kararangeyik
Ana Kamp
Aşk, medeniyet, huzur, ilim, imar... Bir o kadar da hüzün, acı ve gözyaşı. İslam coğrafyasında nereye gittiysem karşılaştığım kavramlar. Kabil'de, Grozni'de, Bağdat'ta ve Filistin'de bizim çocuklar yıkıntılar arasında oynaşırken hüzün ağır basıyor. Medine, Samarra, Halep, Isfehan, Bursa, Travnik, Dubrovnik, Üsküp'ün göz kamaştıran tarihleri değil; Bağdat'a yağan bombalar, Kerbela'da yatan şehidler, Tahran'ın uçsuz bucaksız mezarlıkları, Nişabur'un mahzun duruşu, Hama'da donuk, suskun simalar, Meşhed'de gözyaşı dökenler, Mekke'de ayyuka çıkan feryad figan dualar... Kalkandelen ve Manastır yağmuru bekliyor, Çetince'de boğazım düğümleniyor. Saraybosna için ne demeli, hangi ağıdı yakmalı? Mostar'da başımı yaslayıp ağlayacak bir duvar kalmış mıdır? Srebrenica'nın ağaçlarında, derelerinde, dağ taşındaki sonsuz çığlıkları beynimde daha ne kadar çınlayacak? İstanköy'deki metruk camilerin görüntüsü nasıl unutulacak?
Yolum şimdi de Endülüs'e düştü. İspanya'nın soğuk ve alabildiğine Katolik Madrid ve Valencia kentlerinden sonra aydınlık ve huzur verici Gırnata ve Kurtuba. Geçmişin ihtişamıyla mı övünmeli? Bugünün medeniyetine mi şaşmalı? Yoksa yine mi hüzne dalmalı? Kurtuba'nın minaresinde çanı görmek, İslam mimarisinin zirve eserlerinden Büyük Mescid'in granit, yeşim taşı, ve mermerden yapılmış sütunlarının arasında, yaldız süslemeli muhteşem mihrabın önünde namaz kılamamak, hepsinin üzerine Mescid'e eklenen şapellerden birinde, çamur içinde yerde sürünen Müslüman sultanın, atı üzerinde mağrur ve gösterişli krala şehrin anahtarlarını sunuşunu temsil eden tabloyu görmek nasıl üzmez ki insanı? Gırnata'da kiliseye çevrilen camiler, Elhamra Sarayı'na eklenen zevksiz saraylar, El Beyyazin'de oynayan çocuk naralarının yerini alan soğuk, bunaltıcı hava, 500 yıl öncesindeki barbarlığı hep canlı tutan bir sembolizm nasıl hüzne sevketmez?
***
Emevi devleti bir yandan Binbir Gece Masallarında dile getirilen bir ihtişamı yaşarken bir yandan da tüm Kuzey Afrika'yı hakimiyeti altına almaktadır. Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr'ın Halife'den izin almasıyla birlikte fethin yönü kuzeye çevrilir. 711 senesinde efsanevi kumandan Tarık bin Ziyad bugün kendi ismiyle anılan Cebel-i Tarık'ı geçerek İspanya topraklarına ayak basar. Ardından da güney Avrupa toprakları tek tek fethedilir. Çok kısa bir süre içinde kuzeyde Madrid, doğu'da Roma'ya kadar ilerlenir. Ancak fethin çekirdeğini Endülüs adı verilen Güney İspanya oluşturmaktadır. İşbiliye (Sevilla), Gırnata (Granada), Kurtuba (Cordoba), Tuleytula (Toledo), Belensiye (Valencia) gibi kentler birer islam şehrine dönüştürülür.
711 senesinde başlayan ve 1492 senesinde Gırnata'nın düşmesiyle sona eren süreçte doğuda iktidar zayıflayıp medeniyet ve fetih bayrağını Selçuklular'a ve Osmanlılar'a devrederken İspanya'da Endülüs Emevi Devleti tarihin zihninden hiç çıkmayacak bir medeniyeti olgunlaştırmaktadır. Mimaride, musikide, edebiyatta, felsefede, tıpta, siyaset biliminde bugünün medeniyetlerine temel olacak bir ortam oluşur. İbni Hazm, İbni Rüşd, İbni Arabi, İbni Cübeyr, Musa b. Meymun, Er Razi gibi isimler İslam dünyasını olduğu kadar Batı'daki reform ve Rönesansı da etkileyecek eserler verirler. İspanyolların meşhur hoşgörüsüzlüğü ve katolikliğin radikalizmiyle yakılan ve yıkılan binlerce esere rağmen bugüne ulaşan Elhamra Sarayı, Büyük Mescit (Mesquito), Medinet-üz Zehra, Güvercin Gerdanlığı, Fusul-ül Hikem, Hayy bin Yekzan gibi eserler hala İslam Medeniyeti tarihinin köşe taşlarıdır.
Ancak medeniyetler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Doğuda Osmanlı İmparatorluğu'nun ilerleyişi ve özellikle İstanbul'un fethi Hristiyan dünyasını biraraya getirirken coğrafi keşifleri de tetikler. Bu arada Endülüs'teki taht kavgaları da ülkeyi parçalara ayırır ve zayıflatır. Kastilya Kraliçesi İzabella ve Aragon Kralı Ferdinand'ın evliliğiyle güç kazanan birleşik Kastilya-Aragon Krallığı Endülüs'ten müslümanlaı sürmeye başlar. Geriye sadece Gırnata sultanlığı kalmıştır. 1492 yılında, Kristof Kolomb'un Batı'ya keşfe çıkmasından hemen önce Gırnata da teslim edilir ve İspanya'daki müslüman hakimiyeti sona erer. Osmanlı İmparatorluğu'na yapılan yardım çağrısı sonucu Kemal Reis ve Barbaros Hayreddin Paşa değişik zamanlarda bölgeye gönderilse de Endülüs'ü kurtarmakta etkili olamazlar . Hristiyanlar müslümanların medeniyet ve çalışkanlığına ihtiyaç duydukları için asimilasyon işlemini gevşek tutarlar. Yahudiler Endülüs'ten sürülürken Morisko adı verilen müslümanlarla ilk zamanlarda iyi geçinilir. Ancak kısa süre sonra Engizisyon mahkemeleri müslümanları hristiyanlaştırmak için faaliyetlerine başlar. Domuz eti yememek, Cuma günü temizlik yapmak, yatak odasında haç bulundurmamak, ağzından "Allah" ya da "Muhammed" isimlerini kaçırmak idam edilmek için yeterli neden olur.
***
Valencia'dan bindiğim tren Gırnata istasyonuna yaklaşırken Gırnata Sultanı Ebu Abdullah'ın kenti son gördüğü ve "Arabın Son İç Çekişi" adı verilen tepeyi tahmin etmeye çalıştım. Şehri İzabel ve Ferdinand'a teslim eden Ebu Abdullah maiyeti ve yanına alabildiği kadar servetiyle son Endülüs toprağını da terkederken şehrin son kez görülebileceği tepeye oturmuş ve ağlamaya başlamıştı. Annesi Fatıma ise "Bir erkek gibi savunamadığın şehrin için şimdi bir kadın gibi ağlıyorsun" demişti.
Yağmur çiselerken Darro nehri boyunca ilerleyerek Elhamra Sarayı'na ulaştım. Şehre hakim bir tepenin üzerine kurulmuş saray dışardan gösterişsiz bir kale gibi görünüyordu. Elhamra, Endülüs Devleti'nin ve medeniyetinin en eşsiz göstergesiydi. Hristiyan hakimiyeti ile yapılan zevksiz saray ve kilise eklemelerini geçip de Elhamra'nın kapısından girince 500 yıl öncesinin havası, inceliği, sadeliği ve sanatı hissedilebiliyordu. İhtişam büyüklükle değil, incelikle sağlanmıştı. Birçok saray yapısındaki insanı küçülten devasalığın yerine akılalmaz bir süslemenin sihri ziyaretçileri etkisi altına alıyordu. Belki de doğru kelime sükunet. Su sesi ve güvercin mırıldanmaları bugün bile huzur verecek nitelikteydi. Asla gurur yoktu ve zaten olması da imkansızdı. Zira sarayın tüm odalarına, tüm duvarlarına ziyaretçilerin gözünden kaçmayacak şekilde binlerce kez "La Galibe İllallah", "Allah'tan başka galip yoktur" ibaresi yazılmıştı.
Sarayın surlarından geniş Gırnata ovası tümüyle görülebiliyordu. Şehrin ortasındaki ihtişamlı tarihi yapı, camiden bozma büyük katedraldi. Sarayın sağında, Darro nehrinin öte yakasında bembeyaz evlerden oluşan El Beyyazin uzanıyordu. Hoşgörüsüzlüğün yıkıcılığına rağmen sokaklarında halen tarih içinde bir yolculuğa çıkmak ve Endülüs'ü teneffüs etmek mümkündü. Dar sokaklar arasında dolaşırken avlusuyla, bahçesiyle, harem-selamlığıyla, pencereleriyle, avlu kapılarıyla evler tanıdık bildik bir şehirde olma hissi veriyordu. Kimi restoranlardan yayılan Arap müziği ve hatta Kur'an terennümleri hüznü hafifletiyor, şaşkınlığı artırıyordu.
***
Endülüs, insanı okşayan, huzur veren, dinginleştiren, toprakla uyumlu, kısacası ilahi ve insani bir medeniyetin derin hafızamızdaki bir başka kalıntısı. Engizisyonla, katliamlarla, sürgünlerle, baskıyla yokedilmeye çalışılan, ama doğudan batıya tüm medeniyetlere verdiği katkıyla hep diri kalan, hep direnen bir masal ülkesi. En azından kanla, gözyaşıyla, zulümle anılmayan bir hüzün ülkesi. Endülüs, hüzün coğrafyamızın Batı'daki adresi.
Yolum şimdi de Endülüs'e düştü. İspanya'nın soğuk ve alabildiğine Katolik Madrid ve Valencia kentlerinden sonra aydınlık ve huzur verici Gırnata ve Kurtuba. Geçmişin ihtişamıyla mı övünmeli? Bugünün medeniyetine mi şaşmalı? Yoksa yine mi hüzne dalmalı? Kurtuba'nın minaresinde çanı görmek, İslam mimarisinin zirve eserlerinden Büyük Mescid'in granit, yeşim taşı, ve mermerden yapılmış sütunlarının arasında, yaldız süslemeli muhteşem mihrabın önünde namaz kılamamak, hepsinin üzerine Mescid'e eklenen şapellerden birinde, çamur içinde yerde sürünen Müslüman sultanın, atı üzerinde mağrur ve gösterişli krala şehrin anahtarlarını sunuşunu temsil eden tabloyu görmek nasıl üzmez ki insanı? Gırnata'da kiliseye çevrilen camiler, Elhamra Sarayı'na eklenen zevksiz saraylar, El Beyyazin'de oynayan çocuk naralarının yerini alan soğuk, bunaltıcı hava, 500 yıl öncesindeki barbarlığı hep canlı tutan bir sembolizm nasıl hüzne sevketmez?
***
Emevi devleti bir yandan Binbir Gece Masallarında dile getirilen bir ihtişamı yaşarken bir yandan da tüm Kuzey Afrika'yı hakimiyeti altına almaktadır. Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr'ın Halife'den izin almasıyla birlikte fethin yönü kuzeye çevrilir. 711 senesinde efsanevi kumandan Tarık bin Ziyad bugün kendi ismiyle anılan Cebel-i Tarık'ı geçerek İspanya topraklarına ayak basar. Ardından da güney Avrupa toprakları tek tek fethedilir. Çok kısa bir süre içinde kuzeyde Madrid, doğu'da Roma'ya kadar ilerlenir. Ancak fethin çekirdeğini Endülüs adı verilen Güney İspanya oluşturmaktadır. İşbiliye (Sevilla), Gırnata (Granada), Kurtuba (Cordoba), Tuleytula (Toledo), Belensiye (Valencia) gibi kentler birer islam şehrine dönüştürülür.
711 senesinde başlayan ve 1492 senesinde Gırnata'nın düşmesiyle sona eren süreçte doğuda iktidar zayıflayıp medeniyet ve fetih bayrağını Selçuklular'a ve Osmanlılar'a devrederken İspanya'da Endülüs Emevi Devleti tarihin zihninden hiç çıkmayacak bir medeniyeti olgunlaştırmaktadır. Mimaride, musikide, edebiyatta, felsefede, tıpta, siyaset biliminde bugünün medeniyetlerine temel olacak bir ortam oluşur. İbni Hazm, İbni Rüşd, İbni Arabi, İbni Cübeyr, Musa b. Meymun, Er Razi gibi isimler İslam dünyasını olduğu kadar Batı'daki reform ve Rönesansı da etkileyecek eserler verirler. İspanyolların meşhur hoşgörüsüzlüğü ve katolikliğin radikalizmiyle yakılan ve yıkılan binlerce esere rağmen bugüne ulaşan Elhamra Sarayı, Büyük Mescit (Mesquito), Medinet-üz Zehra, Güvercin Gerdanlığı, Fusul-ül Hikem, Hayy bin Yekzan gibi eserler hala İslam Medeniyeti tarihinin köşe taşlarıdır.
Ancak medeniyetler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Doğuda Osmanlı İmparatorluğu'nun ilerleyişi ve özellikle İstanbul'un fethi Hristiyan dünyasını biraraya getirirken coğrafi keşifleri de tetikler. Bu arada Endülüs'teki taht kavgaları da ülkeyi parçalara ayırır ve zayıflatır. Kastilya Kraliçesi İzabella ve Aragon Kralı Ferdinand'ın evliliğiyle güç kazanan birleşik Kastilya-Aragon Krallığı Endülüs'ten müslümanlaı sürmeye başlar. Geriye sadece Gırnata sultanlığı kalmıştır. 1492 yılında, Kristof Kolomb'un Batı'ya keşfe çıkmasından hemen önce Gırnata da teslim edilir ve İspanya'daki müslüman hakimiyeti sona erer. Osmanlı İmparatorluğu'na yapılan yardım çağrısı sonucu Kemal Reis ve Barbaros Hayreddin Paşa değişik zamanlarda bölgeye gönderilse de Endülüs'ü kurtarmakta etkili olamazlar . Hristiyanlar müslümanların medeniyet ve çalışkanlığına ihtiyaç duydukları için asimilasyon işlemini gevşek tutarlar. Yahudiler Endülüs'ten sürülürken Morisko adı verilen müslümanlarla ilk zamanlarda iyi geçinilir. Ancak kısa süre sonra Engizisyon mahkemeleri müslümanları hristiyanlaştırmak için faaliyetlerine başlar. Domuz eti yememek, Cuma günü temizlik yapmak, yatak odasında haç bulundurmamak, ağzından "Allah" ya da "Muhammed" isimlerini kaçırmak idam edilmek için yeterli neden olur.
***
Valencia'dan bindiğim tren Gırnata istasyonuna yaklaşırken Gırnata Sultanı Ebu Abdullah'ın kenti son gördüğü ve "Arabın Son İç Çekişi" adı verilen tepeyi tahmin etmeye çalıştım. Şehri İzabel ve Ferdinand'a teslim eden Ebu Abdullah maiyeti ve yanına alabildiği kadar servetiyle son Endülüs toprağını da terkederken şehrin son kez görülebileceği tepeye oturmuş ve ağlamaya başlamıştı. Annesi Fatıma ise "Bir erkek gibi savunamadığın şehrin için şimdi bir kadın gibi ağlıyorsun" demişti.
Yağmur çiselerken Darro nehri boyunca ilerleyerek Elhamra Sarayı'na ulaştım. Şehre hakim bir tepenin üzerine kurulmuş saray dışardan gösterişsiz bir kale gibi görünüyordu. Elhamra, Endülüs Devleti'nin ve medeniyetinin en eşsiz göstergesiydi. Hristiyan hakimiyeti ile yapılan zevksiz saray ve kilise eklemelerini geçip de Elhamra'nın kapısından girince 500 yıl öncesinin havası, inceliği, sadeliği ve sanatı hissedilebiliyordu. İhtişam büyüklükle değil, incelikle sağlanmıştı. Birçok saray yapısındaki insanı küçülten devasalığın yerine akılalmaz bir süslemenin sihri ziyaretçileri etkisi altına alıyordu. Belki de doğru kelime sükunet. Su sesi ve güvercin mırıldanmaları bugün bile huzur verecek nitelikteydi. Asla gurur yoktu ve zaten olması da imkansızdı. Zira sarayın tüm odalarına, tüm duvarlarına ziyaretçilerin gözünden kaçmayacak şekilde binlerce kez "La Galibe İllallah", "Allah'tan başka galip yoktur" ibaresi yazılmıştı.
Sarayın surlarından geniş Gırnata ovası tümüyle görülebiliyordu. Şehrin ortasındaki ihtişamlı tarihi yapı, camiden bozma büyük katedraldi. Sarayın sağında, Darro nehrinin öte yakasında bembeyaz evlerden oluşan El Beyyazin uzanıyordu. Hoşgörüsüzlüğün yıkıcılığına rağmen sokaklarında halen tarih içinde bir yolculuğa çıkmak ve Endülüs'ü teneffüs etmek mümkündü. Dar sokaklar arasında dolaşırken avlusuyla, bahçesiyle, harem-selamlığıyla, pencereleriyle, avlu kapılarıyla evler tanıdık bildik bir şehirde olma hissi veriyordu. Kimi restoranlardan yayılan Arap müziği ve hatta Kur'an terennümleri hüznü hafifletiyor, şaşkınlığı artırıyordu.
***
Endülüs, insanı okşayan, huzur veren, dinginleştiren, toprakla uyumlu, kısacası ilahi ve insani bir medeniyetin derin hafızamızdaki bir başka kalıntısı. Engizisyonla, katliamlarla, sürgünlerle, baskıyla yokedilmeye çalışılan, ama doğudan batıya tüm medeniyetlere verdiği katkıyla hep diri kalan, hep direnen bir masal ülkesi. En azından kanla, gözyaşıyla, zulümle anılmayan bir hüzün ülkesi. Endülüs, hüzün coğrafyamızın Batı'daki adresi.