Arabayla Transilvanya

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan myguldo Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 52
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 14,735
Eski şehir iç içe geçmiş üç meydandan oluşuyor: Birincisi ana meydan:
Piata Mare
UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi”ne alınan Büyük Meydan. Tüm kutlamalar, festivaller, hatta voleybol maçları bile burada gerçekleştiriliyor. Gezmeye buradan başlamakta fayda var, zaten çoğu gezilecek yer de bu meydanda veya çevresinde yer alıyor. Ortaçağ’da pazarların kurulduğu yer de, idamların gerçekleştirildiği yer de burasıymış. 13.Yüzyıldan kalma Konsey Kulesi zaman içinde tahıl ambarı, yangın gözetleme kulesi, geçici hapishane, botanik müzesi gibi birçok fonksiyon üstlenmiş. Yüz yıllarca halk buluşmalarına ve halka açık infazlara sahne olmuş.

Palatul Brukental (Brukenthal Sarayı): Şu anda müze şeklinde kullanılan son derece görkemli saray ülkenin en eski ve en güzel sanat koleksiyonlarından birini barındırıyor. 1780’lerde inşa edilen binada dönemin ünlü Hollandalı, Flaman, Alman ve İtalyan sanatçılarına ait 1090 eserini görebilirsiniz. Müzede ayrıca binlerce tarihi el yazması kitap ve Romanya’nın ilk matbaa makinesi yer alıyor.



Sibiu (Orasul de Sus) Yukarı şehir 45.798656 24.154164

Meydandaki önemli binalar:

Biserica Romen Katolik kilisesi:
Bu barok tarzı bina 1700lerde yapılmış. Altın işlemeli duvarları ve fresklerle kaplı tavanları var. Kilise renkli mermerler ve taş oymalar ile süslenmiş. Ayrıca önemli bir Transilvanya’lı savaşçının mezarı yer alıyor.

Büyük Meydan ile Piata Mica’nın (Küçük Meydan) birbiriyle buluştuğu noktada Konsey Kulesi bulunuyor.

Turnul Sfatului (Konsey Kulesi): 1220’lerde inşa edilen kule zaman içinde buğday ambarı, yangın kulesi, nezarethane ve botanik müzesi olarak kullanılmış. Kulenin Tepesinden şehrin manzarasını izlemek ve resimlemek mümkün, fakat günümüze orijinal kuleden yalnızca ilk kat kalmış. En üst katta saatin mekanizmalarını görebiliyorsunuz. Sık sık resim sergilerine ev sahipliği yapıyor.



Etnografya Müzesinin yanından da Piata Albert Huet’e (Albert Huet Meydanı) geçiliyor.

Lutheran (Protestan) Katedrali
Kentin sembolü haline gelmiş yapılardan biri. 14.yüzyılda inşa edilmeye başlanan gotik tarzdaki kilise 73 metrelik bir kuleye sahip. Katedralin içerisindeki duvarlarda mezarlar yer alıyor. 16. Yüzyılda duvardaki mezarlar yenilenerek Kan kırmızısı ve Gri renk mermerlerle kaplanmış. Bahçede hem dini hem de politik açıdan önemli bir adam olan Piskopos Georg Daniel Teutsch’un 3,5 metrelik heykeli yükseliyor.



Kilisenin kulesinden kent manzarası


Küçük Meydan ile Albert Huet meydanını birbirine, cıvıl cıvıl kafe ve pubların sandalyeleri arasından ulaşabileceğiniz ünlü küçük Demir Köprü bağlıyor.

Demir Köprü (Yalancılar Köprüsü)


1859 tarihli köprü Romanya’nın en eski demir köprüsüymüş. Önceden tahta olan bu köprüde üçkâğıtçı tüccarlar ve aşklarının sonsuza kadar süreceğini iddia eden uçarı âşıklar buluştuğundan, ismi Yalancılar Köprüsü’ne çıkmış. Yine bir efsaneye göre üzerinde yalan söylenirse köprünün çökeceğine inanılıyormuş.
 

Etiketler


Karşı uçta ise alt şehre inen pasajlı merdivenler karşınıza çıkıyor.

Pasajul scarilor (Merdiven geçidi)




Kentin en ilginç yerlerden biri de Eczacılık müzesi. 16 yüzyılda inşa edilmiş bir binada yer alan ülkenin bu en eski eczanesi 150 yıldır aktif olarak kullanılıyor. Vitrinlerinde mikroskoplar, havanlar, deney tüpleri ve kâselerden, tıbbi aletler ve ilaçların nasıl yapıldığını anlatan üç buçuk asırlık yazılara kadar 6600’ın üzerinde parçadan oluşan bir koleksiyon yer alıyor.

Weinkeller Restoran’
ın
çok hoş bir mahzen ve bahçe ortamında sunduğu yemek ve içkileri (özellikle şarabı) denemeye değer.



Sibiu’nun ülke açısından önemli bir özelliği de, Romanya'nın ilk hastanesi, kayıtlı ilk okulu, ilk müzesi, ilk eczanesi ve ilk kâğıt fabrikasının burada kurulmuş olması. Dahası ilk Romence kitap burada basılmış.


Saat 1'e yaklaşırken, bitkin bir halde eve dönüp, pestil gibi uyuyoruz.

20.8.2017

Bugün planda Astra Açık Hava müzesi, öğleden sonra da Sighişoara var. Tam çaylarımızı içip programı detaylandırmaya uğraştığımız sırada kapı çalınıyor. “Hoppala” diyerek açtığımızda 40 yaşlarında cana yakın ufak tefek bir kadın çıkıyor karşımıza. Rusça konuşup konuşmadığımızı soruyor Rusça olarak, ardından “Almanca biliyor musunuz?” diyor. İngilizce ‘de karar kılınca teklifsizce içeri dalıveriyor. Elinde iki litrelik bir şişe var. Bahçedeki üzümlerden kendi yaptığı kırmızı şarap olduğunu ve bize hediye etmek maksadıyla getirdiğini söylüyor. Ve arkasından motor gibi konuşmaya başlıyor (sık sık İngilizce konuştuğunu unutup Almanca’ya kayarak). Adı Adrina Popa olan hanım Nicole’un teyze kızıymış, balkondan görülen arka taraftaki uzantıda oturuyormuş. Alt katta anahtarı onda duran bir ara kapı varmış. Bir yandan kesintisiz biçimde konuşurken, odadan odaya seğirtiyor, rahip amcanın uzun yıllar kaldığı kilitli odaya dalıyor, bütün eşyaları , dolapları karıştırıyor. Giderek endişe etmeye başlıyoruz. Ben bir ara arabaya koşup kuru yemiş, çikolata, neskafe filan ne bulursam doldurup getiriyorum; altta kalmak olmaz. Pek hoş ve dost canlısı bir hanım, ama çenesi hiç duracak gibi değil. Biz "Astra’ya gideceğiz, bir an önce çıksak” diyoruz. “Aaa, ben de oraya gidicem, düğünümüz var, öğle sonrası kilisede toplanacağız” diye yanıt veriyor. "Belki buluşuruz" diyerek, zar zor iznini alıp kendimizi sokağa atıyoruz. On - on beş dakika uzaklıktaki Dambrovo ormanına doğru gaza basıyoruz.

Gölü, çam ağaçları ve uçsuz bucaksız çayırlarıyla eşsiz güzellikte bir doğal ortamda sunulan geleneksel halk yaşamından tarihsel örnekleri dolaşmaya başlıyoruz.

Complexul National Muzeal ASTRA
(45,755681 - 24,116267)

O kadar zengin ve çok eşsiz güzellikte öğeler içeren bir kompleks ki burası, çekmeye doyamadığımız resimlerden kaç tanesini buraya koysam yeterli olur, bilemedim. Hele bir başlayalım bakalım:







Ormanda çalışanların dinlenme mekanı

 

Astra Ulusal Halk Medeniyetleri Kompleksi SİBİU

Ülkenin her yanında çok yaygın olan ahşap kiliselerden biri ve önünde tören için toplanmış kalabalık


Kilisenin içi



Dönemine ve bölgesine göre çatılar ya kalın ot yığınlarından ya da üst üste oturtularak birbirine bağlanan ince uzun kesilmiş kurutulmuş tahta (dal) parçalarıyla yapılıyor.



Bunun gibi çok tanrılı dinler çağına ait çok sayıda tahta totem gördük.



Duvarda Lenin ve Stalin’in resimlerinin yer aldığı (tahta sıraları ve duvar haritasıyla ilkokul günlerimizi anımsatan) bir okul dersliğine konuk olduk.



Demircisiz köy olur mu?
 

Astra Ulusal Müzesine devam


Biber çeşitleri burada da aynı şekilde kurutuluyor


Uzunca bir süre arka arkaya dolaştığımız bir Amerikalı çiftle bolca karşılıklı resimlerimizi çekmek hem keyifli oldu, hem de işe yaradı.











Rüzgar değirmeni de var, su değirmeni de




Tam “hem yorulduk, hem acıktık” dediğimizde, karşımıza burası çıktı. Menü: Hemen oracıkta pişirilen açık gözleme benzeri bir börek, sosis ve köfte, tabi bol miktarda içki. Yörenin özellikle tatlı şarabı ve likörü ünlüymüş.




Peynirli langoşumuzu bu şirin hanım kızımız pişirdi.

 

Astra Müzesi devam >>>




Bu geleneksel giysilerin düğün – kutlama gibi törenlerde giyildiğine tanık olduk.



Burası sanki kalabalık bir ailenin sitesi gibi




Göl üzerindeki sahne ve izleyici banklarından burada zaman zaman konserler verildiği anlaşılıyor


Bizim gezdiğimiz müze alanının yanında arka tarafa düşen üzerinde teknelerin yüzdüğü başka bir kocaman göl, çocuk oyun alanları ve hayvanat bahçesi bulunan bir park alanı daha olduğunu gözlemliyoruz. Zaman sınırlılığından ötürü 3-4 saatle sınırlamak zorunda kaldığımız gezimizin sonunda sevimli restoranı geçip ana kapıya geliyoruz.

Buradaki el yapımı sanat eserleri ve hediyeliklerin satıldığı mağazayı gezmemek olmaz. Özellikle gezimiz sırasında gördüğümüz ahşap evlerin yerel seramikten yapılmış çeşitli boylardaki örnekleri, geleneksel giysili bebekler, tahta kaşıklar ve çeşitli ahşap süsler ilgimizi çekiyor.

Artık bölgenin en güzel tarihi kentlerinden Sighişora yollarına koyulma vakti.

 



Bu güzel bilgiler ve fotoğraflar için teşekkürler,biz zamanında buralardan çok hızlı geçmiştik ancak hatırladığım sibiu ve arad gibi şehirlerde macarlar yaşıyordu,oraların mimarısı bile romanyanın diğer bölgelirine göre çok farklıydı
 

Bazı bölgelerde Macarlar ağırlıklı. Almanlar özellikle 2. dünya savaşı sonrası ülkeyi terk etmişler. Ama kültürlerinden en çok bu iki ulusun ağırlıklı etkisi var. Ülkenin Kuzey ve Doğu kesimlerinde ise Moldova -Ukrayna kültürünün etkisinin hissedildiğini söylüyorlar. Bence bu tür karışımlar zenginlik üretiyor.
 

95 Km.lik yol üzerinde sıkça bu bakır damıtma cihazlarını satan dükkanlar gördük Ama tam olarak ne amaçla kullanıldığını öğrenemedik




Sighişoara (Segeşvar)

Yine Sakson’lar tarafından kurulmuş bir ortaçağ yerleşimi. UNESCO Dünya Miras Listesindeki şehir Transilvanya’da gördüğümüz en güzel şehirlerden biri. VI. yüzyıl’dan kalma rengârenk evleri, dar sokakları ve şirin cafeleri ile Sighişoara, Avrupa’da Ortaçağ’dan bugünlere en az bozulmayla gelebilmiş kale içi şehriymiş. Öyle ki şehrin tarihi merkezi bir bütün olarak UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.

12. Yüzyıl’da, Transilvanya’ya Macarlar’ın hâkim olduğu dönemde, Osmanlı’yı tehdit olarak gören Macar Kralı bölgedeki hâkimiyetini sağlamlaştırmak amacıyla Hıristiyanlığın koruyucusu olan Saksonlar’a (Almanlar) Transilvanya’da toprak vaat ederek onların bu bölgeye yerleşmelerini sağlamış.

Şehrin girişinde 1937 yapımı görkemli bir Ortodoks kilisesi değişik mimarisiyle ilgimizi çekiyor.





Arabamızı aşağıdaki düzlükte bulunan belediyenin parasız otoparkına bırakıp dar sokaklardan surlara doğru tırmanışa geçiyoruz.







 



Sokakları şenlendiren renkli evler genellikle tüccar ve zanaatkarlara aitmiş. Dracul’un oğlu Vlad Tepeş işte bu renkli ve şirin şehirde 1431’de doğmuş ve dört yaşına kadar burada yaşamış. 14. yüzyıldan kalma meslek loncalarına ait kulelerden bazıları hala duruyor. Kasaplar kulesi, terziler kulesi, kürkçüler kulesi, ayakkabıcılar kulesi, tabakçılar kulesi gibi…


Bu kulelerden en önemlisi 1280 tarihli 64 metre yüksekliğindeki Saat Kulesi. Saatin içinde çeşitli değerleri simgeleyen 7 tane tahtadan yapılma Roma mitolojisi karakteri var ve hepsi haftanın bir gününe denk geliyor. Diana (Pazartesi), Mars (Salı), Merkür (Çarşamba), Jüpiter (Perşembe), Venüs (Cuma), Satürn (Cumartesi) ve Güneş (Pazar).

Kulenin daracık merdivenlerinin gözünü korkutamadığı eşim Saat kulesine tırmanıp nefis resimler çekiyor.



Saatin askerleri








 



Segeşvar

Saat Kulesi önündeki pazar alanı, kale meydanı



Her yıl Temmuz ayında şehir merkezinde oldukça canlı ve hareketli bir Ortaçağ Festivali düzenleniyormuş. Festivalde müzikten tiyatroya, geçit törenlerinden sergilere, el sanatlarından konferanslara sizi bir hafta sonluğuna da olsa Ortaçağ’a taşıyan birçok aktivite gerçekleştiriliyormuş.

Bizim denk geldiğimiz etkinlik, meydandaki kültürler arası müzik festivali oldu




Meydanı geçip surları gezmeyi sürdürüyor ve kuleleri birer birer tavaf ediyoruz





Aralarda böyle akla ziyan geçiş yolları da var. Sizi mezarlığa ve tepedeki mezarlık kilisesine götürüyor. Gezinizi sürdürmek için mecburen geri dönüyorsunuz.



Terzi kulesi
 

Sighişoara < devam

Kale içindeki birçok seyir terası önümüze farklı manzaralar açıyor



Burası surun bir tepe noktasındaki mezarlık kilisesi (Kapalı merdivenlerle ulaşılıyor).


Ayakkabıcı Kulesi


Arnavut kaldırımlı daracık yollarda çeşitli sürprizlerle karşılaşarak ine çıka dolaşıyoruz.



Segeşvar’da ne surlar bitiyor, ne de kuleler


Festivale gelmiş bir grubu yakalıyoruz bir kuytuda dinlenirken
 


Her yerde karşımıza çıkan Vlad Tepeş haliyle doğum yeri olan şehirde de karşılıyor bizleri.


Yakın döneme ait bu kilise gözümüze pek sade görünüyor

Bugün, neredeyse en uzun gezdiğimiz ve en çok yorulduğumuz gün oldu. Saat kulesinden yokuş aşağıya inen yol üzerinde Piata Cetatii’deki Café International & Family Centre‘da böğürtlenli mufin ve peynirli - sebzeli turtayla birer kahve içip, dönüşe geçtik.

Geç bir saatte eve vardık. İşlerimizi çabucak bitirip Sibiu’yu biraz daha gezmek istiyorduk ki, kapı çaldı. Aşağıda gördüğünüz geleneksel giysisiyle Adrina gelmişti yine.



Düğün törenine bu geleneksel kıyafetle katılmış. O an aklımıza geldi, sorduk: “Günlerdir her yerde düğüne rastlıyoruz, bu ay evlenme ayı mıdır nedir?” Gerçekten de öyleymiş. Bir süre önce başlayan bu kutsal dönemde evlenmek oldukça makbulmüş.

Adrina’dan zor bela izin alarak kalan sınırlı zamanımızı değerlendirmek umuduyla eski şehre koştuk. Yorgun argın bir süre daha dolaşıp bir iki resim çektikten ve Gogoşier’den aldığımız böreklerle eve döndük.




Tatlısı tuzlusuyla birbirinden güzel börekler satan Gogoşier hayli kalabalıktı.





Balkonda oturup üzüm yiyerek ertesi günün hazırlıklarını yaptık. Yıkanıp kuruyan çamaşırlarımızı ütüleyip valizlere yerleştirdik. Sınır kenti Sighetu'da kalacağımız yeri ayırttık. Yolumuzun ve gezilecek yerlerin ayrıntılarına baktık. Bütün bataryalarımızı şarja taktık. Mutfağı toparladık. Artık, hızlı bir kahvaltının ardından yola çıkmaya hazırdık.
 

TRANSİLVANYA dan Maramureş'e

Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Sibiu – Sighetu Marmetei arası 200 kilometre civarında. Yol ülkenin 2. Büyük kenti olan Cluj Napoja (Kaloşvar) yakınından geçiyor. Emekli gezginler olarak “işinde gücünde olan” bu sanayi şehrini rahatsız etmeyi düşünmüyoruz. Bölgede “Turda” adlı ünlü bir tuz madeni var. Ama biz dünyaca ünlü Krakow yakınındaki Wielicizka Tuz madeniyle randevulaşmışız önceden.

Basıp gidiyor, kendimizi dağ yollarına vuruyoruz.

Sebeş

Yol üzerindeki Daçya-Roma geçmişinin ardından 12. yyda Saksonlar tarafından inşa edilen kent Sebeş’in başlıca görülecek yapıları romanesk- Gotik Evanjelik kilisesi, Transilvanya meclisinin toplandığı Zapolya Evi ve 8 kuleden ayakta kalan Terzi ve Ayakkabıcı kuleleri.



Yapımı 2 yüzyıla yayılan Evanjelik Kilisesi

Bölge yakınlarındaki Rapa Rose kayalıkları diye bilinen ilginç doğa oluşumu epeyce turist çekiyormuş




Romanya’nın kuzeybatısında Ukrayna’ya komşu olan Maramureş bölgesi Daçya’nın tarihsel köy ve el zanaatları (ahşap işçiliği) kültürünü önemli ölçüde korumuş. Bu yöre, ASTRA Müzesinde gördüğümüz padavralı (çeşitli en ve uzunlukta köknar-ladin çatı örtüsü tahta) çatıları ve sivri kuleli tahta kiliseleriyle, ahşap işleme kapılarıyla bambaşka bir dünya. Çevteye yayılmış çok sayıda ahşap kilise Unesco dünya Mirası kapsamına alınmış.

Maramureş bölgesinde oymalı tahta kaşıklar ve ahşap yumurtalar yaygın.




Bran şatosunda ve Sibiu’da gördüğümüz ahşap kaşıklar ve diğer ürünlerden almayıp, hevesimizi çeşit bakımından daha zengin olan bu bölgeye saklamıştık. İyi ki öyle yapmışız. Yol üzerinde çok sayıda dükkân görünce, Dej’de mola verip eşe dosta değişik yüz ifadeleri oyulmuş kaşıklar aldık.

Bare Mare’den çıktıktan sonra dağlık bölgedeki Pasul Gutai geçidinde yoğun bir sis ve yağmura boğulduk. Buralar kayak merkeziymiş.




Barsana yakınlarında harikulade güzellikteki bir ahşap kiliseyi görünce yakından bakmadan geçemiyoruz. Bahçedeki ağaçlardan topladığımız yeşil elmalar da amortisi.




Kilisenin kapısındaki tahta işlemelerin güzelliği nefes kesiyor.
 



Ahşap kilise kapısı bir başka güzel

Sighetu Marmetei

Tisa nehri kıyısında sıra sıra dağ tepeleri ve tarım arazileriyle çevrili 100.000 nüfuslu Sighetu Marmetei ülkenin kuzey batısında yer alan Maramureş’in başlıca kentlerinden.

Oldukça küçük görünen şehir girişine gelmeden önce otelimize ulaşıyoruz: Pansiyon Casa Popan. Ana cadde üstünde geniş otoparklı, bahçeli, bütün odaları balkonlu, rahat görünüşlü, sade ve basit bir otel. Ama bir sorunla karşılaşıyoruz. Yer yok diyor işletmeci. Oysa rezervasyon yaptırmışız, onay almışız (25 Euro). Kadın “biz size sonradan yer kalmadı diye yanıt yazdık” diyor. Kadın da eşi de İngilizce bilmiyor, adam kestirip atıyor, “çekip gidin” diye. Kadın bir şeyler ayarlamaya uğraşıyor ve ne yapıp edip bize bir oda buluyor. Kocasıyla, mutfaktan çıkan yaşlı kadınla kavga ediyorlar. Herkes durmadan karşılıklı bağrışıp çağrışıyor. Kendimi Kasımpaşa’da, Hacı Hüsrev’de gibi hissediyorum.

Sonunda kavga-gürültülü odamıza girip yerleşiyoruz. Hava çok soğuk, battaniye istiyoruz. Booking.com’daki sayfasında yazılandan farklı olarak yemek servisi de yok, kahvaltı da. (Yaşananları booking.com'a yazacağız elbette) Çay yapmak için sıcak su istiyoruz. Saat beşe geliyor. Fazla oyalanmadan hemen yarım saat uzaklıktaki Sapanta köyüne doğru yola çıkıyoruz.

Sapanta Girişinde konukları bir "ahşap tak" karşılıyor



Derken bu yaşa kadar gördüğümüz en ilgi çekici mezarlığa geliyoruz.


Bir zamanlar yanı başındaki kilisesiyle çevre halkının olağan defin yeri olan Sapanta mezarlığı, güzel boyalı ve işlemeli ahşap mezar yazıtları sayesinde ülke ve dünya çapında tanınır olmuş. Bu nedenle haklı olarak sıradan bir mezarlık olmaktan çıkıp, parayla gezilen bir müzeye dönüşmüş.








(Resimdeki kara renkli zata: "Teşekkür ederim, ben şimdilik almayayım.)
 




Restorasyon halindeki mezarlık kilisesi de aynı resimli anlatım konseptine uymuş.

Kuşkusuz burada, bu renkli resimli mezar başlıklarıyla anlatılan bir şey var:


İnanışın özü şu: Ölüm bir başlangıç, son değil. Mezar taşları (tahtaları) üzerinde merhumun hayatının iyi ve kusurlu yanlarını mizahi bir yaklaşımla işleyen kitabeler ve tanıtıcı resimler yer alıyor.

1,5 metre uzunluğunda haç şeklinde başlıklı meşe tahtalar üzerine kazınan resimler ve yazılar renkli boyalarla süslenmiş.
Her rengin bir anlamı var elbette. Sarı: doğurganlık (çok çocuklu), kırmızı: tutku, yeşil: hayat, siyah: erken ölüm. Mavi ise umut ve ferahlığı simgelediğinden, tahtaların zeminleri hep maviye boyanmış.


Resimlerden merhumun hayatını nasıl geçirdiği, ölümlü dünyada nasıl bir işlev üstlendiği anlaşılıyor.



Çevrede çok sayıda ahşap işçilik ürünleri ve işlemeli, desenli kumaşlardan yapılma ürünler ve bebekler satan dükkân yer alıyor. Herhalde hava soğuk olduğundan mezarlıkta bir miktar turist varsa da, tezgâhları gezen oldukça azdı.






Sapanta’da dükkanlar



Bu yöredeki rengârenk kilimlerin daha çok geometrik desenli oluşu, dediklerine göre Osmanlı kültürünün etkisini yansıtıyormuş

Bölgenin en yüksek yapısı olduğu söylenen Peri Manastırı da burada.


 

BENZER KONULAR