Biraz da altın renkli kilisenin etrafında dolanıp, yine yola revan olduk.
Yukarıda gördüğünüz sevimli doğa manzaraları arasından devam ettik. Bu saman yığma şekli çok hoşumuza gitti. Rast geldikçe resimlerini çekip durduk. (Biz İtalya yollarında da yuvarlak rulolar halinde tarlalarda sıralanmış saman yığınlarına kafayı takmıştık zaten. Artık nasıl pastoral bir tat buluyorsak samanda!?)
Bu arada, ilgilenebilecekler için şu bilgiyi es geçmeyelim: Bizim izlediğimiz yolun dışında, motosiklet ve spor araba erbabının tercih ettiği, inanılmaz virajlarla dolu Trans Fagaraşan ve Trans Alpina denilen, bir “çılgın“ rota daha bulunduğunu belirtelim. Meraklıları bu yolun sürüş heyecanı yanında güzel orman ve göl manzaraları içerdiğini de söylüyorlar.
Vlad Tepeş’in gerçek kalesi Transafagaraşan yakınlarında imiş.
SİBİU
Bu keyifli molanın ardından yolumuza devam edip modern görünümlü dış mahallerden geçerek Sibiu’da aradığımız sokağı bulduk. 2 gece için 70 Euro’ya anlaştığımız bir pansiyon-evde kalacaktık. Navigasyon tam kapısının önünde durduğumuzu söylüyordu, ama biz terk edilmiş izlenimi uyandıran bahçe içinde arkaya doğru bir uzantı yapısı bulunan, 2 katlı bir villaya bakıyorduk. Kapıda
“Casa Popa” (Popa ailesinin evi) yazısının dışında pansiyona verildiğini belirten hiçbir işaret yoktu. Gelen geçene ve az ilerdeki otel resepsiyonuna yönelttiğimiz sorulardan sonuç alamayınca, telefona sarılmaktan başka çare kalmadı. Neyse ki ev sahibine ulaşıp doğru adreste olduğumuzu öğrendik.
Biraz sonra Nicole ve erkek arkadaşı Bogdan geldi ve bizi bahçeden geçirip bodrum kata indirdi. Bahçeye bakan alt kat yenilenip düzenlenmiş üç çift kişilik oda ve bir ortak mutfaktan oluşuyordu. Ama biz "yer altında konaklama" seçeneğine itiraz edince, sevimli çift “bu kısım yenilenmedi, biraz eskicedir, ama” diyerek bizi üst kata çıkarıp kocaman bir aile evine (Nicole'un vefat etmiş ana babasının (Popa ailesinin evine) soktu bizi. Burası gıcırdayan ahşap parkeleri, tarih olmuş biblolarla dolu camekânı, hantal yatağı, devasa seramik sobası, kocaman ferah mutfağı ve üzeri yeni yeni olgunlaşan üzümlerle dolu bir asmanın sarmaladığı balkonuyla bulunmaz bir yerdi bizim için. Çok sıcak bir atmosferde bulmuştuk kendimizi, çok mutluyduk.
Ne ki, bu atmosferin bir süre sonra daha da ısınacağını bilmiyorduk.
Yerleşme aşamasını ne kadar kısa tutmaya çalışsak da, kenti gezmek için arabaya atladığımızda hava çoktan kararmıştı bile.
Bugüne kadar gördüğümüz bütün yerlerden farklı bir düzeni vardı kentin. Araç yolu meydana yakın bir kavşaktan dönüp eski binalar arasından inişe geçti. Ve bizi aşağı şehrin arka sokaklarına götürdü. Güzel bir tarihi yapının önünde yol kenarındaki bir boşluğa arabamızı sıkıştırıp sese ve aydınlığa doğru rampa tırmanmaya başladık.
Sibiu eski şehir
12. Yüzyıl’da eski Roma köylerinden Cibinium’un yerinde kurulan Sibiu, diğer Sakson şehirlerinde olduğu gibi yüksek duvarlar ve 39 kuleyle korunan bir ticaret ve zanaat şehriymiş Saksonların Transilvanya’da kurduğu 7 şehirden en zengini ve en büyüğü. 1940’lara kadar nüfusun büyük çoğunluğu Alman’mış. Dolayısıyla şehrin kültür ve mimarisini tamamen Alman mirası şekillendirmiş.
Büyükçe bir öğrenci nüfusuna sahip olan kent kültür & sanatın Romanya’daki en büyük kalesi olarak tanınıyor. 2007’de Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Sakson mimarisine serpiştirilmiş turistleri büyüleyen sevimli restoran ve cafelerin, akşamları gençlerin doluştuğu pubların sergilediği dinamizme karşın, Forbes Dergisi tarafından Avrupa’nın en huzurlu 8. kenti seçilecek kadar da sakin ve huzurlu bir kent.
Yukarı ve Aşağı Şehir
Düzenlenişi bildiğimiz şehirlerden hayli farklı. Platonun üstü ve etekleri olmak üzere iki katlı bir yerleşim gibi düşünebilirsiniz:
Oraşul de Jos ve
Oraşul de Sos (Aşağı ve Yukarı Şehir). Eteklerde orta çağdan kalma evler, üstteki düzlükte ise 1600-1800ler arası yapılan binalar var. Şehir tam bir yaya-dostu. İki kat arasındaki merdivenleri inip çıkarak, kalın duvarlı geçitleri aşarak yüzyıllar arasında dolaşmak inanılmaz keyifli.