VitaEsMorte
Zirve
- Mesajlar
- 2,896
- Tepkime Puanı
- 39
“Ne kadar güzeldir Beyrut? Tarifi yoktur. Beyrut ancak Beyrut kadar güzeldir. Beyrut kadar harabe, Beyrut kadar görkemli ve Beyrut kadar gizemlidir.
Beyrut’ta yapılan her şey yalnızca Beyrut’a özgüdür. Beyrutça’dır. Bir şehir düşünün ki, her aklına estiğinde İsrail uçaklarınca bombalansın, yıllardır kıran kırana geçen bir savaşta her binası, her yerleşim yeri silah ve top mermileriyle delik deşik olsun, ama yine de Beyrut kadar güzel kalsın. Güzelliği ancak yine kendisiyle betimlenebilsin.”
diye betimler Mehmet Tepebaşı “Yaşanmamış Sayılan Anılar” kitabında Beyrut’u… Burada yazılanın ne manaya geldiğini anlamak için de Beyrut’u görmek lazımdır, başka türlü insanın kafası almaz çünkü ekşinin nasıl aynı anda tatlı olabildiğini, kötünün iyi olduğunu, acının mutluluk olduğunu… Hani küçüklüğümüzden bu yana bize İstanbul’un kozmopolit yapısıyla adeta mozaik bir kent olduğunu, her milletten insanın beraber yaşadığını ezberletmişlerdir ya, işte mozaik nedir görmek isteyen Beyrut’a gitsin bence. Çünkü bir mozaiği oluşturan her bir parça birbiriyle yaklaşık olarak eşittir. O parçalardan bir kısmı büyük bir kısmı küçük olursa o mozaik olmaz. Beyrut’un çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli yapısı şehri oluşturan mahallelerde beklentilerinizin ötesinde farklılaşmayı da sağlıyor ve her köşe başında size yeni sürprizler hazırlıyor.
Yazının başlığını Ortadoğu’nun Beyrut’u olarak almamın nedeni, hemen hemen okuduğum çoğu yazıda mutlaka bir Ortadoğu’nun Paris’i veya Doğu’nun İsviçre’si benzetmesinin olmasıydı. Bir süre Fransız sömürgesi olan Beyrut’un Paris benzetmesini ise belki o tarzda restore edilmiş yapılar ve sokak kafeleri ile aldığını düşünebiliriz, İsviçre benzetmesi ise bankacılık sisteminden ötürü… Fakat bir şehri oluşturan tek unsuru o şehrin morfolojik yapısı olarak düşünmek de bana biraz sığ geliyor. Beyrut sadece Beyrut’tur, bu kentin sokaklarındaki gizli yaşanmışlıkların hiçbirinin benzetildiği kent(ler)de mevcut olduğunu sanmıyorum. Belki bu yüzden Arap dünyasının en duygulu, en hüzünlü, en âşık ve en eğlenceli şarkı ve şarkıcıları Beyrut’tan çıkıyor bence, her ne kadar onlar kendilerini Fenikeli olarak tanımlasa da…
Beyrut, kimi başka yerde doğup buraya göçmüş kimi de zaten kendi içinde doğmuş çok eski yerleşimlere ve çok eski dinlere ev sahipliği yapmış bir kent. Başkenti olduğu Lübnan, Verimli Hilal olarak bilinen toprakların bir kısmını içerisinde barındırdığından belki, adı da bunun etkisiyle labneden geliyor, çünkü gerçekten topraklarında yetişen meyve ve sebzeler harika.
Downtown sokakları...
1940lar’daki Arap-İsrail savaşı ile 70ler’den sonraki iç savaşın izlerini halen üzerinde taşıyor bu kent. Sadece fiziksel olarak değil ruhsal olarak da… Gitmeden önce bir arkadaşım bana “Beyrutlular yarın yokmuş gibi eğlenir” demişti, bunun ne olduğunu Gemmayzeh’e gitmeden bilmek olanaksız. Hafta içi hafta sonu fark etmiyor, insanlar en güzel kıyafetleriyle ortalıkta… Şehrin bir tarafında, artık Türkiye’de bile göremediğimiz Renault’nun Toros modelleri ortalıkta dolanırken, Downtown’da ise her türlü lüks araç…
Beyrut’ta yapılan her şey yalnızca Beyrut’a özgüdür. Beyrutça’dır. Bir şehir düşünün ki, her aklına estiğinde İsrail uçaklarınca bombalansın, yıllardır kıran kırana geçen bir savaşta her binası, her yerleşim yeri silah ve top mermileriyle delik deşik olsun, ama yine de Beyrut kadar güzel kalsın. Güzelliği ancak yine kendisiyle betimlenebilsin.”
diye betimler Mehmet Tepebaşı “Yaşanmamış Sayılan Anılar” kitabında Beyrut’u… Burada yazılanın ne manaya geldiğini anlamak için de Beyrut’u görmek lazımdır, başka türlü insanın kafası almaz çünkü ekşinin nasıl aynı anda tatlı olabildiğini, kötünün iyi olduğunu, acının mutluluk olduğunu… Hani küçüklüğümüzden bu yana bize İstanbul’un kozmopolit yapısıyla adeta mozaik bir kent olduğunu, her milletten insanın beraber yaşadığını ezberletmişlerdir ya, işte mozaik nedir görmek isteyen Beyrut’a gitsin bence. Çünkü bir mozaiği oluşturan her bir parça birbiriyle yaklaşık olarak eşittir. O parçalardan bir kısmı büyük bir kısmı küçük olursa o mozaik olmaz. Beyrut’un çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli yapısı şehri oluşturan mahallelerde beklentilerinizin ötesinde farklılaşmayı da sağlıyor ve her köşe başında size yeni sürprizler hazırlıyor.
Yazının başlığını Ortadoğu’nun Beyrut’u olarak almamın nedeni, hemen hemen okuduğum çoğu yazıda mutlaka bir Ortadoğu’nun Paris’i veya Doğu’nun İsviçre’si benzetmesinin olmasıydı. Bir süre Fransız sömürgesi olan Beyrut’un Paris benzetmesini ise belki o tarzda restore edilmiş yapılar ve sokak kafeleri ile aldığını düşünebiliriz, İsviçre benzetmesi ise bankacılık sisteminden ötürü… Fakat bir şehri oluşturan tek unsuru o şehrin morfolojik yapısı olarak düşünmek de bana biraz sığ geliyor. Beyrut sadece Beyrut’tur, bu kentin sokaklarındaki gizli yaşanmışlıkların hiçbirinin benzetildiği kent(ler)de mevcut olduğunu sanmıyorum. Belki bu yüzden Arap dünyasının en duygulu, en hüzünlü, en âşık ve en eğlenceli şarkı ve şarkıcıları Beyrut’tan çıkıyor bence, her ne kadar onlar kendilerini Fenikeli olarak tanımlasa da…
Beyrut, kimi başka yerde doğup buraya göçmüş kimi de zaten kendi içinde doğmuş çok eski yerleşimlere ve çok eski dinlere ev sahipliği yapmış bir kent. Başkenti olduğu Lübnan, Verimli Hilal olarak bilinen toprakların bir kısmını içerisinde barındırdığından belki, adı da bunun etkisiyle labneden geliyor, çünkü gerçekten topraklarında yetişen meyve ve sebzeler harika.


Downtown sokakları...
1940lar’daki Arap-İsrail savaşı ile 70ler’den sonraki iç savaşın izlerini halen üzerinde taşıyor bu kent. Sadece fiziksel olarak değil ruhsal olarak da… Gitmeden önce bir arkadaşım bana “Beyrutlular yarın yokmuş gibi eğlenir” demişti, bunun ne olduğunu Gemmayzeh’e gitmeden bilmek olanaksız. Hafta içi hafta sonu fark etmiyor, insanlar en güzel kıyafetleriyle ortalıkta… Şehrin bir tarafında, artık Türkiye’de bile göremediğimiz Renault’nun Toros modelleri ortalıkta dolanırken, Downtown’da ise her türlü lüks araç…