SRDR34
Ana Kamp
- Mesajlar
- 40
- Tepkime Puanı
- 0
Bir çok Makedon arkadaşımın anlata anlata bitiremedikleri Üsküp'ü ve Ohrid'yi görmeye karar veriyorum. Atatürk Hava Limanı’ndan başlayan yolculuğum 1 saat 20 dakika sonra Üsküp Havalimanı’nda sona eriyor.
Uçaktan inince rehber ve şoförle buluşup otele gidiip yerleşiyorum ardından hiç zaman kaybetmeden kendimi hemen buram buram Osmanlı kokan Üsküp’ü tanımak için sokaklarına bırakıyorum. Üsküp'ün sokaklarında ezanla kilise çanları, Türkçe’yle Makedonca, Arnavutça birbirine karışıyor. Çünkü Üsküp aslında doğuyla batıyı bağlayan bir İstanbul, bir Kudüs gibi sentez bir şehir.
Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti Üsküp daha ilk fethedildiği tarihlerden itibaren Osmanlı Türk soyundan gelen aristokratların yaşadığı önemli şehirlerden biriymiş. Dört tarafı dağlarla sarılı Balkanlar’ın göbeğinde kurulmuş olan Üsküp, fethedildiği 1392 yılından 1912 yılına kadar Osmanlı’nın hakimiyetinde önemli bir şehir olmuş. İlk fethedildiği an itibariyle Türk kültürünün maddi ve manevi unsurları Üsküp şehrine geçmeye başlamış. Türk mimarisine özgü evler inşa edilmiş, Türk mimarisinin vazgeçilmezlerinden olan mahalle yaşama şekli, çarşı, çarşı içinde zanaatkârların zanaat gördükleri, işlerini icra ettikleri dükkânlar kurulmuş. Zanaatçılarla çarşı esnafının ibadetlerini aksatmamak için camiiler, tekkeler, mescitler inşa edilmiş. Üsküp Çarşısı’na yerli ve yabancı tüccarlar ilgi gösterip Üsküp’e geldikleri için onların konaklamaları için kervansaray hanları inşa edilmiş. 1555 ve 1963 yıllarında gerçekleşen, Üsküp tarihinde önemli yer alan iki ayrı deprem, 1689 ve 1908 yılındaki büyük yangınlar, 18. ve 19. yüzyıllardaki büyük sellerden dolayı birçok eser yerle bir olmuş. Buna rağmen birçok eser ayakta kalmayı başarabilmiş. Ancak yeni şehir planlamalarıyla birçok Osmanlı eseri de bu yüzden günümüze kadar ayakta kalmayı başaramamıştır.
Üsküp’e 1660 ve 1668 yıllarında 2 kez gelen Evliya Çelebi’ye göre o zamanlar burada 10 bin 60 ev vardı ve bu evlerden 70 mahalle oluşmuştu. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 1 kale, 45'i cuma cami olmak üzere 120 mescid, 2 medrese, 9 dârü'l-kurrâ (hafızların kuran ezberleme yeri), 70 mektep, 20 tekke, 110 çeşme, 7 kervansaray, 1 çarşı, 1 bedesten, 1 köprü, hanlar ve hamamların bulunduğundan bahsetmekte.
Üsküp, Vardar Nehri'yle ikiye ayrılıyor. Taş köprü olarak bilinen Vardar Köprüsü, Osmanlı Kalesi, büyük caddelere bitişik park ve bahçeleriyle, hanları, camileri ve sosyal hayatın tarihi kurumlarıyla eski Bursa'yı, Edirne'yi andırıyor. Vardar nehri Üsküp’ü sadece coğrafi olarak 2’ye ayırmakla kalmıyor; aynı zamanda etnik ve dini olarak da ayırıyor. Müslüman nüfus yani Türkler ve Arnavutlar nehrin sol tarafındaki eski Üsküp’te; Makedonlar ise daha modern bir görünüm sergileyen nehrin öbür tarafında yaşıyor.
Üsküp’teki ilk durağım Türk Çarşısı da denilen Üsküp Çarşısı oluyor. Osmanlı’nın en derin izleri Üsküp Çarşısı ve çevresinde görülüyor. Üsküp Çarşısı, ki daha çok “Üsküp Türk Çarşısı” olarak bilinir, Üsküp’teki Osmanlı mimarisinin en ilginç ve en önemlilerinden birini temsil ediyor. Bu çarşı Oryantalistik-Balkan Çarşısı tipindedir. Bugün Makedonya’da en iyi korunan çarşılardan biri sayılır. Çarşı daha doğrusu eski okunuşuyla “ÇARŞU” demek dört taraflı meydan ya da kavşak demek. Üsküp Çarşısı, Üsküp Kalesi ile Vardar ve Serava ırmakları arasında bulunuyor. Daha doğrusu Taş Köprüsü ile Bit Pazarı güzergâhında yer alıyor. Çarşı içeriğinde Osmanlı mimari geleneğinin örnekleri Mustafa Paşa Camii, Bedesten, Sulu Han, Kapan Han, Kurşunlu Han, Çifte Hamam başta olmak üzere bir çok tarihi eser bulunuyor. Çarşı öncelikle 15. yüzyılda Bedesten’in gelişmeye başlaması ve büyümesiyle ortaya çıkmış. 16. yüzyılda çarşı mimari ve ticari açıdan en büyük gelişmeyi yaşamış. Çarşı 1689 yangınında büyük zarar görmüş. 26 Temmuz 1963 depreminde ise birçok dükkan yerle bir olmuş. Yeni ihtiyaçların doğurduğu nedenlerden dolayı yeni dükkanlar dar ve küçükmüşler. Davut Paşa Hamamı’nın bir bölümü 1961 yılında yıkılmasıyla etrafındaki dükkanlar da yıkılmış. Çarşı iş kollarına göre Abacı, Alaca, At Pazarı, Demirciler, İpekçiler, Kazancılar, Kaftancılar, Kapan, Kasaplar, Kürkçüler, Lonca, Lüleciler, Mutafçılar, Pabuçcular, Saraçlar, Sarraflari Tahtakale, Tellalcılar, Terziler, Tüfekçiler, Halaçcılar, Çubukçular ve Şekerciler Çarşısı olarak bölümlere ayrılıyor. Bugün çarşıda yaklaşık 200’ü kuyumcu olmak üzere 1000 adet dükkan bulunuyor. En işlek caddesi ise kuyumcuların yer aldığı Belgrad Caddesi.
Çarşıdan sonra şehri panaromik olarak en iyi görebileceğimiz yerlerden biri olan Üsküp Kalesi’ne çıkıyorum.
Üsküp Kalesi, Üsküp’ün simgesi olan Taş Köprü gibi şehrin en önemli mimarilerinden biri. Vardar nehrinin sol tarafında yer alıyor. Kale’nin daha 10. yüzyılda var olduğu tahmin ediliyor. 1392 yılında Üsküp’ün fethedilmesiyle Osmanlılar kaleyi inanılmaz şekilde genişletmişler, Üsküp Kalesi’nin içinde adeta şehir içinde şehir kurmuşlar. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, Üsküp kalesi usta eller tarafından yontulmuş taşlardan yapılmıştı ve kalenin 70 kulesi vardı. Kale kumandanı 300 askerle bu kaleyi koruyordu.
Üsküp kalesi şehrin en yüksek noktasında kurulu. Kalenin bugünkü şekli Bizans dönemine kadar gidiyor. Yüzyılda yapılmış. 121 metre uzunluğunda kale duvarlarının yapımında kullanılan duvar taşları, yakındaki harap edilmiş şehir Skupi’den getirilmiş. Osmanlı zamanında tahkim edilmiş ama 1963 depremi ile hasar görmüş. Üsküp’ün panaromik olarak en iyi görülebilecek noktalarından biri aynı zamanda... Kalede bugün arkeolojik çalışmalar yapılıyor.
Kazı çalışmaları sonucunda kalede yaşanan farklı dönemlere, kültür ve medeniyetlere ait izler ve örnekler tarihin derinliklerinden gün ışığına çıkarılmış. Uzmanların değerlendirmelerine göre, kalede en eski yaşam belirtileri tarih önecesi döneme ait. Ortaçağ, Osmanlı dönemi, bakır dönemi kalıntıları, demir döneminden, genç antik çağ ve eski Bizans döneminin bu topraklarda yaşadığına ir kesin bilgilerin somut örnekleriyle yer aldığı ortaya çıkartılmış. Bugüne kadar sadece % 8’lik küçük bir bölümü araştırılabilinen kalede kazı çalışmaları halen devam etmekte.
Kaleden ayrılıp Üsküp Çarşısı’nda bulunan Kurşunlu Han’a gidiyorum. Üsküp’ün en güzel mimari yapılarından biri olan Kurşunlu Han 16. yüzyılın ortalarında Muslihuddin Abdul Gani tarafından yaptırılmış. Ne zaman inşa edildiği konusunda kaynaklarda kesin bir ize rastlamak mümkün değil. Ancak Kurşunlu Han kaynaklarda 1549-1550 yılında resmilik kazandığı için bu tarihten biraz önce inşasının bittiği tahmin ediliyor. İlk zamanlarda Han, Müezzin Hoca Hanı olarak tanınıyormuş. Kurşunlu adını 19. yüzyılda kurşundan yapılmış olan damından aldığı düşünülüyor. 2 katlı olan Kurşunlu Han’ın alt katında 25, üst katında 30 konaklama odası bulunuyor. Ayrıca hanın hemen yanında burada konaklayan tüccarların kervanlarındaki atlar ve develer için de 100 hayvanlık yeri de bulunuyormuş. Tüccarların malları alt kattaki odalarda korunurken tüccarlar da üst katlardaki odalarda Osmanlı kervansaraylarında olduğu gibi 3 gün ücretsiz olarak konaklıyorlarmış. Bir zamanlar hanın bahçesinde şadırvan-fıskiye de varmış. Kurşunlu Han daha düne kadar hizmete kapalıyken bugün açık hava müzesi gibi antik Roma dönemine ait tarihi eserler sergileniyor. Günümüzde tüm konser, parti ve tiyatro oyunları burada yapılıyor. Geçen yıllarda Kurşunlu Han, Pyetar Bogdani Arnavut Kültür Mirası Enstitüsü olmuş. Ne yazık ki kaynaklarda bu şahsın ismine 1686 yılında Balkanlar’a dönüp Kosova’da Osmanlı devletine karşı mücadeleyi hazırlamak için Avusturya ordusuna 6000 asker toplayan şahıs olarak rastlıyoruz.
Üsküp hamamlarıyla da bilinen bir şehir. Ancak günümüzde Üsküp’te faal halde olan hiç hamam kalmamış. En son hamam 1916 yılında kapanmış. Günümüzde 2 hamam ayakta kalmış: Davut Paşa Hamamı ve Çifte Hamam. Çifte Hamam günümüzde sanat müzesi olarak hizmet veriyor. Tuz Pazarı Hamamı, Kara Kapıcı Hamamı, Şengül Hamamı, Kız Hamamı, Eski-Yeni Hamamı, Eski Hamamı, İshak Bey’in Çifte Hamamı, Ayşe Hatun Hamamı, Davut Paşa’nın Küçük Hamamı, Yahya Paşa Hamamı, Vardar Hamamı, Postahane Hamamı ve Hürriyet Hamamları'nı sayabiliriz. Günümüzde Davutpaşa Hamamı ve Çifte Hamam ise günümüzde ayakta kalmış olan Hamamlar. Değişik bir mimarisi olan Çifte Hamam’ı görmek için buraya gidiyorum.
1056 metrekare olan hamama kadınlar ve erkekler bölümünün simetrik şekilde olmasından dolayı Çifte hamam adı verilmiş. 15. yüzyılın ortalarında Voyvoda ve Üsküp’ün kumandanı İsa Bey tarafından yaptırılmış. Hamamda erkekler için berber, kadınlar için de bakım salonu da yer alıyormuş. 1916 yılına kadar faal olan hamam 1963 yılındaki deprem sonrasında restore edilmiş ve günümüzde Sanat Galerisi olarak Üsküplüler’e hizmet veriyor.
Üsküp’ü Üsküp yapan Osmanlı eserlerinden biri Vardar Nehri üzerinde Üsküp’ün 2 farklı yakasını birbirine bağlayan Taş Köprü’dür. Kentin simgesi Taş Köprü 15. yüzyılda inşa edilmiş. Sultan I. Murad döneminde yapılan 13 gözlü, eşsiz bir mimari yapı olan köprü, 1963 yılında meydana gelen büyük depremle % 80’i tamamen yıkılan Üsküp’te ayakta kalan ender yapılardan biri. Köprü 214 metre uzunluğunda 5.5 metre genişliğinde.Taş Köprü üzerinde 4 tarihi detay dikkat çekiyor. Birincisi mihrabın dikildiği yer, ikincisi köprüden geçenlerin dinlenmesini sağlayan teras, üçüncüsü köprü kenarlarındaki rozet ve dairesel süslemeler, son olarak köprünün ayakta durmasını sağlayan ayakların ortancısında keşfedilen hol boşlukları. Eskiden bu hollerde bekçi askerler köprüyü koruyorlarmış diye bir inanış varmış. Evliya Çelebi’nin aktardığına göre köprü Hicri 987 Miladi 1579 yılında inşa edilmiştir. Bugün köprünün üzerinde mihrap yok. Yıllar önce açıklanmayan nedenlerden dolayı kaldırılmış.
Taş Köprü’den geçip Makedonya Meydanı’nı takip ettiğimde 1910 yılında Üsküp’te doğan Rahibe Teresa’nın heykeli karşılıyor beni. Asıl Adı Gonca Boyacı olan ve Hayırsever Misyonerler Cemaati'nin kurucusu olan Rahibe Teresa Arnavut bir Katolik'tir. Rahibe Teresa’nın 15 yaşına kadar eğitim aldığı kilise bugün Rahibe Teresa Müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Asıl adı Gonca Boyacı olan Rahibe Terasa, 18 yaşında evden ayrılarak İrlanda’ya, 19 yaşında da İrlanda’dan ayrılarak Kalküta’ya gitmiş. Hayırsever faaliyetlerinden ötürü 1979 yılında Nobel Barış Ödülü’nü almıştır.
Üsküp’ün en dikkat çekicisi simgesi, 2002 yılında yapılan ve 40 kilometre uzaktan bile görülebilen Milenyum Haçı. Vodna Tepesi’ne oturtulan 70 metre yüksekliğinde, çelikten yapılan bu dev haçın kenti felaketlere karşı koruduğuna inanılıyor. Haç, geceleri tam 606 adet ampulle aydınlatılıyor.
Bu kadar gezip dolaştıktan sonra karnı acıkanlar için en iyi seçeneklerden biri Üsküp Çarşısı’nın meydanında yer alan restoranlar. Ben ünü yurtdışına taşan ve yerli yabancı bir çok ünlü konuğu ağırlayan Turist Restaurant’ı seçiyorum.
Üsküp’ün yenmesi gereken ana menüsünde önce kebabı gelir. Gerçi kebap denildiğine bakmayın. Bu, Üsküplüler’in kebap dedikleri bizde İnegöl köfte olarak bilinen orijinal Boşnak köftesi. Zaten ülkemize de Balkanlar'dan gelmiş İnegöl köfte. Bu sadece Üsküp’e değil bütün Makedonya’ya özgü bir köfte şekli. Bir parmağın yarısı büyüklük ve şekline getirilen soğanlı köfteler zeytin yağından geçtikten sonra yoğurularak ızgaraya atılıyor ve iyice kızardıktan sonra afiyetle yeniyor. Bu kebabı Üsküp’te en iddialı olarak Türk Çarşısı’nda yer alan Destan Kebapçısı ve Turist Restaurant’ı yapıyor. Üsküp çarşı meydanında yer alan Turist Restaurant’ına gidiyorum. Buranın denenmesi gereken spesiyali üzerinde ızgara köfteyle servis edilen güveçte kurufasulye… Bu lezzeti denemek için burayı tercih edenler arasında ünlü aktör Ömer Şerif’ten Türk siyasetçilerine kadar bir çok ünlü isim bulunuyor.
Çarşıdan sakın olaki bugün Ohrid adını alan Abdi Ağa tatlıcısından yumurta ve sütle yapılan Makedonya’nın ünlü tatlısı kaymakçina yemeden, boza ve limonatanın karışımı olan şipritzel içmeden ayrılmayın… Poğaça-Börek de değişik bir tad. Börek poğaça arasına konarak yeniliyor ve burada oldukça sevilerek tüketiliyor.
Üsküp’ü gezip gördükten sonra Makedonya’nın ünlü tatil beldesi Ohrid’e doğru yola çıkıyorum. Ohrid Üsküp’ten 170 km uzaklıkta. Arabayla yaklaşık 3 saatlik keyifli bir yolculuktan sonra ulaştığım Ohrid, Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında kurulu bir şehir. Makedonya’nın turizm, kültür ve dini merkezi sayılan Ohrid, Safranbolu, Ölüdeniz ve Göcek’in bir karışımı adeta. Tepenin yamacındaki evler Safranbolu’nun, sahildeki sokak ve caddeleri Ölüdeniz’in, sahili ise Göcek’in bir kopyası adeta. Osmanlı’nın son zamanlarını anlatan Elveda Rumeli dizisi burada çevrilmiş. Zaten burayı bu kadar merak etmemi sağlayan da sevgili oyuncu arkadaşım Gülçin Şantırcıoğlu… Ve anlattıklarının eksiği olup fazlası olmadığın görünce anlıyorum.
UNESCO tarafından dünya mirası listesine dahil edilen Ohrid’ye tepeden bakarken hani size “güzel bir resim çizin” dense belki bu kadar güzelliği bir araya getiremezsiniz. Dağların ve gölün izdivacıyla insanın karşısında belki de sadece fotoğraflarda gördüğü ve bazılarının var olduğundan dahi habersiz manzaralar ortaya çıkıyor.
Kent en iyi şekilde 10. ve 11. yüzyılda çarlık yapan Samuil'in kalesinden görülüyor. Bugün Samuil'in Makedon olarak mı, yoksa Bulgar olarak mı adlandırılması gerektiği tartışa durulsun, bu mekanın kendisinin en büyük savunması olduğu muhakkaktır. Eski şehir, iyi muhafaza edilmiş ve 16 metre yüksek olan surlarıyla şehri yüksekten seyretme fırsatı veriyor. Karşılaşılan manzara 9 dağı aşarak Ohrid'ye gelinmesine gerçekten 'değer' dedirtiyor insana. Mareşal Tito da bir çok dünya liderini Ohrid Gölü’nün kenarındaki yazlık konutunda misafir edermiş.
Ohrid kalesinden sahile doğru inerken eski Roma’da gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı 3 kafesli Ohrid Antik Tiyatrosu karşınıza çıkıyor. Günümüzde konser ve tiyatro eserlerinin sergilendiği antik tiyatro eskiden 5.000 kapasiteliymiş ancak günümüzdeki kapasitesi sadece 2.000’e inmiş. Göle doğru inmeye devam ettiğinizde karşınıza eskiden camii olarak kullanılan Aziz Clement Kilisesi çıkıyor. Kilise aynı zamanda Plaoşnik ya da Aziz Pantelemon adlarıyla da biliniyor. Osmanlı zamanında kiliseyi camiye döndüren Sinan Paşa’nın türbesi de kilise bahçesinde yer alıyor. Kiliseyi yaptıran Aziz Clement’in mezarı da aynı şekilde kilise bahçesinde yer almakta. Aziz Clement hem hekimlik hem de din hocalığı yapmış bir isim. Aziz Clement aynı zamanda Slav uluslarının Kiril alfabesini bugünkü şeklini vermiş bir isim.
Ohrid’deki bir başka önemli kilise ise Aya Sofia… Ohri’yi 1385 yılında ele geçiren Osmanlı imparatorluğu Aya Sofia’yı da freskleri kireçle kapatıp 1912 yılına kadar cami olarak kullanmış. Sırp rejimi Osmanlı İmparatorluğu’nun çekilmesiyle minareyi yıkmış. Cami olarak kullanıldığı zaman yapılan minber ise 1997 yılında kaldırılmış. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Ortdoks Hristiyanlar’ın rüşvetle burada ibadet ettiklerinden bahsetmekte. Kilise camları ise halen Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyor.
Ohrid nüfusunun 55 binlik nüfusunun çoğunluğunu Makedonlar oluşturuyor. Makedonlar'ın dışında Ohrid'de Türkler, Arnavutlar, Romanlar, Sırplar ve Ulahlar yaşıyor. Ohrid'de Osmanlı döneminden kalma 10 cami, 1 de tekke bulunuyor. Kiliselerin sayısı ise yaklaşık olarak 40. Göl manzarası, bölgeye özgü evleri ve tarihi mimari eserleriyle ünlü bir turistik nokta.
Ohrid halkı son derece misfirperver. Dolaşırken bir Ohrid’li kadın bizi kahve içmek için evine davet ediyor. Davetini büyük bir memnuniyetle kabul edip içeri giriyoruz.
Kahvenin yanında Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde bahsettiği Ohrid’in ünlü kiraz ve eriğinden de ikram ediyor. Gerçekten ünlerini hak ediyorlar...
Dolaşırken Osmanlı’nın Balkanlar’daki son zamanlarını anlatan Elveda Rumeli dizisinin çekildiği sokaktan geçiyoruz. Bizlere o zamanları yaşatacak kadar buram buram tarih kokan bir sokak.
Şehrin merkezinde çok yaşlı bir meşe ağacı var. Beton kaplamalarla birleşmiş enteresan bir görüntü arzeden bu ağacın tam yaşını belki kimse bilemez; ama birçok tarihi olaylara şahitlik yaptığı bellidir. Tahminen 1100 yaşında olduğu belirtilen bu yaşlı meşe ağacının gövdesinde zamanında bir bakkal, bir de berber dükkanı yer alıyormuş. Günümüzde ağaç yıkılmaması için metal desteklerle korunuyor.
Ohrid gölü deniz seviyesinden 695 metre yükseklikte yer alıyor. 358 kilometrekare yüzölçümü ve 289 metre derinliği ile Balkanlar'ın en derin gölü. Göl suyu 20 metreye kadar berraklığını korumakta. Gölün alabalığı çok ünlü ve inanılmaz lezzetli.
Ohrid’in incisi de oldukça ünlü. Ohrid Gölü’nden çıkarılan sedefin üzerine bu göle özgü Plasiça balığının pulundan yapılan emisyonla cila atılıyor ve ortaya inanılmaz parlaklıkta Ohrid incisi ortaya çıkıyor.
Ohrid gündüz olduğu kadar geceleri de hareketli bir kent. Ohrid’in ana caddesinde akşamları gözsteri yapan çok animatör gösteri yaparak kafelerde oturanların ya da sokakta akşam gezmesine çıkanların keyifli vakit geçirmesini sağlıyor. Rehberim gece beni bir yere götürmek istediğini söylüyor utana sıkıla. Bizde batakhane olarak adlandırılacak bir yere giriyoruz. Bir piyanist, bir şarkıcı dışında 2-3 tane bir masada oturan dansöz kıyafetli kadın yer alıyor. Rehber ve şoförle içeri girip bir masaya oturuyoruz. Adet olduğu üzere şarkıcı hoş geldiniz, şeref verdiniz olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler söylüyor. Yer gösteriyorlar. En ön masa bizim! Ne de olsa bizden başka kimse yok… Şeref misafiri sayılırız… Kadınlar hemen masamıza geliyor. Rehberim hemen -ülkemizde de adet olduğu üzere - ne içeceklerini soruyor. Şampanya cevabı geliyor ve hemen siparişlerini veriyorlar başımızda bekleyen garsonlara (Dünyanın en ünlü diskolarından biri olan İbiza’daki Pasha Disco’da da şahit olduğum üzere sanırım en lüksünden en varoşuna değin dünyanın bir çok gece kulübünde bu tip kızlar çalışıyor). Gazetelerden okuduğum Aksaray’daki turistlerin yaşadıkları aklıma geliyor. Bir biraya çıkarılan milyarlarca liralık hesaplar…Rehbere ne yaptın diyorum, gelecek binlerce, binlerce olmasa da en iyi ihtimalle hatırı sayılır miktarda yüzlerce Euro’luk hesaptan çekinerek. Gülüyor, korkma diyor. Arka arkaya şampanyalar ısmarlıyor rehberim kızlara, şarkıcıya, piyaniste… Her seferinde gülerek “korkma, bu gece benden” diyor. Mikrofon kızların elinde sürekli el değişiyor. Sanki mekanı kapatmış gibi sabah 5’e kadar eğleniyoruz. Amacım şehrin sokaklarını öğrenmek, gecenin karanlığında yaşananları görmek, şehrin arka yüzünü tanımak… Rehberim görevini en iyi şekilde yaparak bunu en güzel şekilde gösteriyor. Geceyi sonlandırırken sadece 100 Euro hesap geliyor. Şaşırıyorum. En pahalı içki şampanya, onun da kadehi 5 Euro’ymuş.
Ertesi gün Ohrid’nin ünlü alabalığının tadına bakmak istiyorum. Sahilde son derece lüks bir restorana oturuyoruz. Önce balık çorbası söylüyoruz. Ortaya porselen bir tencerede 10 kişiyi doyuracak şekilde balık çorbamız geliyor. Ardından balıklarımız, ızgara etlerimiz, salatalarımız ve içeceklerimiz geliyor. Gelen hesap ise kişi başı sadece 6 Euro. Şaşırmamak elde değil… Kalktıktan sonra pansiyon fiyatlarını öğrenmek için buradaki en şık pansiyonlardan birine giriyorum. Yamaçta yer alan pansiyonun odalarının her birinin kendisine ait terası bulunuyor. Manzarası ise inanılmaz. Eşsiz bir orman görüntüsü… Göl ise ayaklarınızın hemen altında adeta. Neredeyse 5 yıldızlı otel gibi olan bu pansiyon sabah kahvaltısı dahil gecelik kişi başı 10 Euro fiyat veriyor. Buradaki fiyatlara inanmak mümkün değil…
ALACALI CAMİİ (KALKANDELEN)
İstanbul için yola çıkma zamanı geldi. Üsküp Havaalanı’na giderken yolumuz üzerindeki Tetova’ya uğruyoruz. Ülkemizde Kalkandelen olarak bilinen Tetova’daki ünlü Alacalı Camii’yi görmek istiyorum.
Paşa Camii adıyla da bilinen Alaca Camii, Tetova'nın eski kısmında Köpüklü Nehri’nin yanında bulunuyor. 1495 yılında Hurşide ve Mensure hanım adlarında 2 kızkardeş tarafında yaptırılan camii, 1833 yılında zamanın meşhur muhafızlarından Recep Paşa'nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından yeniden inşa edilerek genişletilmiş. 19. yüzyılın ilk yarısında Kalkandelen'de görev yapan bu paşaların sanata olan düşkünlüğü, caminin giriş kapısı üzerindeki kitabede ve camii avlusunda bulunan türbedeki mezar taşında dile getirilmiş. 8 köşeli bu türbede, camiyi ilk inşaa ettiren iki kız kardeş yatıyor. Caminin hemen yanında abdest almak ve civardakilerin su ihtiyacını karşılamak için kullanılan bir şadırvan bulunuyor.
Mimari açıdan tek mekanlı kare planlı 10x10 m bir yapı olan Alaca Camii’nin giriş bölümünde 5 metre genişliğinde 3 tarafı açık, üstü mahfil bölümüyle kapalı son cemaat yeri bulunuyor. Camii, dört taraflı çatıyla örtülü olup, daha çok klasik ev mimarisinde kullanılan bu çatı tipi, eski kiremitlerle kaplı. Caminin sağ tarafında, 15. yy. da inşa edilen camiye ait, oyulmuş taştan klasik bir minare bulunuyor. Bugünkü yapı ise, tüm özellikleriyle beraber Osmanlı barok ve neo klasik stilinin bir karışımı. Bu üslup daha çok eski şehir ev mimarisinde görülmektedir.
Caminin iç bölümünde ve duvarların dış kısmında Osmanlı-Türk barok sanatına ait müthiş bir resim dekorasyonu hakim. Bu canlı ve yoğun dekorasyonda geometrik ve bitkisel motiflerin yanı sıra bina tasvirleri ve natürmortlar da hakim. Resimlerle donanmış duvarlar camiye göz kamaştırıcı bir güzellik kazandırıyor. Mermerden oluşan mihrap ve minber de barok üslubuyla yapılmışlar.
Cami içindeki süslemelerdeki canlı renkleri elde etmek için 40 bin yumurta sarısı ve hayvan kanı kullanılmış. Bu caminin bir benzeri Bosna Hersek’in Foça kentinde yer alıyormuş. Ancak bu cami Bosna-Hersek savaşında Sırplar tarafından yıkılınaca Alacalı Camii tek örnek olarak kalmış..
Uçaktan inince rehber ve şoförle buluşup otele gidiip yerleşiyorum ardından hiç zaman kaybetmeden kendimi hemen buram buram Osmanlı kokan Üsküp’ü tanımak için sokaklarına bırakıyorum. Üsküp'ün sokaklarında ezanla kilise çanları, Türkçe’yle Makedonca, Arnavutça birbirine karışıyor. Çünkü Üsküp aslında doğuyla batıyı bağlayan bir İstanbul, bir Kudüs gibi sentez bir şehir.
Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti Üsküp daha ilk fethedildiği tarihlerden itibaren Osmanlı Türk soyundan gelen aristokratların yaşadığı önemli şehirlerden biriymiş. Dört tarafı dağlarla sarılı Balkanlar’ın göbeğinde kurulmuş olan Üsküp, fethedildiği 1392 yılından 1912 yılına kadar Osmanlı’nın hakimiyetinde önemli bir şehir olmuş. İlk fethedildiği an itibariyle Türk kültürünün maddi ve manevi unsurları Üsküp şehrine geçmeye başlamış. Türk mimarisine özgü evler inşa edilmiş, Türk mimarisinin vazgeçilmezlerinden olan mahalle yaşama şekli, çarşı, çarşı içinde zanaatkârların zanaat gördükleri, işlerini icra ettikleri dükkânlar kurulmuş. Zanaatçılarla çarşı esnafının ibadetlerini aksatmamak için camiiler, tekkeler, mescitler inşa edilmiş. Üsküp Çarşısı’na yerli ve yabancı tüccarlar ilgi gösterip Üsküp’e geldikleri için onların konaklamaları için kervansaray hanları inşa edilmiş. 1555 ve 1963 yıllarında gerçekleşen, Üsküp tarihinde önemli yer alan iki ayrı deprem, 1689 ve 1908 yılındaki büyük yangınlar, 18. ve 19. yüzyıllardaki büyük sellerden dolayı birçok eser yerle bir olmuş. Buna rağmen birçok eser ayakta kalmayı başarabilmiş. Ancak yeni şehir planlamalarıyla birçok Osmanlı eseri de bu yüzden günümüze kadar ayakta kalmayı başaramamıştır.
Üsküp’e 1660 ve 1668 yıllarında 2 kez gelen Evliya Çelebi’ye göre o zamanlar burada 10 bin 60 ev vardı ve bu evlerden 70 mahalle oluşmuştu. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 1 kale, 45'i cuma cami olmak üzere 120 mescid, 2 medrese, 9 dârü'l-kurrâ (hafızların kuran ezberleme yeri), 70 mektep, 20 tekke, 110 çeşme, 7 kervansaray, 1 çarşı, 1 bedesten, 1 köprü, hanlar ve hamamların bulunduğundan bahsetmekte.
Üsküp, Vardar Nehri'yle ikiye ayrılıyor. Taş köprü olarak bilinen Vardar Köprüsü, Osmanlı Kalesi, büyük caddelere bitişik park ve bahçeleriyle, hanları, camileri ve sosyal hayatın tarihi kurumlarıyla eski Bursa'yı, Edirne'yi andırıyor. Vardar nehri Üsküp’ü sadece coğrafi olarak 2’ye ayırmakla kalmıyor; aynı zamanda etnik ve dini olarak da ayırıyor. Müslüman nüfus yani Türkler ve Arnavutlar nehrin sol tarafındaki eski Üsküp’te; Makedonlar ise daha modern bir görünüm sergileyen nehrin öbür tarafında yaşıyor.
Üsküp’teki ilk durağım Türk Çarşısı da denilen Üsküp Çarşısı oluyor. Osmanlı’nın en derin izleri Üsküp Çarşısı ve çevresinde görülüyor. Üsküp Çarşısı, ki daha çok “Üsküp Türk Çarşısı” olarak bilinir, Üsküp’teki Osmanlı mimarisinin en ilginç ve en önemlilerinden birini temsil ediyor. Bu çarşı Oryantalistik-Balkan Çarşısı tipindedir. Bugün Makedonya’da en iyi korunan çarşılardan biri sayılır. Çarşı daha doğrusu eski okunuşuyla “ÇARŞU” demek dört taraflı meydan ya da kavşak demek. Üsküp Çarşısı, Üsküp Kalesi ile Vardar ve Serava ırmakları arasında bulunuyor. Daha doğrusu Taş Köprüsü ile Bit Pazarı güzergâhında yer alıyor. Çarşı içeriğinde Osmanlı mimari geleneğinin örnekleri Mustafa Paşa Camii, Bedesten, Sulu Han, Kapan Han, Kurşunlu Han, Çifte Hamam başta olmak üzere bir çok tarihi eser bulunuyor. Çarşı öncelikle 15. yüzyılda Bedesten’in gelişmeye başlaması ve büyümesiyle ortaya çıkmış. 16. yüzyılda çarşı mimari ve ticari açıdan en büyük gelişmeyi yaşamış. Çarşı 1689 yangınında büyük zarar görmüş. 26 Temmuz 1963 depreminde ise birçok dükkan yerle bir olmuş. Yeni ihtiyaçların doğurduğu nedenlerden dolayı yeni dükkanlar dar ve küçükmüşler. Davut Paşa Hamamı’nın bir bölümü 1961 yılında yıkılmasıyla etrafındaki dükkanlar da yıkılmış. Çarşı iş kollarına göre Abacı, Alaca, At Pazarı, Demirciler, İpekçiler, Kazancılar, Kaftancılar, Kapan, Kasaplar, Kürkçüler, Lonca, Lüleciler, Mutafçılar, Pabuçcular, Saraçlar, Sarraflari Tahtakale, Tellalcılar, Terziler, Tüfekçiler, Halaçcılar, Çubukçular ve Şekerciler Çarşısı olarak bölümlere ayrılıyor. Bugün çarşıda yaklaşık 200’ü kuyumcu olmak üzere 1000 adet dükkan bulunuyor. En işlek caddesi ise kuyumcuların yer aldığı Belgrad Caddesi.
Çarşıdan sonra şehri panaromik olarak en iyi görebileceğimiz yerlerden biri olan Üsküp Kalesi’ne çıkıyorum.
Üsküp Kalesi, Üsküp’ün simgesi olan Taş Köprü gibi şehrin en önemli mimarilerinden biri. Vardar nehrinin sol tarafında yer alıyor. Kale’nin daha 10. yüzyılda var olduğu tahmin ediliyor. 1392 yılında Üsküp’ün fethedilmesiyle Osmanlılar kaleyi inanılmaz şekilde genişletmişler, Üsküp Kalesi’nin içinde adeta şehir içinde şehir kurmuşlar. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, Üsküp kalesi usta eller tarafından yontulmuş taşlardan yapılmıştı ve kalenin 70 kulesi vardı. Kale kumandanı 300 askerle bu kaleyi koruyordu.
Üsküp kalesi şehrin en yüksek noktasında kurulu. Kalenin bugünkü şekli Bizans dönemine kadar gidiyor. Yüzyılda yapılmış. 121 metre uzunluğunda kale duvarlarının yapımında kullanılan duvar taşları, yakındaki harap edilmiş şehir Skupi’den getirilmiş. Osmanlı zamanında tahkim edilmiş ama 1963 depremi ile hasar görmüş. Üsküp’ün panaromik olarak en iyi görülebilecek noktalarından biri aynı zamanda... Kalede bugün arkeolojik çalışmalar yapılıyor.
Kazı çalışmaları sonucunda kalede yaşanan farklı dönemlere, kültür ve medeniyetlere ait izler ve örnekler tarihin derinliklerinden gün ışığına çıkarılmış. Uzmanların değerlendirmelerine göre, kalede en eski yaşam belirtileri tarih önecesi döneme ait. Ortaçağ, Osmanlı dönemi, bakır dönemi kalıntıları, demir döneminden, genç antik çağ ve eski Bizans döneminin bu topraklarda yaşadığına ir kesin bilgilerin somut örnekleriyle yer aldığı ortaya çıkartılmış. Bugüne kadar sadece % 8’lik küçük bir bölümü araştırılabilinen kalede kazı çalışmaları halen devam etmekte.
Kaleden ayrılıp Üsküp Çarşısı’nda bulunan Kurşunlu Han’a gidiyorum. Üsküp’ün en güzel mimari yapılarından biri olan Kurşunlu Han 16. yüzyılın ortalarında Muslihuddin Abdul Gani tarafından yaptırılmış. Ne zaman inşa edildiği konusunda kaynaklarda kesin bir ize rastlamak mümkün değil. Ancak Kurşunlu Han kaynaklarda 1549-1550 yılında resmilik kazandığı için bu tarihten biraz önce inşasının bittiği tahmin ediliyor. İlk zamanlarda Han, Müezzin Hoca Hanı olarak tanınıyormuş. Kurşunlu adını 19. yüzyılda kurşundan yapılmış olan damından aldığı düşünülüyor. 2 katlı olan Kurşunlu Han’ın alt katında 25, üst katında 30 konaklama odası bulunuyor. Ayrıca hanın hemen yanında burada konaklayan tüccarların kervanlarındaki atlar ve develer için de 100 hayvanlık yeri de bulunuyormuş. Tüccarların malları alt kattaki odalarda korunurken tüccarlar da üst katlardaki odalarda Osmanlı kervansaraylarında olduğu gibi 3 gün ücretsiz olarak konaklıyorlarmış. Bir zamanlar hanın bahçesinde şadırvan-fıskiye de varmış. Kurşunlu Han daha düne kadar hizmete kapalıyken bugün açık hava müzesi gibi antik Roma dönemine ait tarihi eserler sergileniyor. Günümüzde tüm konser, parti ve tiyatro oyunları burada yapılıyor. Geçen yıllarda Kurşunlu Han, Pyetar Bogdani Arnavut Kültür Mirası Enstitüsü olmuş. Ne yazık ki kaynaklarda bu şahsın ismine 1686 yılında Balkanlar’a dönüp Kosova’da Osmanlı devletine karşı mücadeleyi hazırlamak için Avusturya ordusuna 6000 asker toplayan şahıs olarak rastlıyoruz.
Üsküp hamamlarıyla da bilinen bir şehir. Ancak günümüzde Üsküp’te faal halde olan hiç hamam kalmamış. En son hamam 1916 yılında kapanmış. Günümüzde 2 hamam ayakta kalmış: Davut Paşa Hamamı ve Çifte Hamam. Çifte Hamam günümüzde sanat müzesi olarak hizmet veriyor. Tuz Pazarı Hamamı, Kara Kapıcı Hamamı, Şengül Hamamı, Kız Hamamı, Eski-Yeni Hamamı, Eski Hamamı, İshak Bey’in Çifte Hamamı, Ayşe Hatun Hamamı, Davut Paşa’nın Küçük Hamamı, Yahya Paşa Hamamı, Vardar Hamamı, Postahane Hamamı ve Hürriyet Hamamları'nı sayabiliriz. Günümüzde Davutpaşa Hamamı ve Çifte Hamam ise günümüzde ayakta kalmış olan Hamamlar. Değişik bir mimarisi olan Çifte Hamam’ı görmek için buraya gidiyorum.
1056 metrekare olan hamama kadınlar ve erkekler bölümünün simetrik şekilde olmasından dolayı Çifte hamam adı verilmiş. 15. yüzyılın ortalarında Voyvoda ve Üsküp’ün kumandanı İsa Bey tarafından yaptırılmış. Hamamda erkekler için berber, kadınlar için de bakım salonu da yer alıyormuş. 1916 yılına kadar faal olan hamam 1963 yılındaki deprem sonrasında restore edilmiş ve günümüzde Sanat Galerisi olarak Üsküplüler’e hizmet veriyor.
Üsküp’ü Üsküp yapan Osmanlı eserlerinden biri Vardar Nehri üzerinde Üsküp’ün 2 farklı yakasını birbirine bağlayan Taş Köprü’dür. Kentin simgesi Taş Köprü 15. yüzyılda inşa edilmiş. Sultan I. Murad döneminde yapılan 13 gözlü, eşsiz bir mimari yapı olan köprü, 1963 yılında meydana gelen büyük depremle % 80’i tamamen yıkılan Üsküp’te ayakta kalan ender yapılardan biri. Köprü 214 metre uzunluğunda 5.5 metre genişliğinde.Taş Köprü üzerinde 4 tarihi detay dikkat çekiyor. Birincisi mihrabın dikildiği yer, ikincisi köprüden geçenlerin dinlenmesini sağlayan teras, üçüncüsü köprü kenarlarındaki rozet ve dairesel süslemeler, son olarak köprünün ayakta durmasını sağlayan ayakların ortancısında keşfedilen hol boşlukları. Eskiden bu hollerde bekçi askerler köprüyü koruyorlarmış diye bir inanış varmış. Evliya Çelebi’nin aktardığına göre köprü Hicri 987 Miladi 1579 yılında inşa edilmiştir. Bugün köprünün üzerinde mihrap yok. Yıllar önce açıklanmayan nedenlerden dolayı kaldırılmış.
Taş Köprü’den geçip Makedonya Meydanı’nı takip ettiğimde 1910 yılında Üsküp’te doğan Rahibe Teresa’nın heykeli karşılıyor beni. Asıl Adı Gonca Boyacı olan ve Hayırsever Misyonerler Cemaati'nin kurucusu olan Rahibe Teresa Arnavut bir Katolik'tir. Rahibe Teresa’nın 15 yaşına kadar eğitim aldığı kilise bugün Rahibe Teresa Müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Asıl adı Gonca Boyacı olan Rahibe Terasa, 18 yaşında evden ayrılarak İrlanda’ya, 19 yaşında da İrlanda’dan ayrılarak Kalküta’ya gitmiş. Hayırsever faaliyetlerinden ötürü 1979 yılında Nobel Barış Ödülü’nü almıştır.
Üsküp’ün en dikkat çekicisi simgesi, 2002 yılında yapılan ve 40 kilometre uzaktan bile görülebilen Milenyum Haçı. Vodna Tepesi’ne oturtulan 70 metre yüksekliğinde, çelikten yapılan bu dev haçın kenti felaketlere karşı koruduğuna inanılıyor. Haç, geceleri tam 606 adet ampulle aydınlatılıyor.
Bu kadar gezip dolaştıktan sonra karnı acıkanlar için en iyi seçeneklerden biri Üsküp Çarşısı’nın meydanında yer alan restoranlar. Ben ünü yurtdışına taşan ve yerli yabancı bir çok ünlü konuğu ağırlayan Turist Restaurant’ı seçiyorum.
Üsküp’ün yenmesi gereken ana menüsünde önce kebabı gelir. Gerçi kebap denildiğine bakmayın. Bu, Üsküplüler’in kebap dedikleri bizde İnegöl köfte olarak bilinen orijinal Boşnak köftesi. Zaten ülkemize de Balkanlar'dan gelmiş İnegöl köfte. Bu sadece Üsküp’e değil bütün Makedonya’ya özgü bir köfte şekli. Bir parmağın yarısı büyüklük ve şekline getirilen soğanlı köfteler zeytin yağından geçtikten sonra yoğurularak ızgaraya atılıyor ve iyice kızardıktan sonra afiyetle yeniyor. Bu kebabı Üsküp’te en iddialı olarak Türk Çarşısı’nda yer alan Destan Kebapçısı ve Turist Restaurant’ı yapıyor. Üsküp çarşı meydanında yer alan Turist Restaurant’ına gidiyorum. Buranın denenmesi gereken spesiyali üzerinde ızgara köfteyle servis edilen güveçte kurufasulye… Bu lezzeti denemek için burayı tercih edenler arasında ünlü aktör Ömer Şerif’ten Türk siyasetçilerine kadar bir çok ünlü isim bulunuyor.
Çarşıdan sakın olaki bugün Ohrid adını alan Abdi Ağa tatlıcısından yumurta ve sütle yapılan Makedonya’nın ünlü tatlısı kaymakçina yemeden, boza ve limonatanın karışımı olan şipritzel içmeden ayrılmayın… Poğaça-Börek de değişik bir tad. Börek poğaça arasına konarak yeniliyor ve burada oldukça sevilerek tüketiliyor.
Üsküp’ü gezip gördükten sonra Makedonya’nın ünlü tatil beldesi Ohrid’e doğru yola çıkıyorum. Ohrid Üsküp’ten 170 km uzaklıkta. Arabayla yaklaşık 3 saatlik keyifli bir yolculuktan sonra ulaştığım Ohrid, Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında kurulu bir şehir. Makedonya’nın turizm, kültür ve dini merkezi sayılan Ohrid, Safranbolu, Ölüdeniz ve Göcek’in bir karışımı adeta. Tepenin yamacındaki evler Safranbolu’nun, sahildeki sokak ve caddeleri Ölüdeniz’in, sahili ise Göcek’in bir kopyası adeta. Osmanlı’nın son zamanlarını anlatan Elveda Rumeli dizisi burada çevrilmiş. Zaten burayı bu kadar merak etmemi sağlayan da sevgili oyuncu arkadaşım Gülçin Şantırcıoğlu… Ve anlattıklarının eksiği olup fazlası olmadığın görünce anlıyorum.
UNESCO tarafından dünya mirası listesine dahil edilen Ohrid’ye tepeden bakarken hani size “güzel bir resim çizin” dense belki bu kadar güzelliği bir araya getiremezsiniz. Dağların ve gölün izdivacıyla insanın karşısında belki de sadece fotoğraflarda gördüğü ve bazılarının var olduğundan dahi habersiz manzaralar ortaya çıkıyor.
Kent en iyi şekilde 10. ve 11. yüzyılda çarlık yapan Samuil'in kalesinden görülüyor. Bugün Samuil'in Makedon olarak mı, yoksa Bulgar olarak mı adlandırılması gerektiği tartışa durulsun, bu mekanın kendisinin en büyük savunması olduğu muhakkaktır. Eski şehir, iyi muhafaza edilmiş ve 16 metre yüksek olan surlarıyla şehri yüksekten seyretme fırsatı veriyor. Karşılaşılan manzara 9 dağı aşarak Ohrid'ye gelinmesine gerçekten 'değer' dedirtiyor insana. Mareşal Tito da bir çok dünya liderini Ohrid Gölü’nün kenarındaki yazlık konutunda misafir edermiş.
Ohrid kalesinden sahile doğru inerken eski Roma’da gladyatör karşılaşmalarının yapıldığı 3 kafesli Ohrid Antik Tiyatrosu karşınıza çıkıyor. Günümüzde konser ve tiyatro eserlerinin sergilendiği antik tiyatro eskiden 5.000 kapasiteliymiş ancak günümüzdeki kapasitesi sadece 2.000’e inmiş. Göle doğru inmeye devam ettiğinizde karşınıza eskiden camii olarak kullanılan Aziz Clement Kilisesi çıkıyor. Kilise aynı zamanda Plaoşnik ya da Aziz Pantelemon adlarıyla da biliniyor. Osmanlı zamanında kiliseyi camiye döndüren Sinan Paşa’nın türbesi de kilise bahçesinde yer alıyor. Kiliseyi yaptıran Aziz Clement’in mezarı da aynı şekilde kilise bahçesinde yer almakta. Aziz Clement hem hekimlik hem de din hocalığı yapmış bir isim. Aziz Clement aynı zamanda Slav uluslarının Kiril alfabesini bugünkü şeklini vermiş bir isim.
Ohrid’deki bir başka önemli kilise ise Aya Sofia… Ohri’yi 1385 yılında ele geçiren Osmanlı imparatorluğu Aya Sofia’yı da freskleri kireçle kapatıp 1912 yılına kadar cami olarak kullanmış. Sırp rejimi Osmanlı İmparatorluğu’nun çekilmesiyle minareyi yıkmış. Cami olarak kullanıldığı zaman yapılan minber ise 1997 yılında kaldırılmış. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Ortdoks Hristiyanlar’ın rüşvetle burada ibadet ettiklerinden bahsetmekte. Kilise camları ise halen Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyor.
Ohrid nüfusunun 55 binlik nüfusunun çoğunluğunu Makedonlar oluşturuyor. Makedonlar'ın dışında Ohrid'de Türkler, Arnavutlar, Romanlar, Sırplar ve Ulahlar yaşıyor. Ohrid'de Osmanlı döneminden kalma 10 cami, 1 de tekke bulunuyor. Kiliselerin sayısı ise yaklaşık olarak 40. Göl manzarası, bölgeye özgü evleri ve tarihi mimari eserleriyle ünlü bir turistik nokta.
Ohrid halkı son derece misfirperver. Dolaşırken bir Ohrid’li kadın bizi kahve içmek için evine davet ediyor. Davetini büyük bir memnuniyetle kabul edip içeri giriyoruz.
Kahvenin yanında Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde bahsettiği Ohrid’in ünlü kiraz ve eriğinden de ikram ediyor. Gerçekten ünlerini hak ediyorlar...
Dolaşırken Osmanlı’nın Balkanlar’daki son zamanlarını anlatan Elveda Rumeli dizisinin çekildiği sokaktan geçiyoruz. Bizlere o zamanları yaşatacak kadar buram buram tarih kokan bir sokak.
Şehrin merkezinde çok yaşlı bir meşe ağacı var. Beton kaplamalarla birleşmiş enteresan bir görüntü arzeden bu ağacın tam yaşını belki kimse bilemez; ama birçok tarihi olaylara şahitlik yaptığı bellidir. Tahminen 1100 yaşında olduğu belirtilen bu yaşlı meşe ağacının gövdesinde zamanında bir bakkal, bir de berber dükkanı yer alıyormuş. Günümüzde ağaç yıkılmaması için metal desteklerle korunuyor.
Ohrid gölü deniz seviyesinden 695 metre yükseklikte yer alıyor. 358 kilometrekare yüzölçümü ve 289 metre derinliği ile Balkanlar'ın en derin gölü. Göl suyu 20 metreye kadar berraklığını korumakta. Gölün alabalığı çok ünlü ve inanılmaz lezzetli.
Ohrid’in incisi de oldukça ünlü. Ohrid Gölü’nden çıkarılan sedefin üzerine bu göle özgü Plasiça balığının pulundan yapılan emisyonla cila atılıyor ve ortaya inanılmaz parlaklıkta Ohrid incisi ortaya çıkıyor.
Ohrid gündüz olduğu kadar geceleri de hareketli bir kent. Ohrid’in ana caddesinde akşamları gözsteri yapan çok animatör gösteri yaparak kafelerde oturanların ya da sokakta akşam gezmesine çıkanların keyifli vakit geçirmesini sağlıyor. Rehberim gece beni bir yere götürmek istediğini söylüyor utana sıkıla. Bizde batakhane olarak adlandırılacak bir yere giriyoruz. Bir piyanist, bir şarkıcı dışında 2-3 tane bir masada oturan dansöz kıyafetli kadın yer alıyor. Rehber ve şoförle içeri girip bir masaya oturuyoruz. Adet olduğu üzere şarkıcı hoş geldiniz, şeref verdiniz olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler söylüyor. Yer gösteriyorlar. En ön masa bizim! Ne de olsa bizden başka kimse yok… Şeref misafiri sayılırız… Kadınlar hemen masamıza geliyor. Rehberim hemen -ülkemizde de adet olduğu üzere - ne içeceklerini soruyor. Şampanya cevabı geliyor ve hemen siparişlerini veriyorlar başımızda bekleyen garsonlara (Dünyanın en ünlü diskolarından biri olan İbiza’daki Pasha Disco’da da şahit olduğum üzere sanırım en lüksünden en varoşuna değin dünyanın bir çok gece kulübünde bu tip kızlar çalışıyor). Gazetelerden okuduğum Aksaray’daki turistlerin yaşadıkları aklıma geliyor. Bir biraya çıkarılan milyarlarca liralık hesaplar…Rehbere ne yaptın diyorum, gelecek binlerce, binlerce olmasa da en iyi ihtimalle hatırı sayılır miktarda yüzlerce Euro’luk hesaptan çekinerek. Gülüyor, korkma diyor. Arka arkaya şampanyalar ısmarlıyor rehberim kızlara, şarkıcıya, piyaniste… Her seferinde gülerek “korkma, bu gece benden” diyor. Mikrofon kızların elinde sürekli el değişiyor. Sanki mekanı kapatmış gibi sabah 5’e kadar eğleniyoruz. Amacım şehrin sokaklarını öğrenmek, gecenin karanlığında yaşananları görmek, şehrin arka yüzünü tanımak… Rehberim görevini en iyi şekilde yaparak bunu en güzel şekilde gösteriyor. Geceyi sonlandırırken sadece 100 Euro hesap geliyor. Şaşırıyorum. En pahalı içki şampanya, onun da kadehi 5 Euro’ymuş.
Ertesi gün Ohrid’nin ünlü alabalığının tadına bakmak istiyorum. Sahilde son derece lüks bir restorana oturuyoruz. Önce balık çorbası söylüyoruz. Ortaya porselen bir tencerede 10 kişiyi doyuracak şekilde balık çorbamız geliyor. Ardından balıklarımız, ızgara etlerimiz, salatalarımız ve içeceklerimiz geliyor. Gelen hesap ise kişi başı sadece 6 Euro. Şaşırmamak elde değil… Kalktıktan sonra pansiyon fiyatlarını öğrenmek için buradaki en şık pansiyonlardan birine giriyorum. Yamaçta yer alan pansiyonun odalarının her birinin kendisine ait terası bulunuyor. Manzarası ise inanılmaz. Eşsiz bir orman görüntüsü… Göl ise ayaklarınızın hemen altında adeta. Neredeyse 5 yıldızlı otel gibi olan bu pansiyon sabah kahvaltısı dahil gecelik kişi başı 10 Euro fiyat veriyor. Buradaki fiyatlara inanmak mümkün değil…
ALACALI CAMİİ (KALKANDELEN)
İstanbul için yola çıkma zamanı geldi. Üsküp Havaalanı’na giderken yolumuz üzerindeki Tetova’ya uğruyoruz. Ülkemizde Kalkandelen olarak bilinen Tetova’daki ünlü Alacalı Camii’yi görmek istiyorum.
Paşa Camii adıyla da bilinen Alaca Camii, Tetova'nın eski kısmında Köpüklü Nehri’nin yanında bulunuyor. 1495 yılında Hurşide ve Mensure hanım adlarında 2 kızkardeş tarafında yaptırılan camii, 1833 yılında zamanın meşhur muhafızlarından Recep Paşa'nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından yeniden inşa edilerek genişletilmiş. 19. yüzyılın ilk yarısında Kalkandelen'de görev yapan bu paşaların sanata olan düşkünlüğü, caminin giriş kapısı üzerindeki kitabede ve camii avlusunda bulunan türbedeki mezar taşında dile getirilmiş. 8 köşeli bu türbede, camiyi ilk inşaa ettiren iki kız kardeş yatıyor. Caminin hemen yanında abdest almak ve civardakilerin su ihtiyacını karşılamak için kullanılan bir şadırvan bulunuyor.
Mimari açıdan tek mekanlı kare planlı 10x10 m bir yapı olan Alaca Camii’nin giriş bölümünde 5 metre genişliğinde 3 tarafı açık, üstü mahfil bölümüyle kapalı son cemaat yeri bulunuyor. Camii, dört taraflı çatıyla örtülü olup, daha çok klasik ev mimarisinde kullanılan bu çatı tipi, eski kiremitlerle kaplı. Caminin sağ tarafında, 15. yy. da inşa edilen camiye ait, oyulmuş taştan klasik bir minare bulunuyor. Bugünkü yapı ise, tüm özellikleriyle beraber Osmanlı barok ve neo klasik stilinin bir karışımı. Bu üslup daha çok eski şehir ev mimarisinde görülmektedir.
Caminin iç bölümünde ve duvarların dış kısmında Osmanlı-Türk barok sanatına ait müthiş bir resim dekorasyonu hakim. Bu canlı ve yoğun dekorasyonda geometrik ve bitkisel motiflerin yanı sıra bina tasvirleri ve natürmortlar da hakim. Resimlerle donanmış duvarlar camiye göz kamaştırıcı bir güzellik kazandırıyor. Mermerden oluşan mihrap ve minber de barok üslubuyla yapılmışlar.
Cami içindeki süslemelerdeki canlı renkleri elde etmek için 40 bin yumurta sarısı ve hayvan kanı kullanılmış. Bu caminin bir benzeri Bosna Hersek’in Foça kentinde yer alıyormuş. Ancak bu cami Bosna-Hersek savaşında Sırplar tarafından yıkılınaca Alacalı Camii tek örnek olarak kalmış..