Ynt: Tek Başıma Arabayla 76 Günde 3 Kıta 14 Ülke Overland 24500 Km
Makedonya Üzeri Yunanistan
Tiran’dan sonra Makedonya’ya giriş yaptım. Buradaki otoyol düzeni garipti. Beş-on kilometrede bir gişeler var ve neredeyse yakılan benzin kadar para otoyol ücreti olarak ödeniyor. Balkan ülkeleri turu yapanların, daha fazla odaklanıp anlattığı ve fotoğrafladığı Makedonya’da ilgi çekici pek bir şey göremedim. Başkent Üsküp’de Osmanlı döneminden kalan birkaç cami, hamam var ama pek etkileyici değiller.
Makedonya’da geçen geceden sonra Yunanistan’a kuzeybatısından giriş yaptım. Gümrük memuru gayet nazikti, belgeleri pencereden uzattım, arabadan bile inmedim. İtalyan Schengen’imi görüp “Transit Türkiye’ye mi?” diye sordu sanki öyle yapmamı istermiş gibi. “Yok, ülkenize gelmişken Atina’ya kadar sarkacağım, üç-beş gün geçirme niyetim var.” dedim, geçtim gittim.
Komşu
1986’nın yazında ilk kez ailemle çadırlı piknik tüplü yurtdışı yolculuğuma çıktığımda Yunanistan’dan da geçecektik. Ailemin diğer bireyleri yeşil pasaportluydu ben ise 18 yaşımı geçtiğim için lacivert pasaportluydum, Yunan Vizesi almam gerekiyordu. Pasaportun geçerlilik süresi yetmediğinden alamamıştım, dolayısıyla burayı görmediğim için ufak bir ukde kalmıştı içimde. Kestirme yol varken Ortadoğu, Kuzey Afrika üzerinden dolaşıp 23.000 km civarı yol katettikten sonra gelmek nasipmiş.
Kuzeybatı Yunanistan dağlık, güney ve doğusundaki kurak, güneşli iklimin aksine burada yağışlı ve serin tipik Balkan havası hakim. Merkez Yunanistan’ın Teselya Bölgesi’ndeki Meteora’ya 400-1700 metre arası rakımda salınan inişli çıkışlı bol virajlı muhteşem bir dağ yoldan gidiliyor. Burası ülkenin en seyrek nüfusa sahip bölgelerinden. Yol boyunca bırakın kasabayı, köy bile nadiren görüyorsunuz.
Meteora
Adalar dışındaki Yunanistan’ı genel hatlarıyla gördüm diyebilirim. Kıta Yunanistanı’nda bence en ilgi çekici yer Meteora idi, hatta Yunanistan’da görebileceğiniz en ilginç ve biricik yer Meteora bence. Beyaz badanalı, rengarenk çatılı, çerçeveli evlerin yamaçları kapladığı kasabaları barındıran masal diyarı adalar da çok cezbedici hemfikirim, ama onlar biraz plastik ve turistik güzellik bunu kabul etmek lazım.
Meteora’a ise yiyip içip kumsalda pinekleyen zengin Avrupalı turistlerin mekanı değil tahmin edileceği üzere, meraklısının keşfedip mutlu olacağı bir yer. Hem tarihi bir derinliği mevcut, hem de görsel güzelliği. Benim gibi bulutlu, sisli bir gününe denk gelirseniz ıssızlık ve inziva duygusunu daha fazla hissedersiniz.
Ortodoks inziva manastırlarının ilk yapıldığı dönemlerde yukarıya ulaşan merdivenler yokmuş. Manastırlar inşa edilirken de içlerinde yaşanırken de ip merdivenler ve halatlı asansör düzenekleri kullanılmış. Rahipler kendilerini bu ilkel asansörlerle yukarı taşırlarmış. Ziyaret edilebilen aynı zamanda da ibadethane olarak çalışan birbirinden güzel altı manastır var, aslına sadık ama yeni yapılmış gibi restore edilmiş, yani pırıl pırıl durumdalar.
Meteora, ‘göklerde duran’ anlamına geliyormuş. Ben buna yakın bir manzaraya şahit oldum oraya ilk vardığım anlarda. Sis kümesi kanyonun tabanını kaplıyordu henüz ve bir manastırın üzerinde durduğu kaya bloğunu örtüyordu, yapı bulutun üzerindeymiş gibiydi. Manastırlar 15. yüzyılın sonlarıyla 16. yüzyılın başları arasında yapılmış ve günümüze dek defalarca restorasyon görmüş. Aslen daha önceki yüzyıllarda da bu bölge inziva yeri olarak kullanılsa da bir rivayete göre Osmanlı buraları ele geçirince rahipler kendilerini daha huzurlu ve güvenli hissetmek için kayaların tepesine bu yapıları inşa etmişler. Zaten ip merdiven kullanılmasının sebebi de o, yukarı çıkıp mekanizmayı topluyorlar, aşağıdaki yukarıya gelemiyor. Türklerin Balkanlar’ı fethi söz konusu şirin manastırların yapılmasına vesile olmuş güya. Bu hikaye bana komik geldi biraz. İstanbul fethedilmiş, dev surlar şahilerin fırlattığı yarım tonluk güllelerle yıkılmış. Bizimkilerin derdi inzivaya çekilmiş rahipleri Hakk’ın rahmetine kavuşturmak olsaydı, öyle kayalara tırmanmakla uğraşmaz, o toplardan birini getirip, talim atışı havasında yarım saate bütün manastırları leblebi tozuna çevirirlerdi…
Meteora’dan ayrıldıkta sonra Yunanistan’ın güneyine Mora Yarımadası’na doğru yolculuğumu sürdürdüm. Güzergah üzerindeki manzara çok güzeldi. Dağ geçitlerini derin vadileri aştım. Tepelerin eteklerine kurulmuş güzel köylerden geçtim. Trihonida Gölü’ne bakan yamaçlardan birindeki zeytinliğe kamufle olduğumu zannederek, ertesi sabah arazi sahibi tarafından tek kelime edilmeden etrafımda dolaşılarak teftiş edileceğimi bilmeden, çadırımı kurdum. O geceyi hala unutamam. Ilık bir Ege akşamı, hava açık, kekik kokusu, sessizlik, su katınca beyazlayan sakızlı şerbet, ikibuçuk aydır geçilen yollar, yaşanan maceralar, halen sağ salim devam edebilmenin mutluluğu, bunun asla tekrarlanamayacak olmasının hafif burukluğu. Hayat ne garip. Başıma aksilikler gelmeseydi eğer; işimle, ailemle meşgul yerel yaşayan ve o koşullarda hem mutlu hem de mutsuz bir adam olacaktım belki de. Para kazanacaktım, ama istediğim çoğu şeyi gerçekleştirmeye vakit bulamayacaktım. Bazen büyük musibetler de insana fırsat kapıları aralayabiliyormuş, bunu fark edip hayatı yeniden gözden geçirmek ve tanımlayabilmekmiş mesele. Yaşamım ve mutluluğum adına, elimde kalan imkanlarla vaktimi anlamlı ve özel kılmak adına bir şeyler başarmış hissediyordum kendimi. Mutlak mutluluk yok elbette. Yine hem mutlu hem de mutsuzdum, güzel anlar yaşamak için gayret göstermeyi sürdürecektim sadece. İyi şeyler aramak için yollara düşerseniz evinize eliniz boş dönmezsiniz. Hayal taciri değilim, yaşanmışlıktan hareketle konuşurum, güvenebilirsiniz.