Hikayeler

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Nursel Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 808
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 130,273
Ynt: Hikayeler

Evleneli oniki yıl olmuştu.

Çocuk sahibi olamamıştık. Tedavi için gittiğimiz doktorların hemen hepsi aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişlerdi. Bu gerçekleri duymak eşim için de benim için de her seferinde yıkım oluyordu. "Çocuk sahibi olabilmeniz imkansız görünüyor..."

Bu kelimelerin her tekrarlanışı umudumuzu iyice yitirmemize neden olmuştu.

-Neden evlatlık edinmiyoruz? dedim eşime

-Sahipsiz onca çocuk varken... Belki de Tanrı onlardan birine sahip çıkmamızı istiyor. Ve belki de bu yüzden bir bebek sahibi olmamızı dilemiyor. Yetimhanede bebeklerin bulunduğu bölüme girer girmez, ilk onu gördüm. Ayaklarını havaya dikmiş, elleri ile onlara ulaşmaya çalışıyordu. Harukulade bir bebekti ve ben ondan gözlerimi alamıyordum.

-Bu... bunu kendimize evlat edinelim dedim. Daha ilk bakışta ona karşı öylesi güçlü bir sevgi hissettim ki, sanki doğurduğum çocuğumu emanet bıraktığım bir yerden geri almak üzere gelmişim hissine kapıldım. Ancak yetimhane yetkilileri bu konuda beyazlar kadar şanslı olmadığımızı, zencilerin evlat edinebilmelerinin biraz daha güç olduğunu söylemişlerdi.

-Ben bu bebek için sonuna kadar mücadele edeceğim. dedim eşime Oda zaten bu konuda en az benim kadar kararlıydı. O günden sonra, gerçekten de onun için çok mücadele etmek zorunda kaldık. Bir çok araştırma, soruşturmaya tabi tutulduk. Aylarca uğraştık ama sonunda onu bize verdiler. Kızımızın hayatımıza girmesi ile birlikte yuvamızın tek eksiği de artık tamamlanmıştı. O harika bir bebekti. Eşimle ben onun için çıldırıyorduk. Jacklyn okul çağına geldiğinde ona gerçeği anlattık. Artık kendisinin öz anne ve babası olmadığımızı biliyordu. Bu gerçeği öğrenmiş olması onda tahmin ettiğimiz şoku yaratmadı. Küçücüktü fakat inanılmaz derecede olgun bir çocuktu.

Birgün arkadaşı Laura'yla sohbetlerine tanık oldum. Sevgili kızımın o gün arkadaşına söylediği sözler, benim hayatımda aldığım en güzel ödül oldu.

"Ben evlatlığım" dedi Jacklyn

Laura şaşkın bir ifade ile sordu;

"Evlatlık ne demek?"

Küçük kızım şöyle yanıt verdi. "Annenin karnında değil, yüreğinde büyümektir."

(alıntı)
 

Etiketler
Ynt: Hikayeler

Ne yapardiniz? Karari siz verin. Komik bir cumle beklemeyin, cunku yok.
Yine de okuyun. Sorum su: Ayni karari siz verir miydiniz?

Okuma ve ogrenme zorlugu ceken cocuklara ozel egitim veren bir okul icin bagis toplama yemeginde, cocuklardan birisinin babasi katilimcilar tarafindan asla unutulmayacak bir konusma yapti. Okula kendini adamis ogretmenleri kutladiktan sonra soyle bir soru sordu: 'Disardaki etkenler tarafindan etkilenmedikce doga herseyi mukemmel bir sekil ve sirada yapiyor. Ama yine de oglum Shay, diger cocuklarin ogrendikleri gibi ogrenemiyor. Diger cocuklarin anlayabildikleri gibi anlayamiyor. Oglumda dogal olmasi
gereken seyler nerede?'

Bu soru karsisinda dinleyiciler sessiz kaldilar.

Baba devam etti. 'Ben inaniyorum ki, dunyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir cocuk geldiginde, gercek insan dogasi kendini gosterme firsatini buluyor ve bu da insanlarin o cocuga davranis sekillerinde kendini gosteriyor.'

Ve sonra asagidaki hikayeyi anlatmaya basladi:

Shay ve babasi bir gun parkta Shayin tanidigi birkac cocugun baseball oynadiklarini gorduler.
Shay sordu, 'Acaba oynamama izin verirler mi?'
Shay'in babasi cogu cocugun Shay gibi bir cocugun takimlarinda oynamasini istemeyeceklerini ama ayni zamanda eger ogluna izin verirlerse oglunun o cok ihtiyacini duydugu, engellerine ragmen baskalari tarafindan kabul edilmenin ozguveni ve sahiplenme duygusunu verecegini de biliyordu.
Shay'in babasi cocuklardan birinin yanina yaklasti ve (fazla birsey
beklemeyerek) Shay in oynayip oynayamayacagini sordu. Cocuk soyle danisabilecegi birilerine bakti ve sonra 'Su anda 6 sayi gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takima girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya calisirim' dedi.

Shay buyuk bir gayretle takimin yanina gitti ve yuzunde kocaman bir gulumseme ile takim t-shirtini giydi. Babasi gozunde yas, kalbi sicak duygularla dolu onu izledi. Cocuklar oglunun kabul edilmesinden dolayi babanin mutlulugunu gorduler. Sekizinci turun sonunda Shay'in takimi birkac puan kazandi ama hala 3 sayi gerideydi. Dokuzuncu turun basinda Shay eldiveni eline gecirdi ve sag acik sahaya cikti. Ona dogru hic top isabet etmemesine ragmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasinin ona tribunlerden el salladigini gordugunde yuzunde kocaman bir gulumseme vardi.
Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takimi yine puan kazandi. Simdi butun kaleler doluydu, oyunu kazanma sansi ortaya cikmisti ve topa vurma sirasi Shay'e gelmisti.

Bu noktada Shay'in vurucu olmasina izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almaliydilar? Sasirtici bir hamleyle Shay'e sopayi verdiler. Herkes topa isabet ettirme sansinin sifir oldugunu biliyorlardi cunku birakin topa vurmayi Shay sopayi bile elinde tutmasini bilmiyordu.

Ama Shay sahaya ciktiginda top atici, diger takimin kazanma sanslarini bir kenara birakarak Shay'e bu firsati tanidiklarini gorunce birkac adim one giderek yumusak bir sekilde topu Shay'e dogru firlatti. Ilk topa Shay zorlukla sopayi savurdu ama iskaladi. Atici tekrar birkac adim one dogru geldi ve topu yine yumusak bir sekilde Shay'e dogru atti. Shay sopayi savurdu ve hafifce topa dokunarak yere aticiya dogru vurdu.

Oyun simdi bitecekti. Atici topu yerden aldi ve ilk kaledeki adamina
kolaylikla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti.

Ama atici topu aldi ve ilk kaledeki adaminin basinin uzerinden diger takim arkadaslarinin erisemeyecegi yere firlatti.
Tribunlerdeki herkes ve iki takimda bagirmaya basladilar, 'Shay, ilk kaleye kos, ilk kaleye kos!' Shay hayatinda hic bu kadar uzaga kosmamisti ama ilk kaleye gidebildi. Saskinliktan buyumus gozleriyle yere coktu.

Herkes bagirmaya devam etti, 'Ikinci kaleye kos, ikinci kaleye kos' Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye kosabildi. Shay ikinci kaleye geldigi sirada acik sahada diger takimdan biri topu almisti ... takimin en kucugu olan bu cocuk kahraman olma sansini elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamina atabilirdi ama top aticisinin niyetini anladigindan o da kasitli olarak topu ucuncu kaledeki arkadasinin basinin uzerinden atti.

Herkes bagiriyordu, 'Shay, Shay, Shay, butun yolu kos Shay'

Karsi takimdan birinin yardim ederek onu ucuncu kaleye dogru dondurmesiyle Shay ucuncu kaleye kosabildi, 'Ucuncuye kos! Shay, ucuncuye kos!'

Shay ucuncuye gelirken diger takimdaki cocuklar ve seyirciler ayaga
kalkmislardi ve bagiriyorlardi, 'Shay, hepsini kos! Hepsini kos!' Shay
hepsini kostu ve oyunu takimi icin kazanan bir kahraman olarak herkes tarafindan alkislandi.

'O gun', dedi babasi, gozlerinden yaslar asagiya dogru suzulerek,
'iki takimdaki cocuklar da dunyaya bir parca sevgi ve insanlik getirmeyi basardilar'.

Shay bir sonraki yaza yetisemedi. O kis oldu. Bir kahraman oldugunu ve babasini mutlu ettigini ve eve geldiginde annesinin de gozyaslari icinde onu kucakladigini asla unutmadi.


(alıntı)
 


Ynt: Hikayeler

Güzeldi Fatoş sağolasın :smiley:

Bilindik bir hikayedir ama burada olması gerek. Belki de paylaşılmıştır.

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda,
kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe
yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı
bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek
zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir
kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba
atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar
ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten
ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin
çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En
sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan
arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider.
Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları
tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre
durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı
çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik
hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki
3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını
anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce
Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman
çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve
öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.
Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği
algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir
ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...
 

Ynt: Hikayeler

Yavuz Sultan Selim'in ZERÂFETİ

Yavuz Sultan Selim Han zamanında, İran hükümdarı Şah İsmail, kıymetli mücevherler ile dolu bir hediye sandığı gönderiyor, hünkâra.

Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat, sandık açılır açılmaz, pek fena bir koku yayılıyor etrafa.

Önce, hiç kimse bir anlam veremiyor, nadide mücevherler ile dolu sandıktaki bu fena kokuya. Sonra, mesele anlaşılıyor. Sandığın dibine insan dışkısı doldurulmuş.

Yani, Şah İsmail, aklı sıra, cihan padişahına hakaret ediyor.

Cihan padişahı emir veriyor, 'herkes düşünsün, bu edepsizliğe, Osmanlı'nın şanına yakışacak şekilde bir mukabelede bulunmalıyız.' ve çözümü yine kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. Sandığın içine, o zamanın İstanbul'unda imâl edilen en nefis gül kokulu lokumlarından bir kutu hazırlanmış bir kutu yerleştiriliyor. Kutunun altına da, bir satırlık yazıdan ibaret bir pusula iliştiriliyor.

Hediye sandığı, itina ile süslendikten sonra, Şah İsmail'e gönderiliyor.

Sandık, Şah'ın huzurunda açılıyor. Sandık açılır açılmaz, etrafa mis gibi gül kokusu yayılıyor.

Mücevher vs. gibi hediyeler takdim edildikten sonra, Osmanlı Elçisi -Şah'ın tedirgin olmaması için, önce kendisi tatmak kaydı ile- büyük bir saygı ve nezaketle, Şah İsmail'e lokumdan ikram ediyor. Bilâhare, görevliler, huzurda bulunanlara teker teker ikram etmeye başlıyorlar, lokumdan.

Şah, bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyor. Osmanlı Elçisi, Şah'ın şaşkınlığını gidermek için, lokum kutusunun altına iliştirilmiş mütevazı pusulayı uzatıyor.

Pusulayı okuyan Şah'ın yüzünde, bu sefer, şaşkınlığın yerini büyük bir utanç ifâdesi alıyor;

'İsmail, herkes yediğinden ikram eder.'

(alıntı)
 



Ynt: Hikayeler

Birbirinden muhteşem hikayeler için hepinize çok teşekkürler.
Üzülmeyin,gevşemeyin,1 şeye inanıyorsanız üstünsünüz.
 

Ynt: Hikayeler

GÜNEŞİ ELİYLE KAPAMAK

Bir zamanlar, bir alimin yanında gençler kitap okuyor, ilim tahsil ediyorlardı.Bir gün gençlerden birisi alimin yanına geldi ve "Efendim, ilim tahsilime artık devam edemeyeceğim" dedi."Küçücük bir evde, kardeşlerimle ve annem babamla birlikte yaşıyorum. İlim öğrenmek için yoğunlaşmak ve dikkatini toplamak gerekiyor, ama benim şartlarım buna hiç de uygun değil."
Alim , önce hiçbir şey demedi; sonra eliyle gökyüzündeki güneşi işaret ederek eliyle yüzünü kapatmasını istedi. Genç talebe, denileni yaptı ve eliyle yüzünü örttü. Alim, daha sonra şöyle dedi:
"Ellerin küçük; ama kocaman güneşin enerjisini, ışığını ve haşmetini örtmeye yetiyor da artıyor. Aynen bunun gibi , hayatında karşılaştığın ufak tefek sorunlarda seni manevi yolculuğunda ilerlemekten alıkoyuyor.
Nasıl elin , güneş ışığının sana ulaşmasını engelliyorsa, yeterli azmi göstermeyişin de içindeki ışığın parlamasını engelliyor. O halde gayretsizliğinin ve çaresizliğin için başkalarını suçlama ve bahaneler arama."

(alıntı)
 

Ynt: Hikayeler

Bela

Okyanus adlı dev bir lügati Arapçadan Türkçeye çeviren Asım Efendi, bir öğrencilik hatırasını şöyle anlatmaktadır:

- Tahsilim zamanında bizim medreseye en yakın fırından ekmek alırdım.
Senelerce bu fırının müşterisi olmaya devam ettim. Bir sabah yine âdetim üzere ekmek almak maksadıyla bu fırına geldiğimde, fırında çalışan bir işçinin, bir haksızlığına maruz kaldım. Herkese ekmek veriyor, sıram gelip geçtiği halde bir türlü beni görmüyordu. Adamı şöyle ikaz ettim, böyle hatırlatmada bulundum ise de, hep bana ters cevap veriyordu. Ön sırada beni görmezlikten gelip, hep arka sıralardakileri tercih ediyordu. Artık canım burnuma gelmişti, bu haksızlık karşısında. Fırının yanında, ayak altında duran bir taşı kaptığım gibi, adamın üzerine yürümeye karar verdim.

Ama tam o sırada birden aklıma geldi:
- Bu adam bir belâya müstahak hale gelmişse, neden bunu benim elimden bulsun? Ben de onu belâya atan adam suçunu yükleneyim? Sabredeyim, mutlaka bunun içinde bir hayır vardır, dedim.

En nihayet herkes ekmeğini alıp gittikten sonra, bana da istediğimi verdi, dershaneme geri döndüm. Bir gün sonra fırına gittiğimde ise, adamın yerin de olmadığını gördüm.

Sordum Dediler ki:
- O işçi, dün aniden hastalandı, şu anda ölümle burun burunadır.

Fakat bir türlü ölemiyor, can çekişip duruyor.

Hemen aklıma geldi, ona vurmayı niyet ettiğim taşı alıp, ziyaretine gittim. Taşı alnına değdirip yorganın üstüne koydum. Az sonra adam kolayca son nefesini veriverdi. Çünkü bu taşla onun eceli gele*cekti. Bununla ömrü bitecekti. Fakat sabrım sebebiyle, o taşı ona vuran ben ol*maktan kurtulmuştum.

Bu olaydan alınacak ders şudur: Siz de suçsuz yere bir sataşmaya uğrarsanız, işi kavga ve münakaşaya götûrmeyiniz ’Belanın önünden sapmasını bilin’ ve:

’Bu adam bir musibete müstahaktır, fakat benden bulmasın,’ diyerek çekilin.

O kişi neye layıksa onu bulacaktır.

Yeter ki bu bela sizin elinizle gelmesin, başınızı derde sokmasın...’



(alıntı)
 

Ynt: Hikayeler

ekiNoks' Alıntı:
GÜNEŞİ ELİYLE KAPAMAK

Bir zamanlar, bir alimin yanında gençler kitap okuyor, ilim tahsil ediyorlardı.Bir gün gençlerden birisi alimin yanına geldi ve "Efendim, ilim tahsilime artık devam edemeyeceğim" dedi."Küçücük bir evde, kardeşlerimle ve annem babamla birlikte yaşıyorum. İlim öğrenmek için yoğunlaşmak ve dikkatini toplamak gerekiyor, ama benim şartlarım buna hiç de uygun değil."
Alim , önce hiçbir şey demedi; sonra eliyle gökyüzündeki güneşi işaret ederek eliyle yüzünü kapatmasını istedi. Genç talebe, denileni yaptı ve eliyle yüzünü örttü. Alim, daha sonra şöyle dedi:
"Ellerin küçük; ama kocaman güneşin enerjisini, ışığını ve haşmetini örtmeye yetiyor da artıyor. Aynen bunun gibi , hayatında karşılaştığın ufak tefek sorunlarda seni manevi yolculuğunda ilerlemekten alıkoyuyor.
Nasıl elin , güneş ışığının sana ulaşmasını engelliyorsa, yeterli azmi göstermeyişin de içindeki ışığın parlamasını engelliyor. O halde gayretsizliğinin ve çaresizliğin için başkalarını suçlama ve bahaneler arama."

(alıntı)
Ne kadar da doğru bir tesbit.
 

Ynt: Hikayeler

On beşinci yüzyılın başlarında, Nürnberg yakınlarında oldukça fakir bir aile yaşardı. On sekiz çocuklu ailenin reisi oldukça mütevazı kazancını çocuklarına yetirmek için günde on sekiz saate yakın çalışırdı. Gerektiğinde konu komşudan yardım da gelirdi.

On sekiz kardeşten ikisi, Albrecht ve Albert, bu umutsuz durumlarına rağmen, kalplerinde gizliden gizliye bir hayali büyütürlerdi. Her ikisi de usta bir ressam olmak istiyordu; ama babalarının kendilerini şehirdeki sanat akademisine gönderemeyeceğ ini gayet iyi biliyorlardı.

Günler, geceler süren tartışmalardan sonra iki kardeş ortak bir karar aldılar. Yazı tura atmaya karar verdiler. Yazı turada kaybeden maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kazanan kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktı. Sonra da kazanan kardeş, dört yıl sonra mezun olduğunda, ya resimlerini satarak ya da gerekirse madende çalışarak diğer kardeşi okutacaktı.

Bir sabah fısıltılı dualar eşliğinde yazı tura attılar. Yazı turayı Albrecht kazandı ve Nürnberg'deki sanat akademisinin yolunu tuttu.
Albert ise maden ocağının yolunu tuttu. Dört yıl boyunca kardeşine para gönderdi.

Albrecht'in karakalem ve yağlıboya resimleri akademide hemen herkeste hayranlık uyandırmıştı. Öyle ki daha mezun olmadan hatırı sayılır paralar kazandı.

Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde, kalabalık ailesi evlerinin verandasında yemekteydi. Uzun sohbetlerin ardından, Albrecht ayağa kalktı, kardeşi Albert'in elinden tutup kendisine yaptığı eşsiz iyiliği anlattı.
Albrecht, Albert sayesinde hayallerini gerçekleştirmiş ti. Sonra sözlerini şöyle tamamladı:

''Ve şimdi, benim fedakâr kardeşim Albert, sıra senin. Şimdi Nürnberg'e gidip hayallerini gerçekleştirebilirsin . Masraflarını ben karşılayacağım."

Herkesin gözü Albert'e döndü. Albert, oldukça solgun yüzünü yıkayan gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, başını "hayır, hayır!" anlamında sağa sola sallıyordu. Albert, sonunda kalktı ve gözyaşlarını sildi. Kardeşlerinin, anne babasının yüzlerinde gezdirdi gözlerini. İki elini de sağ yanağına yapıştırıp yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

"Hayır, kardeşim. Nürnberg'e gidemem. Benim için artık çok geç. Dört yıllık maden işçiliği ellerime neler yapmadı ki! Her parmağım en az bir kere ezilip kırıldı. Son zamanlarda, sağ elimde dayanılmaz romatizma ağrıları da başladı. Bir bardağı bile zor tutuyorum. Nasıl olur da karakalem, yağlıboya çalışırım ki?.. Parmaklarım fırça tutacak inceliği çoktan kaybetti. Hayır, kardeşim, hayır... Benim için artık çok geç."

Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Dürer'in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Dürer'in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Dürer'le eşleştirildi; hatta Dürer'den daha çok bilinir oldu.

Albrecht Dürer, kardeşi Albert'in kendisi için gösterdiği feragati resmetmeye niyetlendi. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün detaylarıyla çizdi. Resimde Albert'in ince parmakları göğe doğru yönelmişti. Avuçların içi sanki gökten bir yağmur bekliyormuşçası na açıktı. Dürer, bu çalışmasına basitçe "Eller" adını verdi. Fakat insanlar, böylesine açık avuçlara ve göğe yönelmiş parmaklara her kalbin içini ısıtan bir sırrı doldurdular.

Bozuk para yere düştüğünde, Albrecht'in sanatçı olma duası, Albert'in de bir sanatçının en ünlü eserine model olma duası kabul edilmişti. Dürer'in "Eller"i, böylece, "Dua Eden Eller" olarak anıldı.


[attachment=1]

eller.jpg
 



Ynt: Hikayeler

METRODAKİ KEMANCI

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda,
kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe
yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.


Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta
yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da
gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder..

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir
kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba
atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar
ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini
belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur.
Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk ön ünde durur ve dikkatle
kemancıya bakar.
En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar.
Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin
peşinden gider.
Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları
tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa
bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir.
Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise
sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki
3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını
anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce
Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda
keman çal ması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma
ve
öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.
Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği
algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir
ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni,
dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız
dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?
 

Ynt: Hikayeler

CANIM ARKADAŞIM BENIM TEŞEKÜRLER......









İncitmeyecek kadar uzak, üşümeyecek kadar da yakın olabilmek...*

Eski zamanların dondurucu bir kışından bütün hayvanlar çok etkilenmiş, büyük
kayıplar vermişler. Ama en çok kayıp veren kirpilermiş. Çünkü onların pek çok
hayvan gibi kalın kürkleri yok, kendilerini sıcak tutması zor olan dikenleri
var. Bu durumdan en az zararla kurtulmak için kirpiler meclisi toplanmış,
çözüm aramaya başlamış. Tartışa tartışa, nihayet gece olunca tüm kirpilerin bir
araya toplanmasına, birbirlerine yakın durarak geceyi geçirmelerine karar
verilmiş. Böylece kirpiler birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak,
aralarındaki hava tedavülünü önleyerek donmaktan kurtulacaklarmış.

İlk geceki deneyimlerinde bunun işe yaradığını görmüşler. Ama başka bir problem
çıkmış ortaya. Üşüyen kirpiler birbirlerine fazl a yaklaştıklarından yaralanmalar
gerçekleşmiş. Daha sonraki gece yaralanma korkusundan birbirlerinden uzak
durmuşlar, ama bu seferde donmalar meydana gelmiş.

Ne var ki, her gece kâh uzaklaşa kâh yakınlaşa, deneye yanıla birbirlerinin
vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın, ancak birbirlerini incitmeyecek
kadar uzak durmayı öğrenmişler.


Bizim de uzun dikenlerimiz var.

Bunlar hayata karşı filtrelerimiz.

Bazen faydalı, bazen de zararlı.

Çoğu zaman, kimseleri yaklaştırmıyoruz yanımıza.

Filtrelerimizden elemeden kimseleri sokmuyoruz özel dünyamıza.

Ne var ki, sıcaklık ancak yakınlaşmakla mümkün.

Birbirini incitmeyecek kadar uzak, hayatın soğuk zamanlarında üşümeyecek kadar
da yakın olmayı öğrenmeliyiz.

Aynen kirpiler gibi...
 

Ynt: Hikayeler

Hepsi birbirinden güzel. herkese teşekkürler ayrıca fatma hanım avatar resminiz çok manidar ve bir o kadar da muhteşem
 

Ynt: Hikayeler

Teşekkürler Perihan, Teşekkürler Kemal abi :smiley:...

Avatarımın kısaca hikayesinden Serbest Muhabbet (trekking)' de paylaşmıştım. :smiley:
 

Ynt: Hikayeler

Kuyumcu...

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin
seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip
iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç
para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan
sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.
İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar .
Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir;
sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği
nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der
"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna
bir on lira veririm."
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce
yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden
buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira
istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm."
Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya
başlar:
"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."
Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini
istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi
karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki
nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer
tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her
şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler...
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından
geçen macerasını anlatır.
Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"
Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum,
kafam karmakarışık" diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini
bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden
kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...
 



Ynt: Hikayeler

Merhaba sevgili SNM, paylaştığınız hikayeyi okuyunca değer bilmekle ilgili aklıma bir başka hikaye geldi :smiley:

Bir gün Avrupa'nin ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocugun biri bir vitrinde çok hos bir tablo görür. Tablo bedeli oldukça pahalidir.
Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin dogum gününe almayi ister ve bir is bulup kit kanaat geçinerek biriktirdigi tüm para ile magazaya gider.
Sanslidir tablo hala satilmamistir. Içeri girer ve tabloyu bir süre
yakindan izledikten sonra resmi yapan sanatçiyi bulur ve "Abimin dogum günü için bu resmi satin almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der.
Ressam birsüre düsündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alir ve tesekkür ederek çikar.
Magazada adamin arkadaslari da vardir ve saskin saskin sorarlar:
"Sen ne yaptin o resmin degeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattin?"
Adam cevap verir:
"Evet ben bu resme milyonlarini verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kisi bulabilirdim?..."

''Alıntıdır''
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,816
Mesajlar
1,523,899
Kayıtlı Üye Sayımız
166,614
Kaydolan Son Üyemiz
Tolga Gökova

SON KONULAR



Geri
Üst