyorum… Telefonla ulaşıp birlikte bir çay içip sohbet etmeye niyet ediyorum ama sessizliğe kaçan birinin telefonunu çaldırmak içimden gelmiyor… sessizliğe saygımız gereği Cemal Gülaş’ı Çamlıhemşin çıkışındaki sarp kayalara bakarak selamlıyoruz…

DSC_0784.jpg



Çamlıhemşin’den Rize’ye girip Artvin tarafına doğru sürmeye başlıyoruz. Burada asfalt erimesi sandığımız zemin erimesi meğer yeni atılmış asfaltmış. Lastiklerimiz virajlarda hafif hafif kayıyor. Dikkatli olunmazsa arka tekeri önünde görebilir insan. Yerden yükselen sıcaklık tepeden gelen güneşle birlikte bizi epeyi bir terletiyor…

DSC_0809.jpg


Öyle böyle terlemek değil ama… tam koruma kıyafet içinde zaten günde 3-4 litre su tüketiyoruz ama Rize’de Artvin’e dönen yolda belki bir saat içinde iki üç litre su kaybediyoruz. Sık sık su içmek için duraklayıp, birbirimize “bu ziftleri motordan nasıl temizleyeceğiz” diyen acıklı bakışlar atıyoruz… Borçka tarafına sapıp Macahel’e yöneliyoruz. Yol genelde asfalt ama yer yer bozukluklar var. Coğrafya değişmeye başlıyor, ağaçlar çeşitleniyor, yeşil daha koyu, yol boyu nehirler yine bize eşlik etmeye devam ediyor. Dağlarda yer yer kar var hala.

Dagdakar.jpg



Macahel’e yaklaştığımız yer sanki buraya dek geldiğimiz Karadeniz’den biraz farklı… biraz Gürcistan rayihası karışmış havaya toprağa… Ve nihayet bitimsiz bir mıcırlı yol başlıyor. Eğer düz gidiyorsanız mıcırda pek sorun yok, ama dağ inip dağ çıkıyorsanız dört yüz kilo olmuş enduroda dahi dikkatli olmak gerekiyor… Bir süre sonra Behlül’den gelemiyorum haberi geliyor. Haklı biz zor gidiyoruz CBF’le ne yapsa gelmesi zor…

neh.jpg


Muratlı ayrımından yaklaşık 35 km içerideyiz en fazla 15 km yol kalmış olması lazım. Soruyoruz daha bir saatlik yol var diyorlar, o da minibüs hızıyla. Motor için temiz bir buçuk saat yol demek bu. Behlül bizi kurşuna dizer diyerek Sabit’le motorları çeviriyoruz ve dağdan aşağı iniyoruz. Behlül kan ter içinde… Acıktım alabalık yiyelim diye bizi karşılıyor.

mot.jpg


Geride bıraktığımız bir köprü ayağında “alabalık satılır” diye bir yazı vardı. Oraya doğru gidip köprüden geçiyoruz… alabalık yiyeceğiz ! Tabi ki alabalık falan yok, sadece eğer balık istiyorsan bir numaraya telefon ediyorsun, tuttukları balığı getiriyorlar… Artık egzosta yapıştırıp ızgara yaparız herhalde…. Midemiz sırtımıza yapışmış halde Borçka’dan geçiyoruz orada da yiyecek bir şey bulamıyoruz, ama Borçka gölünün güzelliği gözümüzü doyuruyor.

borckagolu.jpg


Borçka’dan Çoruh nehri eşliğinde Artvin’e iniyoruz. Çoruh nehri yolu şenlendiriyor… Yer yer heyelanlar var ama gayet güvenli yol. Yol yapım çalışması olan yerler zaten her 30-40 kmde bir karşımıza çıkıyor alıştık o kadarına.


Artvin’e girdiğimizde tırmanmaya başlıyoruz, birkaç yokuşlu virajdan sonra her halde şehrin meydanına falan çıkarız diye ümit ediyoruz ama yok öyle bir mekan… Şehrin tamamı yokuş ve virajdan oluşuyor. İzmirdeki varyantı biraz daha sıkıştırın sonra biraz daha dikleştirin… ve bu varyantı bütün şehri oluşturacak şekilde uzatın… işte size Artvin oldu.

Artvin’de kalacak yer ararken bir taksici size buradaki motorcuların başkanını tanıtayım diyor. Hemen önümüzdeki anahtarcı dükkanını gösteriyor. İçeri giriyoruz. Baba oğul anahtar yapıyorlar, ama baba masada oğul tezgahda. Yalçın Keleş. Emekli öğretmen, şimdi anahtarcılık yapıyor. Ama Artvin’deki motorcuların başkanı diye tanınıyor. Ona sorarsanız öyle bir derdi yok. Sadece birkaç haylaza kask taktırmak için etmedik laf bırakmamış sonunda da taktırmış, başkanlık oradan geliyor. Fermuar düzenini biliyor ve kullanıyorlar. Hemen hepsi endurocu. Aralarında bir imam var, o da sağlam gidiyor.


DSC_0825.jpg




Yalçın ağabey bize Polisevi’nde yer buluyor… Sonra diğer arkadaşlarını çağırıyor. Bizi büyük bir sıcaklık ve muhabbetle karşılıyorlar. Hemen hepsi motorlarını bizimkilerin yanına alıp fotograf çektiriyoruz.


DSC_0827.jpg


Fotoğrafçı Muarrem hemen tab ettirip dağıtıyor fotoğrafları. Arkasından siz açsınızdır diyerek bizi yemeğe götürüyorlar. Açlık ne kelime neredeyse motorun selesini yiyeceğiz… Kendileri mangal yorgunu oldukları için biz yerken eşlik etmiyorlar ama sohbete devam ediyoruz. Sonra bir arkadaş bizi Polisevi’ne götürüyor. Günlerdir çadırda yatan biri için beş yıldızlı otel ayarında bir yer, temiz bakımlı… sıcak su da var. Behlül’le ben bir odayada Sabit ve Ülgen diğer odaya yerleşiyoruz… Üstümüzü değişip motorlardan yükleri indiriyoruz ve tekrar arkadaşlarla buluşuyoruz. Çantalar sökülüp yükler boşaltılınca motorlar bisiklet gibi hafiflemiş geliyor bize önce Artvin’i yukarıdan seyreden bir tepeye çıkıyoruz… Buradan gün batımında Artvin’i seyrediyoruz…

DSC_0835.jpg


Hani eski adamlar Müzeyyen Senar dinleyip bir demet maydanozla bir büyük rakı bitirirmiş ya… bu manzara da öyle bir ilham veriyor insana. Şurada bir kavun olsa bir ufak büyük rakıyı içerim diye geçiyor içimden…. Artvin’de bize ev sahipliği yapanlar arasında en acarı en hızlısı Ekrem… Ekrem Öztürk Devlet Hastanesinde çalışıyor. Transalp kullanıyor. Ama arkadaş en boy olarak Allah’tan iltimaslı olduğundan Transalp altında scooter gibi kalıyor… Hemen şuracıkta 5 dakika yol Kafkasör Yaylasına çıkalım diyor… Kafkasör Yaylası gezi hazırlıklarından hatırlıyorum, yolu biraz sert diye duymuştum… Burada Behlül'ün bir fotoğrafını alıyoruz ve onu şehre yolluyoruz.

DSC_0839.jpg


Basıyoruz peglere veriyoruz gazı Kafkasör Yaylasına… karanlıkta önümdeki transalpin ışığını takip ederek yine bir varyant turuna başlıyoruz… Yol çok güzel bir enduro parkuru… iniyoruz çıkıyoruz dönüyoruz köylerden geçiyoruz… çoğu toprak diye hatırlıyorum… Önünüzde yolu bilen biri olunca daha rahat gaz veriyor insan… Kafkasör şenlikleri bir iki güne başlayacakmış yaylada hazırlıklar yapılıyor. Bizi bir yerde ağırlıyorlar. Ne içersiniz diyorlar. Bir şişe soğuk bira için bir servet ödeyecek moda gelmişim. Bira diyorum. Ülgen’le bir birayı paylaşıyoruz. Diğerleri çay içiyor. Ekrem motordayken ağzıma sürmem diyor, diğer arkadaşlar da öyledir diye ekliyor. Aramızda bir de Artvinli SuperEva üyesi var Uluer Çelik o da XT 600 Yamaha kullanıyor… Kafkasör Yaylası’ndan inip Artvin’de bir başka güzel terasa götürüyorlar bizi burada da çay içip sohbete devam ediyoruz… Ekrem yarın Gürcistan’a geçelim gezelim beraber diyor evine davet ediyor.Programdan şaşarsak evin yolunu zor buluruz diye teşekkür ediyoruz. Gezi boyunca bu kadar konuksever bu kadar sıcak insanları ilk kez gördüğümüzü birbirimize itiraf ediyoruz. Karadeniz bir yana Artvin diğer yana… Sabah yola çıkmak üzere motorları yüklerken Ekrem otomobile ile geliyor. Bir ihtiyacınız var mı diye… Yola çıktıktan sonra da telefonla aradı iki üç kez. Gerçekten Artvinli motorcuların kelimenin tam anlamıyla kardeşçe kucakladıklarını hissettik. Bütün lezzetler bütün doğa güzellikleri ballandıra ballandıra anlatılabilir. Ama bu sıcak alakayı tasvir etmeye çalışmak pek mümkün değil. Gidin yaşayın.
 



Artvin’den Erzurum’a iniyoruz. Çoruh Vadisi’nden Tortum Vadisi’ni ve Tortum Şelalesi’ne geçeceğiz. Çoruh Vadisi’ne indiğimizde flora biraz fakirleşiyor. Mutlaka pek çok endemik tür var ama motorla geçerken gözüme ilişen küçük renkli çiçekleri detaylı göremiyoruz. Yeşil azalıyor onun yerine sarı sıcak bir dağ kümesinin içinden geçmeye başlıyoruz.

D856.jpg


Tortum Şelalesi’ne geldiğimizde biraz hayal kırıklığı yaşıyoruz. Günlerdir insansız yerlerde gezmenin rahatlığına alışmışız, bir anda kendimizi kalabalık bir turist kafilesinin içinde buluyoruz. Şelale bitişiğinde “tesis”ler var. Yine her çeşit dondurma, çay, lokanta hizmeti, hatta değnekçilik hizmeti bile var. Dağın başında park için yer gösterip para isteyen delikanlılar motorların etrafını sarıyor… ve klasik soru kaça bu ?. Bir süre sonra bu konularda sabır ve sempatiyi kaybediyor insan “bedava” diye cevap veriyorum. Bize bedava veriyorlar gezelim diye… Değnekçi boş boş yüzüme bakıyor. Beklediği cevabı alamamış çoğu kimse gibi ikinci sorusu boğazında düğümleniyor…. Tortum Şelalesi’ni izlemeye demir korunaklı bir merdivenden iniyoruz.

DSC_0874.jpg


Etrafımızda Atatürk Üniversitesi’nin servis otobüsünden inmiş ve ter içinde etrafı seyretmeye çalışan bir kalabalık var. Kalabalık bizi çok sıkıyor. Söyleniyoruz. Ama bu söylenmede bir haksızlık da yok değil. Hani biz gezerken bakir olsun memleket, biz anlatalım ama siz oralara gelip içine etmeyin derken yine de insan utanıyor. Sana reva başkasına değil… Bizi irite eden kalabalıkdan çok kalabalığın içinde debelendiği telaş aslında. O telaş büyüyü bozuyor. Çünkü içinde çevreye ve doğaya ait hiçbir endişe yok. Bir yer kapma, karın doyurma, gecikmiş servis asabiyeti var havada… Yine de güzel. Şelale suya düştüğü yerde gökkuşağı oluşturuyor. Nedense bu gökkuşakları benim objektifime küstür. Bir türlü beceremem fotoğraflamayı. Bunu da beceremiyorum… Şelalenin ilerisinde Tortum Vadisi uzanıyor… yüzlerce insan… Kalsın almayalım diyerek kendimizi bir banka atıp dondurma yiyip su içiyoruz. Ülgen yine oltayı suya sallıyor ama netice alamıyor….

Tortum Şelalesinden ayrıldığımızda daha bir kilometre uzaklaşmadan Toryum Gölü’nü görüyoruz. Bence şelaleden çok daha güzel… uzun uzun öyle gelin eteği gibi salınıyor ovada… Gölün kenarından Uzundere’ye doğru sürüyoruz Tortum Uludere arasında Saruhan’ın anısına yaptırdığımız tahta plaketi yol kenarında bir kavak ağacına çakıyoruz.


DSC_0877.jpg

Saruhan Karadeniz gezisi yapmak istermiş onu gezi boyunca andık, sessiz bir katılımcı olarak hep aramızdaydı… Adı şimdi bir kavak ağacının gölgesinde yaşıyor…

DSC_0880.jpg


Ve Erzurum… Erzurum denilince oltu taşından tespih alasım geliyor ama şehir içinde sanayi bölgesi gibi bir yerlerde takılıp kalıyoruz ve burada meşhur Cağ Kebabı ile karnımızı doyuruyoruz. Benim damak zevkime göre karabiberi biraz mübalağa edilmiş ama lezzetli bir yemek. Lokanta duvarında fena halde muhafazakar ve had bildirici dörtlükler asılı. Lokantacı gelen karnını doyurmakla kalmasın adam olup öyle gitsin demiş… ve kendi veciz dörtlükleri ile bezemiş duvarları… Her kesin her kes hakkında bir tedavi önerisi var, kimse kimsenin zihnine razı değil. Hep bir düzeltme ve kendine benzetme çabası var her yerde. Aslında büyük şehirlerde de bizim durumumuz pek farklı değil. Sadece kullandığımız jargon ve araçlar bizimkini biraz da seçkinmiş gibi yapıyor. Ama birbirimizi törpülemek konusundaki kararlılıkta neredeyse yarışıyoruz. Bu yarışta kimse kazanamıyor ama törpüler körelirken zihinler keskinleşiyor.

DSC_0864.jpg


Erzurum’da fazla oyalanmadan Erzincan’a geçiyoruz. Erzincan öğretmen evi şehrin girişinde. Bakımsız ve pek temiz sayılmaz ama bizim de temiz ve bakımlı olduğumuzu söylemek zor. Yeniden motorlardan çantaları söküp odalara yerleşiyoruz. Duş alıp şehre iniyoruz. Bir yerde yemek yedikten sonra lokantanın üstünün “türkü bar” olduğunu fark ediyoruz. Aslında Aşık Veysel’den zihinlere miras Sivas’da güzel türkü dinlemeyi umuyordum ama ertelemeye ne gerek var. Çıkıyoruz merdivenlerden, gözümüze bir masa kestiriyoruz. Garson çocuklar son derece nazik bir şekilde “olmaz orası aile yeri” diyorlar. Aile yerinin önünde bir de pist var. Usul ne ise ona uyup bize gösterilen yere oturuyoruz. Soğuk birer bira eşliğinde 4 kişiden oluşan türkü gurubunu dinliyoruz. Solist pozisyonundaki genç ney üflüyor ve fülüt çalıyor. Fülütü Ian Anderson gibi kesik, saldırgan ve şakacı bir üslupla çalıyor. Sabahat Akkiraz’ın türkülerinin rock versiyonlarını dinliyoruz.. “ceylan gözlerine kurban olduğum… tanrı selamını almaz mısınız !”…. hiç de fena değil. Hatta oldukça güzel.


Erzincan, Artvin gibi insani olarak son derece sıcak ve rahat bir yer. Modern şehir burası diyoruz... Hani biz de Ankaralı’yız ya böyle bir paye dağıtma hakkımız var; çekinmeden kullanıyoruz. Biraz sonra canlı müzik bitip banttan halay havası çalıyor. Müşteriler piste çıkıp el ele tutuşuyorlar, biraz sonra garsonlar ve sahnede müzik yapan çocuklar katılıyor müşterilere. En öndeki, beyaz bir mendili tanıdık bir gururla sallıyor… Yanı başımızda aile ile bekar masaları arasında oturan iki kız katılıyor halaya… Onlar da daracık alanda defalarca neş’e içinde dönüyorlar dizlerini kırarak… Arkamızdaki bekar masalarında genç oğlanlar ikili ikili oturmuşlar. Kollarına tuhaf bir kuş kanadı açıklığı vererek yayılıyorlar sandalyelerine… masalarını kendi küçük kalabalıkları ile doldurmaya çalışıyorlar... Pek konuşmadan halay çekenleri izliyorlar, sigaralarının dumanını yukarı üfleyerek, tek başına geçen bu akşamlarda bir “bayan arkadaş” diliyorlar karanlık gökyüzünden… Gök yüzü olanca umursamazlığı ile herkes için karanlık… ama bayan arkadaşsız genç Erzincan’lılar için biraz daha karanlık.

Kimse kimse ile fazla alakadar değil. Her kes kendini müziğin akışına ve ritmine bırakmış… Erzincan’da geceyi fazla uzatmadan öğretmenevine dönüyoruz. Odalarımıza çekilip uyuyoruz… Sabit ve ben aynı odadayız, Ülgen’le de Behlül… Sabah öğreniyoruz ki Behlül Ülgen’in horlamasına dayanamamış ve gece 2 gibi aşağı inip öğretmen evinin bahçesine çadırı kurmuş… Çadır kurmak değil ama şişme yatağı nefesimle şişirmek beni mahvetti diyor… Ülgen kırmızı bir mahcubiyet içinde dinliyor hadiseyi…

Sabah kahvaltısını bir pastanede yapıyoruz. Erzincan tulumu dillere destan bir lezzette. Tabağın yarısını tulum peyniri ile diğer yarısını zeytin, tereyağı, domates vb. ile donatmışlar ayrıca küçük cam kaselerde ikişer çeşit reçel geliyor… Servis ve lezzet mükemmel…

Erzincan’dan çıkıp Ülgen’in dedesinin memleketine gidiyoruz… Kemah. Yolda askeri bir konvoyla karşılaşıyoruz, mühimmat taşıyor. 6-7 kamyon üzeri örtülü. Önde arkada ağır makineli tüfeklerle korunuyor. Bir Cemse’nin arkasında 15-20 asker ellerinde tüfekleri ve mermiler dizi dizi boyunlarına kolye gibi sarılmış donuk gözlerle ilerliyorlar… Motorla sollarken elimle selam veriyorum, hiç biri cevap vermiyor. İnsan utanıyor biraz…

Kemah’a girer girmez Melik Şah Türbesi’ni ziyaret ediyoruz. Hayatımda gördüğüm en güzel mezar taşını görüyorum burada. Üzerine çiçekler bezenmiş kalın ham taştan bir mezar taşı… Onun arkasında üzerine dualar nakşedilmiş bir başka mezar taşı. Taş işçiliği çok etkileyici.

Draganized1.jpg


Yazılar sanki taşçı kalemi ile değil erozyonla eritilmiş gibi düzgün… Taş işçisinin değil de hattatın elinden çıkmış… Kemah’da bir ayakkabı tamircisi ile sohbete dalıyorum Pazar yerinde. Bir parmağını trafik kazasında kaybetmiş küçükken, ama kalan parmakları ile işini görüyor. Ayakkabıları yamıyor dikiyor bir yandan da son derece tevazu içinde işini anlatıyor…

DSC_0926.jpg


Tezgahında ayakkabı boyaları dizi dizi ve bir de büyükçe bir masa saati ile radyo duruyor. Adeta evde çalışıyormuş gibi bir mini konfor alanı yaratmış kendine… Ülgen’in dedesinin evini buluyoruz. Bir kümbetin yanında avlusuna renkli çamaşırlar asılmış… Bir süre orada gezinip ağaçlardan dut koparıp yiyoruz. Sonra Ülgen “bahçelere” bakmak üzere bizden ayrılıyor. Biz geldiğimiz yoldan Erzincan’a dönüyoruz. Erzincan’dan Sivas’a geçeceğiz. Yol artık iyice sarardı, yeşil azaldı… Dağlar neşeli bir yeşili değil… tedirgin bir griliği yansıtıyor. Yolda çevirmede uyarılıyoruz. Gece sürmeyin buralarda diye. Bizi uyaran teğmen “bu da bir hastalık” diye sempatisini gösteriyor bize… Her kes bir şekilde birbirini sevmek de istiyor ama mahçubiyetlerimiz bunu çok da açıktan yaşamamıza izin vermiyor. Belli ki teğmenin de gençlik hevesleri var ama başka bir şehirde emanet kalmış…

kizildag.jpg


Sivas’a doğru sürerken Kızıldağ’da mola veriyoruz. Kızıldağ PKK’nın en yoğun olduğu yerlerden biri imiş bunu da sonradan öğrendik… Ama Kızıldağ zihnimize bu gezinin en tehlikeli sürüşü olarak kazınacak biraz sonra. Dağda mola yerine yaklaşırken büyük bir arı istilasına uğruyoruz. Motorun camına kaksa her yerimize sürekli arı çarpıyor… Sanki cümle mahlukat felaketin haberini almış başlarını da arılar çekiyor… bir şeyden kaçıyorlar… Arılardan biri Behlül’ün kaskındna içeri girip boynundan sokuyor. Bal arısı olduğu için fazla canı yanmıyor. Müdahale etmeye gerek kalmıyor. İlerinde karanlık bulutları görüp üzerimize yağmurluk ve gorateks giysileri giymeye karar veriyoruz. Elbise değişiminden sonra karanlık bulutlara doğru sürmeye başlıyoruz. Behlül önümde sürüyor motor neredeyse havalanacak. Çünkü üzerindeki yarım yağmurluk mont alttan aldığı rüzgarla balon gibi şişmiş. Bir süre sonra yağmur başlıyor.. bir iki dakika geçmeden bacağımı bir şey ısırıyor üstten. Ya arı soktu ya da başka bir böcek derken ısırıklar bir anda seri halde artıyor kaksa çarpan dolu tanelerinin çıkardığı sesi tarif etmek mümkün değil… Kulaklıklta Jeff Buckley çalıyor en hardından rock melodisini… Tepeden aşağıya en hardından rockı yaşıyorum ben zaten diye geçiyor içimden. Sanki yukarında biri saçmalı tüfekle ile ateş ediyor… Dolu taneleri fındık iriliğinde. Her bir dokunduğu yeri yakıyor. Motorun üzerinde küçülmek, doludan korunmak imkansız… Dahası fırtına giderek şiddetleniyor. Behlül arkamda kaldı bir ara duruyoruz vaziyet nedir diye birbirimize soracağız ama durduğumuz anda motorları tutmakta zorlanıyoruz. Fırtına motorları tokatlayıp duruyor. Behlül motora sarılmış tutmaya çalışıyor… Durmanın faydası yok yola devam edeceğiz… Sabitin motor önümde yirmi derece yatık vaziyette gidiyor… Sabit’in dediğine göre benim de görüntüm aynıymış.

Sol botum akvaryum gibi oluyor… gorateks efsanesi Kızıldağ’da sönüyor… elbiselerin içi, iç çamaşırlar eldivenler hepsi ıslanmış vaziyette sürüyoruz. Fırtına şiddetini artırdığında Behlül’ü beklemek için Sabit’le bir anlığına durmaya çalışıyoruz. Ayağımızı yere koyduğumuzda yerin ayak bileğimize kadar su olduğunu fark ediyoruz. O anda korkuyorum, eğer arkamızdan tahminlerin ötesinde bir sel gelirse gerçekten işimiz zor…. Yarım saat kadar bu koşullarda sürdükten sonra kara bulutların altından çıkıyoruz ve yol kenarında duruyoruz… Anında bir kahkaha başlıyor. Yaptığım en güzel yol buydu diyorum. Sabit biraz rutubet vardı ama güzeldi diyor… Bir kahkaha daha patlıyor.. Aklıma oğlum geliyor böyle durumlarda “abi biz deli miyiz?” diye sorar gülerek. Yol arkadaşları ile birlikte delirmek müthiş bir zevk…

Sivas’a girdiğimizde kalacak yer sorunu başlıyor. Hava kararmadan bir yere kapağı atmaya niyet ediyoruz. Yaklaşık bir saat kamu kuruluşlarının misafirhaneleri arasında mekik dokuyoruz. Hiç birinde yer yok. Sonunda Ankara’dan Gökhan Yolcu 4 Eylül Oteli diye bir otelde uygun fiyata konaklamamızı sağlıyor. Herkese tek kişilik oda, sıcak su… İşin komik yanı otele girip duş aldıktan beş dakika sonra elektrik kesiliyor ve otel odasında yine kafa feneri başımda motor çantaları içinden kendime çamaşır arıyorum. Elektriğin gelmesini beklemeden giyiniyorum, Sabit ve Behlül’le otelin lobisinde buluşup (lobisi olan bir otelde kaldık yani, boru değil) dışarı çıkıyoruz. Sivas’ın ana caddesinde aşağı yukarı yürüyeceğiz… Serde erkeklik var ya önce silah satan dükkanlara bakıyoruz. İkisi kapatmış biri açık. Açık olanda sustalı bıçaklara bakıyoruz. Çin malı sustalılar üzerinde mini bir fener ve dijital saat var. Dökeceği kana saygısı olan delikanlı taşımaz böyle bıçağı belinde. Düzgün adam gibi bir şeyler varsa yarın getir diyoruz… Tamam abi diyor ama ertesi sabah unuttum diyor.

DSC_0935.jpg


Birlikte Hükümet Konağına doğru yürüyoruz… Bir tarih yazılan yerde en şehirli adımlarımız ve yorumlarımızla etrafı inceliyoruz… Sivas türküleri ile Sivas arasında bir köprü olmalı… Aşık Veysel’inden Sabahat Akkirazı’na… Aşık Kul Gazi’den Aşık Derdiyâr’a kadar birini ayağının tozuttuğu bir kenar köşe bulmalıyım. Şehirde çok az zamanım var ve şehrin merkezine gömülmüş haldeyim.. Bulamıyorum ne yazık ki. Birkaç “türkü evi”nden silikon bir süreçten geçmiş saz sesi geliyor ama aradığım bu değil. Belki aradığımı bir başka sefere Divriği’de bulacağım. Bir divan sazının dibinde sıcak bir çay içeceğim. Mutlaka Divriği’de vardır.


Sabit’in uykusu gelip otele gidiyor Behlül ve ben ana caddede volta atmaya devam ediyoruz. Artık gezinin sonuna geldik. Dört kişilik bir ekipte iki kişi kaldığında sanki diğerlerine ayıp olacakmış gibi eğlenmemeye özen göstererek ama şehrin rayihasına aç bir şekilde soluyoruz havayı… Biraz ileride Erzurum Erkek Lisesini görüyoruz. Eski adı Mekteb-i Sultani. Binaya hayran oluyorum. Hani yeni yetme Türkçe’de “olmaz böyle bir güzellik… i-na-nıl-maz” diye vurguluyor ya gençler; işte öyle yürek hoplatan bir bina.

DSC_0942.jpg


Kapısı muhteşem. Işıklandırma muhteşem. Ve hepsinden önemlisi Sivas Kongresinin yapıldığı bina. Yanımda tripod yok ama asayı yükseltip fotoğraf makinesini bir çöp bidonuna yaslayıp basıyorum deklanşöre… Nefesim içimde büyüyor iki saniye kıpırdamadan makineyi sabit tutmaya çalışıyorum… Fotoğraf nasıl çıkmış diye makinenin ekranına bakıyorum tuhaf bir şey var. Gördüğümde aklımı çelen binanın yanında bir de uyduruk bir mini anfi tiyatro var… Nasıl yani bu antik icadın burada işi ne diye bakınıyorum. Ama yapmışlar işte. Bir zamanlar Cahit Külebi ilk şiirlerini bu lisenin dergisinde yayınlamış. O kültürel mirasın üzerine anfi tiyatro konmuş. Yanındaki bina ile tek ortaklık ikisinin de aynı güneş altında tarihi bir mahcubiyeti paylaşıyor olmaları. İkisi de birbirinden utanıyor. Daha farklı bir kamusal alan tasarlamak mümkün değil miydi diye geçiyor içimden. Ama hiç olmazsa kullanılan içinde insan olan bir kamusal alan olmuş. Gençler merdivenlere oturmuş, bir gurup saz çalıyor fazla ses çıkarmamaya özen göstererek. Çok uykum olmasa yanlarına gidip biraz sohbet edeceğim. Nerede saz dinlerim diye soracağım ama bütün vücudum Kızıldağ’da yediği kırbaçların yorgunluğu ile bitap düşmüş durumda. O fırtınada ıslanmak çok ama çok güzeldi. Değdi doğrusu. Yarın sabah Ankara’ya süreceğiz… Ve şimdi aklımda tek şey var. Geziyi sağ ve salimen bitirmek. Toplamda üç bin kilometreye yakın yol yapmış olacağız… Yola çıkarken bir birimize söz verdik. Tek parça gidip tek parça döneceğiz diye… Birbirimize verdiğimiz sözü tutuyoruz. Yukarıdan da bir el kollamıyor değil hani… Eve geldiğimizde balkonda içtiğim kahvenin kokusu anlatmaya değer ama bu mevzu mahremimizdir.

Okuyan okumayan sağ olsun... Saruhan'a armağan olsun.
 




kim bilir? gezen bilir. gerçekten bir defada tamamını birden okudum, fotoğrafları seyre daldım. eminim daha buraya girmeyen yol anıları ve fotoğraflar da vardır.
 



Geçen yıl haziran ayında benzer bir rotayı iki motokaravanla 21 günde tamamlamıştık.Sayenizde anılarımız tazelendi,içimizde tekrar gitme isteği depreşti,ayağınıza sağlık...
 

bu akşam ikinci kere okudum ve sanırım bir kaç kere daha okurum , elinize yüreğinize sağlık çok doyurucu bir rapor olmuş
arkadaşımız içinse , geçde de olsa başınız -mız sağolsun

daha güzel geziler ve yollar yapmanız dileği ile , selamlar ...
 

ellerinize sağlık,
çok güzel bir gezi ve anlatım olmuş,
Doğu Karadeniz e tur yapacaklar arkadasların dikkatini cekmek icin bir kac sey soylemek istiyorum,
Doğu Karadenizi görmek demek; Maçka-Sümela, Çaykara-Uzungöl, Çamlıhemşin-Ayder, Artvin-Kafkasör veya Yusufeli ni görmek değildir.
Bu yerler, klasik olarak asfalttan yapılan ve o bolgenin yalnızca %25 guzellikleirni yaşatan bir rotadır,
Doğu Kardeniz i gerçekten gördüm yaşadım demek isterseniz arazi tipi lastikler ve uygun endurolarla asfalt dışına, yaylalara gaz açmanız gerekmektedir.
Bir çok motorcunun hayatında bir Karadeniz turu hayali vardır ve bir kısmı bunu yapmıştır,
ama gerçek Doğu Karadeniz turu yapan az sayıda motorcu vardır
 

Ynt: Motorla Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Turu (2800 Km)

Siz gezerken,biz okurken keyif aldık.Geç fark etsemde ...
Elllerinize sağlık.
 




Ynt: Motorla Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Turu (2800 Km)

harika bir gezi olmuş... paylaşım için teşekkürler...
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,816
Mesajlar
1,523,901
Kayıtlı Üye Sayımız
166,614
Kaydolan Son Üyemiz
Tolga Gökova

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

SON MESAJLAR

SON KONULAR



Geri
Üst