Ben onların yalancısıyım. Cemreler düşmüş dediler. Ama yalnızca Karadeniz'e... İnanmadım tabii ve yalanlarını ortaya çıkartmak için yollara düştüm.
Adapazarı'ndan kuzeye Karasu... Orada sordum. Maden deresine düşmüş dediler. Gittim, hatta geceledim acaba gece mi görebilirim diye .
Maden deresinin hemen dibine çektim akşam üstü. Hava karardı kararıyor, yola yakınım, bir şahin geçti yoldan. Şahin gözleriyle beni farketmiş olmalı ki, az ileride durdu, geri geldi. Durdu, baktı,baktı, baktı... Üşenmedi manevra yaptı yanıma geldi. İçinden biri indi. Yaklaşınca uzandım. Camı açsana dedi, kapıyı açtım.
- Gezginci misin ?
- He.
- Antenin var ?
- He.
- Televizyon da seyrediyorsun ?
- Hı.
- Hımmm.
Sonra çekti gitti yurdum insanı. İki kişiydiler, diğeri arabadan inmedi. Ne niyetle geldi, ne umdu, ne buldu bilmem.
Selam sabah yok " açsana camını " . Oldu paşam. Kapıyı açtım ne görecekse görsün diye. Hödük. Yontulmamış tomruk.
Daha da sıralayacağım da, olur da bir hanım okursa bu satırları mahçup olmak istemiyorum.
Hep meraklılarla karşılaşıyorum tabii, yadırganacak bir durum değil yurdumda ama... Aması var işte. Neyse...
Sonra Akçakoca... Yıllar önce geçtiğimden farklı olarak kafe ve restaurant sayısını artmış gördüm. Sevindim.
İnsanlar dost, sevecen, nazik. Ona da sevindim.
Sonra Zonguldak... Öğlen vakti geçtim şehrin göbeğinden, durmadım hiç ve Filyos'a geldim.
Zonguldak canlı bir emekçi kenti. İnsanlar koşturuyor. Şehir gibi şehir gördüğüm kadarıyla. Kadınlar her yerde. Benim için kadınsız şehir olmaz. Bu anlamda söylüyorum.
Oysa binalarıyla, yerleşimiyle, görüntüsüyle, gözümü oydu ne yazık ki. Tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi. Bir de çok zor bir coğrafya, in çık,in çık, daracık yollar. Havası da öyle. Boğuldum ve kaçtım.
Binaları, o kötü, çok kötü yapılaşmayı, hiçbir göz zevki taşımayan yapılaşmayı geçici olarak gözümden sildiğimde ortaya muhteşem bir doğa çıkıyor ama, geçmiş olsun tabii.
Hani, yahu bu ülkenin neresinde göz zevkini hesaba katan bir yapılaşma var sanki deseniz. Doğru sözün önünde kırk tane ters parende atarım. Öyle maalesef.
Bunun nedenleri üzerinde konuşmak çok uzun sürer. Göçebelikten başlayıp, dinden tutup, üretim tarzından çekiştirip, yerel değerlere sıkışıp kalan köylü toplumsal yapımızın dünya ve değerleri ile haşır neşir olamamışlığından ötürü estetik değerlerini ancak eğirdiği yünle göz nuru el emeği döktüğü halıda, kilimde yansıtabildiğiyle devam edip gitmek gerekir.
Ve daha neler neler konuşmak gerekir. Geçelim.
Filyos, Zonguldak'ın plajı gibi. Yeni bir düzenleme yapılıyor. Filyos'un az ilerisinde bir akarsuyun denize karıştığı yerde öğle yemeği molası verme gafletinde bulundum. Güzelim geniş ve uzun kumsal naylon atıklarıyla doluydu.
Ve dün akşam Bartın'a gelip geceyi İnkumu'nda geçirdim. Ve şu an itibariyle bu satırları da oradan yazıyorum.
Yolum Sinop' a doğru.
Plan, program yok... Öyle, tek tabanca.
Adapazarı'ndan kuzeye Karasu... Orada sordum. Maden deresine düşmüş dediler. Gittim, hatta geceledim acaba gece mi görebilirim diye .
Maden deresinin hemen dibine çektim akşam üstü. Hava karardı kararıyor, yola yakınım, bir şahin geçti yoldan. Şahin gözleriyle beni farketmiş olmalı ki, az ileride durdu, geri geldi. Durdu, baktı,baktı, baktı... Üşenmedi manevra yaptı yanıma geldi. İçinden biri indi. Yaklaşınca uzandım. Camı açsana dedi, kapıyı açtım.
- Gezginci misin ?
- He.
- Antenin var ?
- He.
- Televizyon da seyrediyorsun ?
- Hı.
- Hımmm.
Sonra çekti gitti yurdum insanı. İki kişiydiler, diğeri arabadan inmedi. Ne niyetle geldi, ne umdu, ne buldu bilmem.
Selam sabah yok " açsana camını " . Oldu paşam. Kapıyı açtım ne görecekse görsün diye. Hödük. Yontulmamış tomruk.
Daha da sıralayacağım da, olur da bir hanım okursa bu satırları mahçup olmak istemiyorum.
Hep meraklılarla karşılaşıyorum tabii, yadırganacak bir durum değil yurdumda ama... Aması var işte. Neyse...
Sonra Akçakoca... Yıllar önce geçtiğimden farklı olarak kafe ve restaurant sayısını artmış gördüm. Sevindim.
İnsanlar dost, sevecen, nazik. Ona da sevindim.
Sonra Zonguldak... Öğlen vakti geçtim şehrin göbeğinden, durmadım hiç ve Filyos'a geldim.
Zonguldak canlı bir emekçi kenti. İnsanlar koşturuyor. Şehir gibi şehir gördüğüm kadarıyla. Kadınlar her yerde. Benim için kadınsız şehir olmaz. Bu anlamda söylüyorum.
Oysa binalarıyla, yerleşimiyle, görüntüsüyle, gözümü oydu ne yazık ki. Tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi. Bir de çok zor bir coğrafya, in çık,in çık, daracık yollar. Havası da öyle. Boğuldum ve kaçtım.
Binaları, o kötü, çok kötü yapılaşmayı, hiçbir göz zevki taşımayan yapılaşmayı geçici olarak gözümden sildiğimde ortaya muhteşem bir doğa çıkıyor ama, geçmiş olsun tabii.
Hani, yahu bu ülkenin neresinde göz zevkini hesaba katan bir yapılaşma var sanki deseniz. Doğru sözün önünde kırk tane ters parende atarım. Öyle maalesef.
Bunun nedenleri üzerinde konuşmak çok uzun sürer. Göçebelikten başlayıp, dinden tutup, üretim tarzından çekiştirip, yerel değerlere sıkışıp kalan köylü toplumsal yapımızın dünya ve değerleri ile haşır neşir olamamışlığından ötürü estetik değerlerini ancak eğirdiği yünle göz nuru el emeği döktüğü halıda, kilimde yansıtabildiğiyle devam edip gitmek gerekir.
Ve daha neler neler konuşmak gerekir. Geçelim.
Filyos, Zonguldak'ın plajı gibi. Yeni bir düzenleme yapılıyor. Filyos'un az ilerisinde bir akarsuyun denize karıştığı yerde öğle yemeği molası verme gafletinde bulundum. Güzelim geniş ve uzun kumsal naylon atıklarıyla doluydu.
Ve dün akşam Bartın'a gelip geceyi İnkumu'nda geçirdim. Ve şu an itibariyle bu satırları da oradan yazıyorum.
Yolum Sinop' a doğru.
Plan, program yok... Öyle, tek tabanca.