kaşif
Hakan Özkaya
Bir zamanlar altındı
Haliç, “iç deniz” demek ama ona hep altınlı yakıştırmalar yapılmış. Aslında, güneş batarken Galata sırtlarından bakarsanız, boşuna altın tanımlaması yapılmadığını anlarsınız. Çünkü o saatlerde Haliç’in suları altın gibi parıldar, insanın gözünü kamaştırır.
[attachment=1]
Haliç’in her iki yakasının uzunluğu 16 kilometredir. Kasımpaşa ile Cibali arasında kıyılar birbirine iyice yaklaşıp, kayıkçıların işini kolaylaştırır.
Haliç’in bugününü anlatmak, pek keyifli olmasa gerek. Çünkü renkli cümleler kurduracak görüntüleri, heyecanlı satırlara konu olacak yaşamları, sayfalar dolusu kitaplar yazdıracak öyküleri bulmak artık olanaksız.
Örneğin İlhan Berk’in, geçmişini anarken bulamadığı anılar gibi:
“Ben/ Haliç’in çocuğuyum/ Neredesin İzmirli Muhtar Amca/ Ayakabıcı Dayko/ Berber Kani/ Nerelerdesiniz.../ Çocukluk arkadaşlarım/ Nerede top oynadığımız çadırlar/ Bacası duman tüten fabrikalar/ Nereye karıştı.../ Haliç sularındaki mavi düşlerim/ Çocukluk anılarım/ Nerede iskeleye yanaşan son vapurlar/ Oturmaya gelen anneannem/ Ak sakallı dedem/ Neredesiniz anneciğim, babacığım/ Nerede Haliç’teki ayak izlerim?”
Eğer zamanınız olsaydı ve bir sabahınızı Haliç’e ayırsaydınız, Piyer Loti’nin gördüklerini siz de görür ve onun gibi, Haliç için şu güzel cümleleri kurabilirdiniz: “Haliç’in nihayetinde, Eyüp’ün muazzam peyzajı... Çok eski ağaçlardan mürekkep bir ormandan, mermer beyazlığıyla çıkan mukaddes cami ve sonra müzlim renkler taşıyan ve içine mermer parçalar serpilmiş mezarlıklarıyla hakiki bir ölüm şehri olan hazin tepeler... Sağda, üzerinde binlerce yaldızlı kayıklı Haliç, küçültülmüş bir şekilde bütün İstanbul, kubbe ve minarelerini birbirine karıştıran camiler...”
REŞAT EKREM’İN SİTEMİ
Ünlü tarihçi Reşat Ekrem Koçu, hâlâ Haliç’i keşfetmemiş olan sizlere bakın nasıl sitem ediyor: “Eyyüb’de, Karyağdı Bayırı’nda, mesleğinde titiz Haşim Dağdeviren’in elinden bir fincan kahveyi içerken İstanbul’un muhteşem panoramasını seyreden kaç İstanbullu vardır? Bir büyük şehrin kendi halkı, içinde yaşadığı beldenin güzelliklerini bilmezse, o şehir nasıl bir turist şehri olur? Yarım asır kadar evvel bu kahveyi biz değil, bir dostumuz, müteveffa Pierre Loti keşfetmişti...”
Belki siz de haklısınız. Binaların bazıları, camiler, deniz, mezar taşları her ne kadar yerli yerinde duruyorsa da, Haliç’in asıl renkleri yok oldu gitti. Yani ne Küçük Virjin’in Küplü kantosu ne de Agora Meyhanesi kaldı. Balat gecelerini şenlendiren ünlü Papatya tangosu, Haliç’i haraca kesen namlı kabadayı Perendeoğlu’nun yeri göğü inleten naraları, Fener’in güzel
Musevi kızları ne Yahudi kadınlarının yaptığı anasonlu kurabiyeleri, bahçelerinde limon ve nar yetişen Hasköy evleri, Ayvansaray’ın karpuz kıç kayıkları, Galata ile aşık atan Lonca meyhaneleri tarihe karıştı. Yani tüm renkleri silindi gitti.
Ama siz yine de Haliç’i ihmal etmeyin. Özellikle sabahın erken saatinde, pusun bazı çirkinleri örttüğü zaman oraya giderseniz, geçmişi hiç olmazsa hayal edersiniz. Haliç öyle kolay kolay anlatılamaz, kitaplara sığdırılamaz. Onun için size bazı ünlü semtleri, özet halinde anlatmaya çalışacağım.
[attachment=2]
PİYERLOTİ VE KAHVESİ
Aslında Haliç’in sonundaki bu kahve, adını verdiği semtten daha ünlüdür. Adı, 19’uncu yüzyılda Rabia Kadın Kahvesi’ydi. Vahidizade Ailesi’nden bu kadının adının kahveye neden verildiği bilinmiyor. Kahve daha sonra Seyfullah’a, Kanbur Halid’e, Yakup’a, ondan sonra da 1926’da Haşim Dağdeviren’e geçmiştir. Haşim Bey kahveyi tam 30 yıl işletmiş. Ardından işi devralan Ali Bey burayı harabeye çevirmiştir. Ünlü kahve 1964’te Sabiha Tansuğ sayesinde yok olmaktan kurtulmuştur.
Fransız yazar Pierre Loti, bu kahvenin aşığıdır. Yazar Aziyede romanını bu kahvede yazmıştır. Kahve daha sonra, bir Haliç hayranı olan Piyer Loti’nin adıyla anılmıştır.
Haliç’in bitimindeki Kağıthane’den geçerken, gördükleriniz size bir şey ifade etmez. Geçmişini öğrendiğinizde şaşırıp kalırsınız. Adını Bizans döneminde dere kıyısında kurulan kağıt imalathanesinden alır. Her dönemin eğlence merkezi oldu. Osmanlı’da saray ailesinin ve devlet erkanının en gözde mesire yerlerindendi. Değeri Sultan III. Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa zamanında daha da arttı. Bu dönemde Kağıthane lale bahçesine dönüşüp bir çok köşk ve kasırlarla süslendi.
1730’da Patrona Halil isyanı sırasında buradaki bütün köşkler yerle bir edildi, tahtaları hamamlara yakacak olarak satıldı. Cumhuriyet döneminde Kağıthane’de kurulan fabrikalar semti iyice tanınmaz hale getirdi. Bir zamanlar içinde çeşit çeşit balığın yaşadığı Kağıthane Deresi, simsiyah suların aktığı bir mikrop yuvasına dönüştü.
Eğer Kağıthane’ye yolunuz düşerse 1722’de inşa edilen Sadabad Camii’ni ziyaret etmenizi öneririm. Sarkis ve Agop Balyan tarafından inşa edilen bu cami ayakta kalmak için direnmekte.
RİVAYET MUHTELİF
Eyüp semtinin karşı kıyısında yer alan semtin adı konusunda çeşitli rivayetler vardır. Kimine göre semt bu adı, burada bulunan kadınların sütünü çoğaltan bir ayazmadan almıştır. Bazı kaynaklar ise Bizans döneminde bu semtte bir çok küçük ahırın bulunduğunu, kentin süt ihtiyacının buradan karşılandığı için buraya Sütlüce dendiğini iddia ederler. Bazıları ise semte, arazi yapısından dolayı “Setlice” dendiğini bunun sonradan Sütlüce’ye döndüğünü öne sürerler.
Bizans döneminde pek tercih edilmeyen bu semtin gelişimi 16’ncı yüzyıldan itibaren başlar. Semt kısa bir sürede İstanbul’un en gözde mesire yerlerinden biri olur. Evliya Çelebi’nin tarifine göre semt Galata Kadılığı’na bağlı, müstakil Subaşısı ve hakimi olan, 200 kadar bakımlı, cennet gibi bahçeli, saraylar ve diğer yüksek binalarla süslü şirin bir kasabadır.
Doğal olarak bu görüntüler bugünkü Sütlüce’de yoktur. Ama yine de bu semtin ara sokaklarında, geçmişi hayal ederek dolaşmak Haliç’i tanımanızda yardımcı olacaktır.
FENER
Fener’in zirvesinde kırmızı tuğladan yapılmış, Viktorya tarzı dev bir yapı vardır. Galata’dan Haliç’e bakıldığında göze önce bu bina çarpar. Kentin siluetlerinden biri olmuştur. 1882’de tamamlanan bu kırmızı yapıda, Yunanlıların Megali Skhola, yani Büyük Okul dedikleri Fener Rum Lisesi bulunur. Bizans sonrası Rum aristokrasisinin ünlü ailelerinin çocukları burada eğitim görmüştür. Okul hâlâ açıktır ama, sınıfları dolduracak kadar öğrencisi yoktur. Muhteşem yapının yanında durup, bugünkü Fener semtine bakacak olursanız şunları görürsünüz: Daracık sokaklar, çoğu yıkılmak üzere olan 3-4 katlı cumbalı, kagir evler. Bu yaşlı ve yorgun binalarda hâlâ yaşam sürmektedir. Yaşayanlar, evlerinin kırığını döküğünü, renkli badanalarla örtmeye çalışmıştır. Onun için bu evler, aşırı makyajla kırışıklıklarını örtmeye çalışan yaşlı kadınlara benzer. Balkonlara gerilmiş iplerdeki yıpranmış, renkleri solmuş çamaşırlar,
Haliç’ten esen rüzgarla uçuşup durur. Tüm bu manzaraya bakınca, Fener’in yoksul bir semt olduğunu hemencecik anlarsınız. Bu semtte hiç kimse yoksulluğunu saklamaz. Fener’in bugünü yoksuldur ama, geçmişi hiç de öyle değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre burası, “1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dünya tiyatrosudur.” Sadece İstanbul’un değil, bütün Akdeniz dünyasının en önemli ve anlamlı mahallelerinden birisidir.
BALAT
Haliç’in hikayesi en bol, hakkında en çok yazı yazılmış semtlerindendir. Sermed Muhtar Alus şöyle anlatır: “Gepgeniş, apaydınlık bir cadde, sağda solda koca koca binalar, derli toplu dükkanlar. Taramadan balık yumurtasına kadar çeşit çeşit mezeleri, rakıları, şarapları, biraları camekanına dizmiş mezeci. Evlerinin önlerinde, kapılarında süslü süslü kadınlar, kucaklarında, yanlarında çocukları, melon şapkalı, siyah setreli, altın köstekli, sakallı sakallı adamlar. Şaşkın şaşkın etrafa bakıyorum, burası Balat ha!..” Şimdi ne bu anlatılan insanlar ne Reşat Ekrem Koçu’nun Fertek meyhanesi var. Görkemli günlere dönüş için çaba gözleniyor. Umarım yarım kalmaz.
EYÜP
Adını, Hazreti Muhammed’in yakınlarından Eba Eyyub’tan aldı. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Eyüp, Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra Müslümanlar için en kutsal yerlerden biriydi. Tekkeler, saray mensuplarına ait türbeler ve mezarlarla kaplandı. Tahta oturma, kılıç kuşanma sünnet, doğum ve zafer kutlamaları hep bu semtte yapıldı. Lale Devri’nin en gözde mekanıydı. Eyüp kebabı, Eyüp kaymağı, kuş lokumu, hacı lokumu, reçellik gülleri, can erikleri, Sultan Selim incirleri çok meşhurdu. Bunları yemek ve satın almak için herkes buraya koştururdu. Eyüp’ü en güzel seyyah Edmondo de Amicis anlatır: “Bu, fevkalalede sessizliğe gömülmüş aristokrat mahalle, uhrevi bir hüzünle beraber, dünyevi bir hürmet hissini ilham eden bembeyaz, gölgeli ve şahane bir güzelliğe sahip bir mezar şehridir...”
Kaynak : http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/18934195.asp
Haliç, “iç deniz” demek ama ona hep altınlı yakıştırmalar yapılmış. Aslında, güneş batarken Galata sırtlarından bakarsanız, boşuna altın tanımlaması yapılmadığını anlarsınız. Çünkü o saatlerde Haliç’in suları altın gibi parıldar, insanın gözünü kamaştırır.
[attachment=1]
Haliç’in her iki yakasının uzunluğu 16 kilometredir. Kasımpaşa ile Cibali arasında kıyılar birbirine iyice yaklaşıp, kayıkçıların işini kolaylaştırır.
Haliç’in bugününü anlatmak, pek keyifli olmasa gerek. Çünkü renkli cümleler kurduracak görüntüleri, heyecanlı satırlara konu olacak yaşamları, sayfalar dolusu kitaplar yazdıracak öyküleri bulmak artık olanaksız.
Örneğin İlhan Berk’in, geçmişini anarken bulamadığı anılar gibi:
“Ben/ Haliç’in çocuğuyum/ Neredesin İzmirli Muhtar Amca/ Ayakabıcı Dayko/ Berber Kani/ Nerelerdesiniz.../ Çocukluk arkadaşlarım/ Nerede top oynadığımız çadırlar/ Bacası duman tüten fabrikalar/ Nereye karıştı.../ Haliç sularındaki mavi düşlerim/ Çocukluk anılarım/ Nerede iskeleye yanaşan son vapurlar/ Oturmaya gelen anneannem/ Ak sakallı dedem/ Neredesiniz anneciğim, babacığım/ Nerede Haliç’teki ayak izlerim?”
Eğer zamanınız olsaydı ve bir sabahınızı Haliç’e ayırsaydınız, Piyer Loti’nin gördüklerini siz de görür ve onun gibi, Haliç için şu güzel cümleleri kurabilirdiniz: “Haliç’in nihayetinde, Eyüp’ün muazzam peyzajı... Çok eski ağaçlardan mürekkep bir ormandan, mermer beyazlığıyla çıkan mukaddes cami ve sonra müzlim renkler taşıyan ve içine mermer parçalar serpilmiş mezarlıklarıyla hakiki bir ölüm şehri olan hazin tepeler... Sağda, üzerinde binlerce yaldızlı kayıklı Haliç, küçültülmüş bir şekilde bütün İstanbul, kubbe ve minarelerini birbirine karıştıran camiler...”
REŞAT EKREM’İN SİTEMİ
Ünlü tarihçi Reşat Ekrem Koçu, hâlâ Haliç’i keşfetmemiş olan sizlere bakın nasıl sitem ediyor: “Eyyüb’de, Karyağdı Bayırı’nda, mesleğinde titiz Haşim Dağdeviren’in elinden bir fincan kahveyi içerken İstanbul’un muhteşem panoramasını seyreden kaç İstanbullu vardır? Bir büyük şehrin kendi halkı, içinde yaşadığı beldenin güzelliklerini bilmezse, o şehir nasıl bir turist şehri olur? Yarım asır kadar evvel bu kahveyi biz değil, bir dostumuz, müteveffa Pierre Loti keşfetmişti...”
Belki siz de haklısınız. Binaların bazıları, camiler, deniz, mezar taşları her ne kadar yerli yerinde duruyorsa da, Haliç’in asıl renkleri yok oldu gitti. Yani ne Küçük Virjin’in Küplü kantosu ne de Agora Meyhanesi kaldı. Balat gecelerini şenlendiren ünlü Papatya tangosu, Haliç’i haraca kesen namlı kabadayı Perendeoğlu’nun yeri göğü inleten naraları, Fener’in güzel
Musevi kızları ne Yahudi kadınlarının yaptığı anasonlu kurabiyeleri, bahçelerinde limon ve nar yetişen Hasköy evleri, Ayvansaray’ın karpuz kıç kayıkları, Galata ile aşık atan Lonca meyhaneleri tarihe karıştı. Yani tüm renkleri silindi gitti.
Ama siz yine de Haliç’i ihmal etmeyin. Özellikle sabahın erken saatinde, pusun bazı çirkinleri örttüğü zaman oraya giderseniz, geçmişi hiç olmazsa hayal edersiniz. Haliç öyle kolay kolay anlatılamaz, kitaplara sığdırılamaz. Onun için size bazı ünlü semtleri, özet halinde anlatmaya çalışacağım.
[attachment=2]
PİYERLOTİ VE KAHVESİ
Aslında Haliç’in sonundaki bu kahve, adını verdiği semtten daha ünlüdür. Adı, 19’uncu yüzyılda Rabia Kadın Kahvesi’ydi. Vahidizade Ailesi’nden bu kadının adının kahveye neden verildiği bilinmiyor. Kahve daha sonra Seyfullah’a, Kanbur Halid’e, Yakup’a, ondan sonra da 1926’da Haşim Dağdeviren’e geçmiştir. Haşim Bey kahveyi tam 30 yıl işletmiş. Ardından işi devralan Ali Bey burayı harabeye çevirmiştir. Ünlü kahve 1964’te Sabiha Tansuğ sayesinde yok olmaktan kurtulmuştur.
Fransız yazar Pierre Loti, bu kahvenin aşığıdır. Yazar Aziyede romanını bu kahvede yazmıştır. Kahve daha sonra, bir Haliç hayranı olan Piyer Loti’nin adıyla anılmıştır.
Haliç’in bitimindeki Kağıthane’den geçerken, gördükleriniz size bir şey ifade etmez. Geçmişini öğrendiğinizde şaşırıp kalırsınız. Adını Bizans döneminde dere kıyısında kurulan kağıt imalathanesinden alır. Her dönemin eğlence merkezi oldu. Osmanlı’da saray ailesinin ve devlet erkanının en gözde mesire yerlerindendi. Değeri Sultan III. Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa zamanında daha da arttı. Bu dönemde Kağıthane lale bahçesine dönüşüp bir çok köşk ve kasırlarla süslendi.
1730’da Patrona Halil isyanı sırasında buradaki bütün köşkler yerle bir edildi, tahtaları hamamlara yakacak olarak satıldı. Cumhuriyet döneminde Kağıthane’de kurulan fabrikalar semti iyice tanınmaz hale getirdi. Bir zamanlar içinde çeşit çeşit balığın yaşadığı Kağıthane Deresi, simsiyah suların aktığı bir mikrop yuvasına dönüştü.
Eğer Kağıthane’ye yolunuz düşerse 1722’de inşa edilen Sadabad Camii’ni ziyaret etmenizi öneririm. Sarkis ve Agop Balyan tarafından inşa edilen bu cami ayakta kalmak için direnmekte.
RİVAYET MUHTELİF
Eyüp semtinin karşı kıyısında yer alan semtin adı konusunda çeşitli rivayetler vardır. Kimine göre semt bu adı, burada bulunan kadınların sütünü çoğaltan bir ayazmadan almıştır. Bazı kaynaklar ise Bizans döneminde bu semtte bir çok küçük ahırın bulunduğunu, kentin süt ihtiyacının buradan karşılandığı için buraya Sütlüce dendiğini iddia ederler. Bazıları ise semte, arazi yapısından dolayı “Setlice” dendiğini bunun sonradan Sütlüce’ye döndüğünü öne sürerler.
Bizans döneminde pek tercih edilmeyen bu semtin gelişimi 16’ncı yüzyıldan itibaren başlar. Semt kısa bir sürede İstanbul’un en gözde mesire yerlerinden biri olur. Evliya Çelebi’nin tarifine göre semt Galata Kadılığı’na bağlı, müstakil Subaşısı ve hakimi olan, 200 kadar bakımlı, cennet gibi bahçeli, saraylar ve diğer yüksek binalarla süslü şirin bir kasabadır.
Doğal olarak bu görüntüler bugünkü Sütlüce’de yoktur. Ama yine de bu semtin ara sokaklarında, geçmişi hayal ederek dolaşmak Haliç’i tanımanızda yardımcı olacaktır.
FENER
Fener’in zirvesinde kırmızı tuğladan yapılmış, Viktorya tarzı dev bir yapı vardır. Galata’dan Haliç’e bakıldığında göze önce bu bina çarpar. Kentin siluetlerinden biri olmuştur. 1882’de tamamlanan bu kırmızı yapıda, Yunanlıların Megali Skhola, yani Büyük Okul dedikleri Fener Rum Lisesi bulunur. Bizans sonrası Rum aristokrasisinin ünlü ailelerinin çocukları burada eğitim görmüştür. Okul hâlâ açıktır ama, sınıfları dolduracak kadar öğrencisi yoktur. Muhteşem yapının yanında durup, bugünkü Fener semtine bakacak olursanız şunları görürsünüz: Daracık sokaklar, çoğu yıkılmak üzere olan 3-4 katlı cumbalı, kagir evler. Bu yaşlı ve yorgun binalarda hâlâ yaşam sürmektedir. Yaşayanlar, evlerinin kırığını döküğünü, renkli badanalarla örtmeye çalışmıştır. Onun için bu evler, aşırı makyajla kırışıklıklarını örtmeye çalışan yaşlı kadınlara benzer. Balkonlara gerilmiş iplerdeki yıpranmış, renkleri solmuş çamaşırlar,
Haliç’ten esen rüzgarla uçuşup durur. Tüm bu manzaraya bakınca, Fener’in yoksul bir semt olduğunu hemencecik anlarsınız. Bu semtte hiç kimse yoksulluğunu saklamaz. Fener’in bugünü yoksuldur ama, geçmişi hiç de öyle değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre burası, “1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dünya tiyatrosudur.” Sadece İstanbul’un değil, bütün Akdeniz dünyasının en önemli ve anlamlı mahallelerinden birisidir.
BALAT
Haliç’in hikayesi en bol, hakkında en çok yazı yazılmış semtlerindendir. Sermed Muhtar Alus şöyle anlatır: “Gepgeniş, apaydınlık bir cadde, sağda solda koca koca binalar, derli toplu dükkanlar. Taramadan balık yumurtasına kadar çeşit çeşit mezeleri, rakıları, şarapları, biraları camekanına dizmiş mezeci. Evlerinin önlerinde, kapılarında süslü süslü kadınlar, kucaklarında, yanlarında çocukları, melon şapkalı, siyah setreli, altın köstekli, sakallı sakallı adamlar. Şaşkın şaşkın etrafa bakıyorum, burası Balat ha!..” Şimdi ne bu anlatılan insanlar ne Reşat Ekrem Koçu’nun Fertek meyhanesi var. Görkemli günlere dönüş için çaba gözleniyor. Umarım yarım kalmaz.
EYÜP
Adını, Hazreti Muhammed’in yakınlarından Eba Eyyub’tan aldı. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Eyüp, Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra Müslümanlar için en kutsal yerlerden biriydi. Tekkeler, saray mensuplarına ait türbeler ve mezarlarla kaplandı. Tahta oturma, kılıç kuşanma sünnet, doğum ve zafer kutlamaları hep bu semtte yapıldı. Lale Devri’nin en gözde mekanıydı. Eyüp kebabı, Eyüp kaymağı, kuş lokumu, hacı lokumu, reçellik gülleri, can erikleri, Sultan Selim incirleri çok meşhurdu. Bunları yemek ve satın almak için herkes buraya koştururdu. Eyüp’ü en güzel seyyah Edmondo de Amicis anlatır: “Bu, fevkalalede sessizliğe gömülmüş aristokrat mahalle, uhrevi bir hüzünle beraber, dünyevi bir hürmet hissini ilham eden bembeyaz, gölgeli ve şahane bir güzelliğe sahip bir mezar şehridir...”
Kaynak : http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/18934195.asp