Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan hiç Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 54
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 23,914

hiç

Kamp II
Mesajlar
463
Tepkime Puanı
106
Yaş
70
Yer
İstanbul
Hani iki kadeh anason yudumlayınca “ ne olacak bu memleketin hali?..” ahvaline bürünürüz ya…Eh, hani Bilgi sahibi olmadan fikir yumurtlayıp “ ukala, geri zekalı sarhoş dümbük, ağzına içmesini bilmiyor ki, çenesine döküyor…Üstelik bir de işkembe-i kübradan atıyor ” gibi pek de sevimli olmayan anılmalara muhatap olmama endişesi de var…
Üstüne üstlük “ çok okuyan değil çok gezen bilir “ gibi aslında epey tartışmalı bir denklemi kendimize bahane etmişliğimizi de eklediğimizde, bir de Türkçe’nin ustalarından kalemi öpülesi Nâzım Hikmet…

Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim .

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu!
Bu davet bizim.

Yaşamak!
Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim!
Dediyse… Durmak niye?


Urfa’ya gitmişliğim var ama çok oldu. Mardin, Gaziantep, Diyarbakır, Van ve diğer illeri bilmiyorum. Ben bu coğrafyaya hanidir kendimce bir isim koymuştum.
Töre bölgesi…
Törenin ağırlıklı olarak insanların üstüne çöktüğü bölge. Hatta hukukumuzun bile üstüne çöken bir töre bu. Töre nedeniyle cinayet işleyenler için töre baskısı hafifletici bir neden olarak görülüyordu hukukumuzda.
Dolayısıyla o bölgeyi iyice bir gözlemlemek, hissetmek istiyorum ne zamandır.

Yola çıkmaya varım da, gitmeye varım da, korkularım da var. Elimde değil ister istemez yapacağım, karşılaştıracağım, kıyaslayacağım. Ölçüp,biçip, tartacağım. Doluya, boşa koyacağım.
Daha dün gibi Yunanistan ve İtalya yolculuğum.
Hafızamda, ezberimde.
Yolundan tabelasına, binasından kaldırımına, heykelinden sokak müzisyenlerine, insanların giyim kuşamından parktaki çocuğuna ve daha pek çok şey gözümün önünde.
Ve biliyorum kahrolacağım.

Göğe bakan gözlerde, sabır ve güç dileği, yere bakan gözlerde acı ve çaresizlik, ileri bakan gözlerde umut saklıdır.
Ben de ileri baktım ve ikiledim.

İstanbul’um koca şehir. Koca kilometreleri arkanda bıraksan da bitmek bilmiyor sanki.
Kestirmeyi seçtik Eskihisar’dan yürürevimizle birlikte arabalı vapura yüklendik.
Sevgili Oğuz bizi Mudanya’da beklemekte, eşi Tülay kardeş zaten bizim araçta, eşim Sedef’le yolculuğa yeni çıkmanın heyecanını paylaşıyorlar.
Evet, gerçekten bu yolculuğa hazırlanma telaşı ve nihayet, ama “ nihayet “ duygusuyla yola çıkış heyecanı bir başka türlü.
“ En güzel günler, henüz yaşanmamış olanlardır…” ümidini taşıyor olsa gerek.

Topçular iskelesi, Yalova dünkü İstanbul’un ilçesi, bugün Türkiye’nin yeni ili ve Bursa’nın
kenarından Balıkesir, İzmir istikameti… derken Mudanya iskelesi.
Oğuz, bizleri orda sabırsızlıkla bekliyor. Selamlaşma, kucaklaşma faslından sonra…
” Eee n’apçez şimdi? ”
Anason koklamaya ve taam etmeye henüz zaman var, üstelik yolda haberleştiğimiz ve davetimi nezaketle kabul eden bizim yürürevin eski sahipleri Nail bey ve eşini beklemek durumundayız.
Sevimli Mudanya sokaklarında, korumaya alınmış ve kısmen onarılmış eski evler arasında biraz yürüyüş, akşam çayı, orda mı demlensek, burada mı konaklasak derken Bursa’lı dostlar da arz-ı endam eylediler zaten. Ve Nail beyin aşina olduğu ve benim de onun sayesinde daha önce tecrübe ettiğim mezeleri güzel, rakısı da zehirli olmayan denize nazır bir mekâna kapağı attık sonunda.
Elbet sohbet ağırlıklı olarak karavan, karavanlar, karavancılık, model, kalite, yolculuk, zaman darlığı, gibi kavramlar üzerine yoğunlaştıysa da, eninde sonunda yine “n’olcek bu memleketin haline?..” geldik.
Burada bir gözlemimi aktarmam gerekiyor.
Düzgün insanlar, ki bu tanım sayfalar gerektirir ve bu yüzden herkes meşrebine göre anlasın, ekonomik durumları yeterli olsa da, kişisel gelecek kaygıları olmasa da, bana ne demiyorlar. Ve Türkiye’mizin geçmişe göre pek çok konuda gelişmiş olması da, hal ve gidiş hakkında onlara yeterince güven duygusu veremiyor. Samimiyetle endişe ediyor ve üzülüyorlar.
İşte bu samimiyet de benim için ayrı bir umut oluyor.
Sevimli Mudanya’da, güzel bir akşamı, güzel dileklerle tamamlayıp Nail bey ve eşini Bursa’ya yolcu ediyoruz.

Araçlarımızı daha önce iskelenin yakınında denize sıfır bir alana çekmiştik zaten. Hemen önümüzdeki banklarda biraz daha sohbet ediyoruz ama seslerimiz ninni tonunda çıkmaya başlayınca ilk gecemizi noktalıyor ve büyük şairin rüyasını paylaşıyoruz.
Yaşamak!
Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim !...


Sabah ben erkenciyim.
Mümkün olduğu kadar sessiz çayımı demleyip, iki lokma sigara altlığı atıştırıp, çay fincanımı elime alıp kendimi dışarı, hemen önümüzdeki banka atıyorum.
Güneş henüz yükseliyor, ortalıkta kimseler yok. Deniz, martılar ve ben. Uzaktan küçük bir balıkçı teknesi pıt pıt pıt larıyla denize açılıyor.
Az sonra arkamda bir ses duyuyor ve dönüyorum. Bir berduş…
Sigara istiyor. Veriyorum.
Kafası iyi. Sigarayı alnına koyuyor ve sonra ağzına götürüp çekermiş gibi yapıyor. Sonra sigaranın ucuna bakıyor, sonra benim gözlerime. Çakmağı çıkartıp sigarasını yakıyorum. Gözlerini gözlerimin içine dikiyor ve “ uyandın mı keriz !?..” diyor. Hiç bozuntuya vermeyip gülüyorum ve “ helâl olsun, iyi espriydi !..” diyorum.
Şöyle ağzının içinde yuvarlayıp bir eyvallah çekip, sigaralı sağ elini başına götürüp beni selamlıyor ve uzaklaşıyor. Ben de günün ilk sigarasını yakıp çayımı yudumlayarak arkasından bakıyorum. Orada burada ki şişeleri topluyor. Yavaş yavaş, hiç acelesi yok.
Gittikçe uzaklaşıyor benden ama ara sıra bakıyor. Tam, kafasından ne geçiyor acaba diye düşünürken bana uzaktan bir el işareti yapıyor. “ Nasıl da geçirdim… “ der gibi. Kendi kendime gülümsüyor ve mırıldanıyorum.

“ Helâl olsun ve günaydın hayat! “

Bir minibüs gelip yakındaki büfenin önüne günlük gazeteleri atıp gidiyor. Sonra yine sessizlik. Daha doğrusu dört ses ayırt edebiliyorum. Denizin sesi, martılar, uzaklaşmakta olan balıkçı teknesi ve epey açıkta demirlemiş bulunan geminin içinden ve derinden gelen makine sesi.

Hava serinden öte soğuk, üstüme bir şey almaya niyetlenirken berduşa doğru bir göz daha atıyorum ki, bizimki işi abartmış, elindeki torbayı yere bırakmış, iki elini yana açmış, belden aşağı ileri geri hareket halinde… Bu sefer basıyorum kahkahayı. Bereket çevrede kimse yok.

İçeri giriyorum, hem çayımı tazeliyorum, hem sırtıma bir yelek alıp dışarı çıkıyor ve yine banka çöküyorum. Yüzüm denize dönük. İki üç yudum çaydan sonra bir sigara daha yakmak için elimdeki çay fincanını banka bırakıyorum ve sigaramı yakıyorum. Bakmadan tekrar çay fincanıma el atıyorum ki, yok. Olduğum yerde şöyle bir dönerken, ters yönden ve arkamdan bir el sigaramı ağzımdan kapıveriyor. Kendimi iki adım ileri atıp geriye dönüyorum. Bizim berduş, bir elinde çay fincanım, bir elinde sigaram, belden aşağı ileri geri hareket halinde sırıtıyor. Gülünmeyecek gibi değil ki, yine patlatıyorum kahkahayı.

Ufak tefek, fakat göbekli, patlıcan burunlu, mavi gözlü, dökük kır saçlı, beyaz tenli, belki daha genç ama elli yaşlarında gözüken, büyük bir ihtimalle balkan kökenli, üstü başı dökük ama temiz yüzlü ve de sevimli bir tip.

Aslında benim düştüğüm durum daha da komik. Anlaşılan benim içerde bulunduğum süre içinde koşup gelmiş ve bizim yürürevin arkasına saklanmış, sonra da ben banka oturup yüzümü denize dönünce, arkamdan, nasıl da becerdiyse duyamayacağım kadar sessizce yaklaşmış. Vallahi bir kere daha helâl olsun. Neyse ki kötü niyetli değilmiş.
Gülerek üzerine gittim ve elinden çay fincanımı aldım sonra içeri girip bir karton bardağa o çayı boşaltıp kendisine verdim. Kulağının arkasına bir sigara daha yerleştirip kolundan tuttum ve on metre kadar uzağa götürüp bıraktım ve kesin bir ifadeyle
“ tamam, yeter!..” dedim. Yine ağzının içinde bir eyvallah çekti ve arkasına bakmadan uzaklaştı gitti.

Bu olayı yaşamaktan dolayı son derece memnunum fakat yolculuk boyunca kimseye de anlatmadım, zaten sonra da unuttum gitti ve şimdi aklıma geldi.
Anlatmadım, çünkü tedirgin edici bir olaydı. O derece sessizce arkamdan yaklaşan biri kötü niyetli olsa idi kafama pekala bir şey indirebilirdi ve geride kalanlar “kader ağlarını Mudanya’da ördü…” derdi. Hoca da, “ruhuna el fatihaaaaaaa!...” Eh… Bu düşünce diğerlerinin de aklına geleceği için, onların huzursuz geceler geçirmelerine katkıda bulunmanın gereği yoktu.
Dilimi kıçıma soktum, oldu bitti.
İlginç yani…İnsan dilini kıçına sokarak da huzur sağlayabiliyormuş meğer. Zaten onu bilir onu söylerim. Her şeyin azı, karardır.

Günaydııınnn….lardan sonra kahvaltı faslı ve yola çıkış. Önümüzde bir program var ona uymak durumundayız. İki gün mü, üç gün mü sonra Fethiye’de olup fotoğraf seminerine katılacağız .Dolayısıyla yolda fazla sallanmayacağız ama, tabii tabakhaneye de bok yetiştirmiyoruz. Bu deyimin hikayesini biliyor musunuz, bilmem ama, bana anlatılanı size anlatayım. Aslı var mıdır onu da bilmiyorum doğrusu.
Evvelce derileri köpek dışkısıyla bir işlemden geçirirlermiş ve sağdan soldan toplanan köpek dışkıları tazeliğini kaybetmesin diye koştura koştura tabakhaneye yetiştirilirmiş. Meselenin özü buymuş efendim.

Neyse…
Yola koyulmadan önce Oğuz elime bir telsiz tutuşturdu. Kendimi birden KGB ajanı gibi hissettim. Tabii işi biraz gırgıra vurduk. Aluuuu…sesim geliurmuuu…filan.
Ha sahi… Oğuz’un bir de, adı bazen Eda, bazen Zehra olan bir yön göstereni var. Sanırım yönü doğru gösterdiği durumlarda Oğuz’dan bolca iltifat alıyor ve adı Eda olup şuh sesli metresi oynuyor. “ Sevgilim, sağa dön tatlım…Lütfen hız sınırını aşma, beni korkutuyorsun amaaaa…” Yolu şaşırdığı zamanlarda da… “ Ula herif, donguzun dölüüüü, ne vuruyon bee… Pen saa sola düncen timedimmiii…” diyen Zehra olup, tokadı yiyip kumaya dönüşüyor.
Tabii her iki halde de Tülay kardeş bu işten pek memnun değil doğrusu. Üstelik işi bir hayli zor. Çünkü yerini sağlamlamak için gündüz vakti gökte yıldız bulup yön tayin etmeye çalışıyor. Biz de arkada kih kih gülerek bolca dedikodu yapıyoruz.
Galiba o akşamı Urla’da geçiriyoruz. Onlar da ,bizler de ayrı ayrı dostlarımızla buluşacağız. Yalnız Urla’ya gitmeden önce sahibinden com.da ilanını gördüğüm bir motokaravana bakacağız. Sahibiyle telefonlaşıp İzmir’de buluşuyoruz ve aracın başına gidiyoruz.
Benim hymer in bir küçük modeli. Gerçekten tertemiz, pırıl pırıl bir araç. Zaten aslında sahibi de gönülden satmıyor. Ben de umarım sorununuzu başka türlü halleder ve aracınız sizle birlikte yaşamaya devam eder diyorum ve oradan ayrılıyoruz.
Geceyi Urla’da herkes kendi dostlarıyla geçiriyor ve sabah buluşuyoruz. Yönümüz Fethiye.
Tekrar İzmir-Aydın otoyoluna çıkıp, Muğla’dan teğet geçip Fethiye’deki programa dahil oluyoruz. Güzel fotolar ve dostluk havası içinde üç günümüz rehavetle sarmaş dolaş geçiyor.
Sonra yine hareket vakti geliyor. Aslında çok manzaralı fakat oldukça işkenceli yollardan geçip Kalkan limanına postu seriyoruz. Otoparktan elektriğimizi alıyor ve temiz tuvaleti kullanabiliyoruz.
Limanın iç kısımlarında dolanıp kendimize uygun, ehven bir lokanta seçip akşamın keyfini çıkartıyoruz. Hepimiz birbirimize takılıyoruz, neşeyle anasonumuzu yudumluyoruz. Akşamlar hala serin ama yürekler sıcak.
Sonra keyifler çakır, gözler mahmur, bedenler hafiften yalpalı ufak adımlarla limanı turlayıp yataklarımıza çekiliyoruz.
Günün özeti…Yaşam, dostluk hissettiğin insanlarla güzelleşiyor.

Not tutma alışkanlığım olmadığı için, hafızamı geriye sardırmaya çalışıyorum. Neler beni etkilemiş, neler iz bırakmış?
Ha sahiii…
Galiba Finike civarlarında bir yerdi, Oğuz birden tepinmeye başladı. “ Ben mavi yengeç yemek istiyorum, mavi yengeç yiyeceğim, mavi yengeç, mavi yengecim benim... Vallahi şuradan şuraya gitmem, mavi yengeç yemem lazım! “. Aman ne tepinmek.
Hayda…Yahu ne oldu şimdi durup dururken bu çocuğa. Ne munis, ne yumuşak çocuktu, birden bire ne oldu şimdi.
“ Tamam kardeşim…” dedik. “…Tamam yeriz…Dur sakin ol ”.
“ Ama şarap da içicaaaz… Tamammıııııııı…Söz ver ama tamammıııııııı…”
Yahu çattık!
Bu arada soran gözlerle Oğuz’u en yakından tanıyacak olan eşi Tülay’a bakıyoruz. Hani bize bir işmar etsin, bir tüyo versin de nasıl davranacağımızı bilelim. Yani ne bileyim çocuğun gizli bir hastalığı vardır, arada bir nöbet filan geliyordur. Tülay Oğuz’a bakıp bakıp da “…eeeeeee ben de isteriiiiim…” diye su koyvermez mi?
Eyvaaaah!... Yandı gülüm keten helva! Buyurun buradan yakın.
Yahu madem arkadaşlarımız mutlu olacak, lafı mı olur. Uzatmayalım, en kısa yoldan bir mavi yengeçciye kapağı attık.
Oğuz 2800 cclik citroeniyle topukladı uçtu zaten. Ben arkasından 1900 cclik fiat-ducatomla tık nefes bir şekilde koşturmaktan mavi yengecin tadına bakmadan piston kolunu elime alıp sekte-i kalpten hurdalığı boylayacağım.
Neyse bulduk onun meşhur mavi yengeçcisini de ısmarladık yengeçleri.
Oğuz’un mavi yengeçcisinin mekanının iki tarafında iki televizyon. Televizyonlarda, biri bitiyor biri başlıyor, bir reklam filmi dönüp duruyor. Meğer o mekanın sahibiyle röportaj yapmışlar, adam kendine ve yengeçlerine aşık olmuş.
Hadi ona da eyvallah da…Karnım aç arkadaş.
“ Yahu Oğuz’cuğum…” diyorum. “ Vallahi ben çok açım, bu kuru ayak yengeçler beni kesmez, güzel kardeşim bak tavuk mavuk da varmış, ben tavuk yesem…” diyorum. “ Olmaaazzz!…” diyor.
Ee sıçtık yaniii… Arkadaş hatırı ne yapalım, katlanacağız.
Neyse… Bizim yengeçler geldi. Adam başı 3 er tane. Amcam, hepimize de birer Zagor baltası verdi.
Neymiş efendim!.. Yengeçleri kırıp kırıp içinden etini çıkartıp yiyecekmişiz. İyi güzel de, et yok arkadaş. Et met yok. Uğraş uğraş..Çıka çıka, yeni doğmuş veledin pipisi gibi bir şey çıkıyor. Bir de o küçücük parçaya bulaşmış kabukları temizlemeye uğraş.
İşkenceye bak sen!
Ah be yengeç Oğuz!.. Aç bıraktın beni. Ama duuur…Dur sen.
Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner…

Antalya’ya varmadan önce olsa gerek Oğuz’un sözünü ettiği ve daha önceden bildikleri Beycik köyüne tırmanıp bir gece de orada konaklıyoruz. Manzara enfes. Aşağılarda üç tane adacık Akdeniz’in laciverdinde anakaraya uzak düşmenin hüznünü yaşıyorlar gibi. Hava soğuk. Herkes evine çekiliyor.

Yanılmıyorsam sonraki hedefimiz Köprülü kanyondu.
Köprülü kanyon yolu üzerinde konaklıyoruz..
Delice akan su kenarında ve bizim dostların daha önce konakladıkları bir kır lokantası. Akşam ala balık, rakı ve neşeli sohbetle geçiyor. Ertesi gün hedefimizi gerçekleştiriyoruz. Köprülü kanyonun köprüsünün taşları zamana taş gibi direniyor.
Bir sürü yerli yabancı turist kendilerini şişme botlarla deli köpüklerin kucağına bırakıyor. Çığlıklar, kahkahalar gırla. Dünya gençliği eğleniyor. Türkiye’m için güzel bir görüntü.

Yine yola koyuluyoruz…
Sahil yolunu izleyerek, orda burada keyifli molalar vererek, Akdeniz’in laciverdinde gözlerimizi dinlendiriyoruz. Hava yolculuk boyunca bize sorun çıkartmıyor. Ne sıcak, ne soğuk. Rahatız.

Alanya’ya varıyoruz.
Park yeri, yürüyüş, akşam üstü bira keyfi. Orada yine bizimkilerin daha önce konakladıkları denize sıfır bir otoparkta konaklıyoruz. Uygun düştüğü için kendimizi sotalayıp soframızı donatıyoruz. Bir yanda Alanya kalesi, bir yanda deniz, kadehler dolu. Sonra boş. Sonra tekrar dolu. Sohbet, gırgır.
Güzeldi.

Yola devam.
Sallana sallana, tıngır mıngır, avareliğin tadını çıkartıyoruz.
Anamur civarlarında kalenin dibinde “Paradise” kampingde konaklıyoruz. Bizden başka üç yabancı motokaravan daha var. Biri ilginç. Tam eski sirk furgonları gibi ve ahşap görünümlü.
Bir diğeri ki kendisi Almandı. “ Bu kadar yol geldim ilk defa Türk plakalı karavanlara rastlıyorum. Oysa ülkeniz bu iş için ne kadar da uygun…” filan gibi konuştu.
Gel de anlat şimdi. Eğitimden mi tutarsın, kültürden mi çıkarsın. Ekonomiden, alım gücünden mi söz edersin, bürokrasiden ve vergiden mi dem vurursun.
“ Okullar henüz tatil olmadı da…” dedim, kestirmeden.
“ Ahszooooooooooo…” çekti ve gitti. Anlamadı. Ben de zaten anlatamamıştım.

Yola çıktık yine.
Oğuz Silifke’nin kuzeyinde tarihi bir kalıntıdan ve konaklayacak bir yerden söz edip duruyor. Niyetimiz orası.
Lâkin neye niyet neye kısmet.
Tam Silifke’ye geldiğimizde bizim altımızdan mı, önümüzden mi, o anda tam olarak çözemediğim bir takım metalik sesler.geliyor. Hemen boşa atıp yavaşlıyorum ama ses yavaşlamıyor. Duruyorum. Motordan bir garip metalik senfoni. Bu arada eksozdan beyaz duman çıkıyor. Galiba yolun sonuna geldik diyerek motoru hemen kapatıyorum ve önde giden Oğuz’u telsizle uyarıyorum.
Kaputu açıp hep birlikte motorun başına çöküyoruz. Yağ tamam. Su tamam. Yağda su, suda yağ yok. O da tamam. Hararet normal. İyi de bu ne?...
Bir cesaret motoru tekrar çalıştırıyorum. Aynı sesle çalışıyor ve beyaz duman atmaya devam ediyor. Korkup durduruyorum. İstanbul’a ustaya telefon edip durumu anlatıyorum. Mazottan olabilir diyor. Bir sorun olup mazot pompası avans vurur gibi ses çıkartabilir diyor. Yakamadığı için beyaz duman atıyordur diye ekliyor.
İyi ama ses çok kuvvetli geldi diye kafamdan geçiriyorum.
Bir yandan da geçmiş çiftçilik günlerini hatırlamaya çalışıyorum. Gerçekten traktörlerde de mazotta bir sorun olduğu zaman benzer durumları yaşamışlığım vardı.
Telefonu kapatıp, tekrar tekrar yağı,suyu kontrol edip marşa basıyorum. Aynı ses ve beyaz dumanla çalışmaya başlıyor ama ses giderek azalıyor ve beyaz duman kayboluyor. Motora gaz verip duruyorum. Her şey normale döndü.
Hepimizde bir sevinç.
Ama yine de yola devam etmeyip biraz gerip dönüp Taşucu’nda konaklamaya karar veriyoruz. Yaklaşık bir 15 km geri dönüş boyunca, gözüm hararette, kulağım eşek kulağı gibi uzamış vaziyette, kah yüksek devirde, kah düşük devirde motoru deniyorum. Hiçbir sorun yok.
Her şeyde bir hayır vardır deyip, üzerinde durmuyoruz.

Oğuz bu sefer de Mersin’de tantuniye takmış durumda.
“ Hocam, Tantuni yiceeez hemi?..” deyip duruyor.
Hiiiiiç itirazım yok. Hiç değilse karnımı doyurabileceğimi biliyorum
Sahilden yavaşça ilerleyerek bir otoparka araçları bırakıp tantunici arıyoruz. Buluyoruz. Doyuyoruz ve yola devam.
Mersin sahil kesimi yapılaşması, düzeni ve temizliğiyle tam not alıyor.

Adana…
Adana’yı, Adana’lılar, eski ve yeni diye ikiye ayırmışlar. Ceyhan barajı tarafı, ki biz hemen baraj gölüne sıfır konakladık, orası, yeni Adana diye geçiyor ve gerçekten baraj çevresi modern ve temiz, çevre düzeni gözleri ağrıtmıyor. Halkımız da baraj çevresinde piknik yapıyor. Bira şişelerini ve naylonları suda yüzen ördeklere eşlik etsin diye baraj gölüne atıyorlar.
Allah’ına kitabına!…Yani onların Allah ve kitap anlayışları böyle bir şey.
Bir Adana’lıya “ ne yapıyorsun kardeşim?.. “ diyecek oldum da, cevap şöyle oldu. “ Lannn…senin Allah’ına kitabına!..”
Askerlik yıllarımdan hatırlarım bu sözü ve davranış biçimini.
Sonuç… Arkadaşı Allah’ına havale ettim. Onlar mutlu mesut halleşecekler.
Adana’da, yol dostlarımızın bizi götürdüğü ve yanılmıyorsam “ bakırcılar çarşısı ” diye geçen bir semtte kebap ve rakı eşliğinde akşamladık. Bu arada; yol dostları yerine “ yoldaş “ sözcüğü cuk oturuyor ama kimileri yanlış anlar diye essssssssss
geçiyorum.

İskenderun’da;
demir çelik tesislerinin içinde gecelemek ve o devasa tesisin içini gezip görmek imkanı bulduk. Neredeyse ayrı bir ilçe gibi, çok özel korunan, okulundan fırınına her şeyiyle kendine yeterli, yanlış hatırlamıyorsam 15000 dekar büyüklüğünde bir yapılaşma. Eşim sayesinde İstanbul’da tanış olduğum ve orada görevli arkadaşlarımızın konuk severliğiyle çok güzel bir akşam daha yaşamış olduk. Ayrıca İskenderun bence sevimli sayılabilecek bir küçük kent.

Sonra ver elini Antakya…
Bir gün ve gecemiz de orada geçiyor. Bu sefer de bizim TV anteni su koyverdi. Açıyoruz, hooop sırt üstü yatıp kalıyor. Ayar mümkün değil. Sedef dizilerim de dizilerim diye tutturuyor. Neyse ki komşunun anteninde sorun yok. Oğuz bir dizi seyri için 20 avro istiyor. Bir kadeh rakıya işi bağlıyoruz. Ertesi gün bu işi bilen bir elemanı çağırıyoruz. Çıkıyor tepemize rüzgarlı bir günde ve ara sıra atıştıran yağmur altında anteni dağıtıyor ve arızanın bir bölümünü gideriyor. Artık uzaktan kumandayla kontrol edebiliyoruz.
İlk önce Oğuz antenini açıyor. Onun anteninin yönüne bakarak, bazen şıp diye, bazen epey bir uğraşarak bizim anteni de ayarlayabiliyoruz.
Oğuz 20 avroya takmış durumda. Yol boyunca her yön tespiti için bir 20 lik istiyor. Her seferinde bir kadeh rakıya fit oluyor ama sürümden kazanıyor.

O gün İskenderun’a dönüp geceliyoruz. Bu arada şehrin dışında güzel bir lokantada demleniyoruz.

Ertesi gün yönümüz Gaziantep.
Adana-Gaziantep otoyoluna ulaşıp kaymak gibi asfaltta yol alıyoruz. Söyleyecek laf yok.
Otoyoldaki yokuş sonuna denk gelen tünellerden birine tam girecekken benim dinamo kayışı yine azizliğini gösterdi.
Hadiii…Çekersin arıza bandına, sağ ön tekeri çıkartırsın takoza, yatarsın altına, iki kasnağa tutturursun yedek kayışı, 22 anahtarla ters yönde çevirirsin krank kasnağını, ıkına sıkına yağlara bulana bulana, atlatırsın kayışı. “ Hah taktım…” diye sevinirsin ki “ nah takmışsın!..”
Zira son anda atlatırken dönük takmışsın be acemi çaylak!.. Hadi al baştan.
Bereket Oğuz kardeş yanı başımda da, en azından moral destek. O da bir şeyler yapmak istiyor ama, ona dans edecek meydan yok. Çünkü bu fiat-ducato’ların sarj dinamolarını, ben, o motoru projelendiren makine mühendisine ana avrat düz gideyim diye bir yere sıkıştırmışlar. Oğuz ne yapsın.
Neyse sonunda hallettik.

Biraz sapma olsa da yolumuzun üstünde Kahraman Maraş var.
Hava kararmadan hedefimize varmanın telaşına rağmen yolumuz bir miktar uzasa da, Maraş’a uğrayıp araçlarımızla bir hatırı kalmasın turu yapıp Antep’e yönleniyoruz.
Gidip de ne gördünüz diye düşünenlere, aklımızın kalmasına değmeyeceğini gördük, derim. Kahramanlığına diyeceğim yok Öyle de kalsın işte.

Gaziantep…
Yine Adana gibi. Bir kısmı eski şehir, bir kısmı yeni…Büyümekte ve gelişmekte olan bir şehir. Estetik kaygılar tıpkı Adana gibi burada da yavaş yavaş uyanıyor sanki… Haa… Haksızlık etmemek için şunu söyleyeyim. Bütün şehirler temiz, amma ve lâkiiiin bütün köyler dökülüyor.
Gaziantep bir buçuk günümüzü ve iki gecemizi aldı. Müzesi, hayvanat bahçesi, baharatı, baklavası, kebabı derken, bir gece eski şehirde otoparkta, bir gece özel izinle hayvanat bahçesi girişinde.

Sonra sıraya Halfeti girdi.
Gaziantep’den hareketle, Nizip üzerinden, Birecik’e varıp kuzeye doğru direksiyon kırdık. Kah su kenarından, kah vahşi görünümlü doğa manzarasından göz payımıza düşen hakkımızdır diyerek Halfeti’de soluğu aldık.
Yine dostların bildikleri bir yerde el frenini çekiyoruz. Sonra tekneyle bir tur, bol fotoğraf. Akşam oluyor ve gece çöküyor. Muhteşem bir sessizlik ve Samanyolu’nun bonkörlüğü altında ve tabii anason eşliğinde ruhani uçuş seansı.
Onlar yattı. Ben gecenin tadına baktım.
Aşk vardı! Tarifsiz bir sonsuzluk vardı! Muazzam bir derinlik vardı! Kayboluş vardı! Hiçlik vardı!
Sonrasının adı yok!

Sırada Şanlıurfa var.
Benim asıl merakım orayla ilgili, çünkü o bölgede geçmişini bildiğim tek yer orası. Yaklaşık on beş sene önce tarım konuları ile ilgili olarak ve iki sene arayla, iki kez üst üste gitmişliğim var.
Ve varıyoruz.
Evet, gerçekten büyük bir değişim. On beş sene önce Viranşehir isminden esinlenerek adını viran Urfa koymuştum
ama bayağı bir değişim olmuş. Temizlik, yollar, çevre düzenlemeleri, binalar, alış veriş…
Evet, maddeten değişim var.
Balıklı gölün etrafı vıcık vıcık insan. Hepsinin elinde cep telefonu, göldeki balıkların fotoğrafını çekiyorlar. Tesettür biçimi
örtülü kadın dolu ortalık. Sanki… tesettür tarikâtı… “ balıklı göle hafta sonu harem tur “ ismi altında bir tur düzenlemiş gibi.
Onların da cep telefonu var.
Onlar da cep telefonuyla göldeki balıkların fotoğrafını çekiyorlar. Bana göre harika bir gelişme.
Çünküüüü…
Kendi namusunu ve korkusunu ve aşağılık kompleksini kadının bacak arasına sıkıştıran ve onu, aslında kendi gözleriyle bakan diğer erkeklerden saklamak için dini alet ederek eve hapseden erkek kafası, çağa ve yaşam nehrinin akıntısına direnmeye devam etse de, özgürlükler sonsuza dek engellenemez.
Şanlıurfa’da da olsa, İstanbul Sultanbeyli’de de olsa, Afganistan’da ya da İran’da da olsa.
On beş yıl önce Şanlıurfa’da, ortalıkta o kadar az kadın görmüştüm ki.
Tesettürlü mesettürlü ortalığa çıkmışlar ya…Şimdilik bu kadar… Üstelik de çok gençler… Ve bazıları da durmadan mesaj gönderiyor birilerine. Kimlere bilmem ama, iffetli mesajlardır zahir. Yani muhakkak.

Urfa’da sadece öğlen yemeği yiyor ve yola koyuluyoruz..
Fazlası beni boğar. Bütün değişime rağmen “ şanlılığı “ onun olsun. Göreceğimi gördüm.

Viranşehir, Kızıltepe ve Mardin.
Oğuz söylemişti. Anlatmıştı. Yani aslında hazırlıklıydım, bekliyordum ama, pes be birader… Yani bu kadar da olmaz. Olamaz. Olmamalı. Olmasın ulaaaaaaaaan!...
Ne yol!.. Ama ne yol arkadaş!.. Yol mu?.. Ne yolu!
Yuh!
Çüş!
Oha!
Höst!
Yazık!
Vah!
Bunlar çukurların ve tümseklerin adları, tabii bir de o yoldan sorumlu olanların.
O yoldan yalnızca bir kez, ama yalnızca bir kez geçmiş ve bir daha asla rüyasında bile görmek istemeyen bir yurttaş olarak
o yoldan sorumlu olanlar için hissiyatım işte şu sıraladığım kelimelerdir.
Utanırlar mı?! Bilmem… Bilemem…Sanmam!..Utanacak gibi bir halleri olsa, o yolun o hale gelmesine zaten izin vermezler. Yani benim hiç ümidim yok. Utanmazlar… Utanmıyorlardır…
Utanın ulaaaaaaaaaaan!...
Sizce ? Artık utanırlar mı?
Acaba, o yolu hep kullanmakta olan bölge insanı için, o yoldan sorumlu olan devlet ne kadar saygın ve güvenilirdir?
Geçelim mi? Pekâla geçtik.

Mardin…
Uzaktan bakınca bir dağın yamacına kurulu taş yığını bir yerleşim. Bütün olarak güzel mi? Değil.
Değişik mi? Müthiş.
Görülmeli mi? Muhakkak!
Benim değerlendirmelerimin özeti böyle. Mardin çok özel ve muhakkak hassasiyetle korunması gerekir. Bizim töre bölgesine yolculuk da, tam kırk beş kişilik şu töre katliamına denk geldi. Biz bu toprakların insanı olduğumuz için aldırmadık gittik. Peki, ya yabancıların tavrı ne oldu acaba bu olayı duyduktan sonra. Ki, orası ancak turizmle ayakta durabilir gibi geldi bana.
Kuyumculuk oranın önde gelen zanaatı imiş ama, o işi yapanlar da Süryani’ lermiş, fakat ortalıkta Süryani kalmamış anlaşılan. Gerçi tek tük varmış hala ve hatta biz, fırlama ve sevimli rehberimiz aracılığı ile içlerinden birinin evine kısa bir süre konuk olduk ve şaraplarını tattık. Mardin’e akşam varmıştık, ertesi yarım günü orda geçirdik
Mardin’de Migros otoparkında konakladık. Bir orası düzdü galiba…

Mardin, Midyat, Hasankeyf…
Hasankeyf bana göre gezimizin yine ilginç yerlerinden biri. İlk gece hemen su kenarında bir kır lokantasında konaklıyoruz. Yemeğimizi orada yiyip elektriğimizi alıyoruz. Keyifli bir akşam ama yine bütün gecelerde olduğu gibi serinlik soğuğa dönüşünce
bizimkiler poplarını ısıtmak için içeri kaçıyorlar. Ben bir kadeh daha mesafe alıyorum.
Karanlıkta su akıyor, gökyüzü yine cömert, yıldızlar döktürüyor. Ses yok, seda yok, korna sesi yok. Çaktırmadan alıştığımız ve farkında olmadan beynimizi kemiren o şehir uğultusu yok. Huzur ve huşu içinde yol alırken hoparlörden ezan sesi yükseliyor…
…!
Hasankeyf’de bir tam gün ve bir gece daha geçiriyoruz ama bu kez konakladığımız yeri değiştiriyoruz. Yine Oğuz biliyor orayı da…Bu Oğuz da her şeyi biliyor yahu.
Ah… Bir de, mavisi de olsa yengeçle karın doyurulamayacağını öğrenmiş olsa.

Diyarbakır’a yollanıyoruz…
Gel bakalım Diyarbakır… Doğunun Paris’i… Olayların şehri…AB’ye giden yolun geçtiği şehir…
Merakla ve sanki biraz da endişeyle varıyoruz. Sanki olaylar olacak, bombalar patlayacak, otomatik tüfekler tarayacak. Yok…Hiçbir şeycik olmuyor. Tıpkı diğer geçtiğimiz yerler gibi sakin. Herkes kendi halinde, işinde gücünde. Temiz sayılır. Düzeni, estetiği, yolu, kaldırımı bildik Türkiye şehirleri ortalamasında. Ne daha iyi, ne daha kötü.
Araçları yine Migros otoparkına bırakıp yürüyerek merkeze gidiyoruz ve kaleye yakın bir yerde, bodrum katı denecek güzel dekorlu bir mekanda öğle yemeğimizi yiyoruz.
Şehre ve insanlarına bakıyorum. Hissetmeye çalışıyorum.
!971 de ilk yurt dışı yolculuğumda, Bulgaristan’da gördüğüm endişenin, çekintinin, gerginliğin izlerini arıyorum. Bir şey algılayamıyorum.
Şunu söyleyebilirim ki, şehirde gerginlik olmasa da biz de vardı.
Kötü bir duyguydu.

Önümüzde Elazığ tabelası;
Yola koyuluyoruz. Yol sorunsuz. Yani idare eder. Yani Türkiye ortalaması. Pek de oyalanmadan Hazar gölüne kadar geliyoruz. Konaklayacak yer konusunda Oğuz internetten bir yer bulduğunu kamping olduğunu söylüyor.
Buluyoruz. Soruyoruz.
Anasının başlık parasını isteyince, “ hayırlı müşteriler be canım!..” deyip birkaç kilometre geri dönüyoruz. Bu sefer yine göle nazır bir tesisin lokantasında akşam faslımızı icra edip, ayrıca bir konaklama bedeli ödemeden bahçesinde huzur içinde geceliyoruz. Hazar gölü ve çevresindeki dağlar ve doruklarına yaslanmış bulutlar gözümüze ve objektiflerimize görsel resital sunuyor.

Ertesi gün Elazığ…
Yine bir şehir turu, öğle yemeği ve Harput harabelerinin tavaf ettikten sonra vın.

Niyetimizde Sivas var ama, Oğuz yine tutturdu.
Divriği’de dünya anıt listesine giren bir ulu camii varmış. İlle de onun fotoğrafını çekecekmiş. “ Yahu…” diyorum “ Camiler hakkında pek bilgi sahibi değilim fakat benim bildiğim bir sürü yerde ulu camii vardır. Onlardan birini karelesen?..”
“ Yok hocam yaaa!...”
“ Peki, nasıl olsa internette filan fotoğrafı vardır, oralardan araklasan?..”
“ Hocam alay mı ediyorsun yaa…Onlar benim gibi fotoğraf çekebilir mi?..Onlar benden araklasınlar…”
Arkadaş hatırı çaresiz vurduk dağlara, taşlara. Doruklardan aşağıdaki bulutlara nanik yaptık. Sağa dönerken sola dönen keskin virajlı ve dar köy yollarından, toplu iğne gibi gözüken devasa çam ağaçlarına kar topu attık bu mevsimde.
O rahat motoru 2800cc. Bizimki takılmış bozuk plak gibi hep aynı sesi veriyor.
Iın…ıın…ıın…ıın…
“ Arkadaş, tabela…râkım 1650 metre diyor…” diyorum telsizle. Arkadan sırıtık bir ses geliyor. “ Kih..kih.. daha önümüzde 1970 metre var…Bilmem ne geçidi. ”
“ Vah benim zavallı ducatooom!… Vah benim dört kocalı Hürmüzüüm!... Vah benim yorgun fahişeeem!… Ulan niye dolgun ve diriyken elime düşmedin de, şu Oğuz’a fantezi nasıl olurmuş gösteremiyoruz haa! ”
Ah ulan! Kader utansın!
Çıktık, çıktık, çıktık. Hava da karardı kararıyor. Dağların doruklarında dört şaşkın. Nihayet 1970 metreyi gördük. Zirve ve iniş. Fakat yol birden yol olmaktan çıkıp dere yatağı gibi oldu. Hay anasını.
Telsizle…” Oğuuuuzzz… Kaç km kaldııııı?..” Cevap “ 30 filan.. “
Eyvah, yol 3o km hep böyleyse en az iki saat çeker. Hava da çöktü iyicene. Vakt-i kerahat de geldi, de geçiyor bile.
Gitti bizim birinci kadeh. Ulan Oğuz sen yok musun?
Neyse yol bir parça düzeldi Oğuz’un Divriği’sinin, ulu camisinin minareleri de göründü.
Oh be…Bir kadeh rakı nasıl da gider şimdi.
İlk önce bir turladık yine sonra acele bir benzin istasyonunun alanına park ettik.
Kadeh elimizde…Her şeyi unuttuk bile…Şimdi gülüyoruz.

Ertesi gün şu meşhur anıt ulu camii. Gerçekten Türkiye’de çok az gördüğüm işlemelere sahip.
Oğuz’u afettim, ama yengeçleri unutmadım. Ben hala ordayım.

Sivas’tayız…
Divriği’nden bastırdık geldik. Sivas’ı galiba hepimiz umduğumuzdan iyi bulduk. Şehir içinde yine şöyle bir turladıktan sonra hiç zaman yitirmeden Kayseri’ye yollandık. Sivas-Kayseri yolu dümdüz ve çoğu yer çift yol. Çalışmalar devam ediyor ve biz de süratle yol aldık. Tuzla gölü diye bir yer gördük. Kalacak bir yer buluruz ümidiyle çevresini turladık ama, nafile.
Bünyan’da soluğu aldık fakat bu kez kötü bir sürpriz Oğuz’un başına geldi. Sol ön lastikte problem. Neyse ki, park ettiğimiz yerde fark etti. Hemen çevreden bir lastikçi ayarlayıp fazla zahmete girmeden o işi hallettik. Kaldığımız yer sevimsiz, hava soğuk, herkes içerde.

Kayseri,
belli ki Türkiye’nin en zengin şehirlerinden. Galiba bir cuma günü oradaydık zira öğlen vakti esnafın yüzde doksanı kapalıydı. Şöyle bir saat kadar iyi mantıcı aradık. Sonra pastırma da alamadan oradan ayrıldık. Çünkü pastırma esnafının herhalde tamamı kapalıydı.

Zıp diye Nevşehir;
Yine dostların daha önce tecrübe ettikleri bir kampingde, ki, adı Kaya kamping olsa gerek…Yayıldık. Bir yayıldık ki o yayılış.
Yaklaşık 26 günlük bir turu yapmış olduk.
Şimdi yorgunluk atma zamanı. Üstelik kamping envai çeşit araç dolu. Daha çok Hollandalılar basmış. Hepsinin aracı bir alem. Biz artık hep beraber ağzımızın suyu aka aka, onun osu da var, bunun busu da var diye kıvrandık durduk.
Yanılmıyorsam üç gün, dört geceyi orada dinlenerek geçirdik.
Sonun da ayrılık vakti geldi.

Dedik ki… Her ne kadar sürç-i lisan eyledikse de… Af ola!
Ve de Eyvallah.

Yoldaşlarımız “Sevim “ çifti bize tam bir ay boyunca hem rehberlik ettiler, hem abartısız içten dostluklarını verdiler. Şu karavancılık merakıma altın bir madalya takasım geliyor.
Çok, ama çok güzel insanlar tanımamıza sebep oldu.
Onlara buradan eşim Sedef’le sevgilerimizi ve teşekkürlerimizi gönderiyoruz. Bu satırların sıcak ve samimi olduğuna inanacaklarını biliyorum.

Yalnııız, unutmadım Oğuz’cuğum… Hatırlatırım…Yengeç???!!!!!!!! Ve…” Ben oni bilmeeem!…”

Onları orada tatilleriyle baş başa bırakıp, biz edi ile büdü, koca şehrimizin hercümerç dünyasına balıklama daldık.

Veee…
Bu bir aylık ve tam 5000 km lik yolculuğun başındaki satırlara dönecek olursak…
Bu ülke nevi şahsına münhasır bir ülke. Yani…Çeşidi kendine özel.

Ve çeşidi kendine özel bir ruh hastalığı yaşamaktadır. Bu hastalığın adı…İçselleştirilememiş, olgunlaştırılamamış, kültürleştirilememiş modernizm.

Batılı modern teknoloji ürünü otomatik silahları kullanarak, doğulu töre katliamlarından kurtulamamış bir ülkedir.
Batılı modern teknolojik ürünlerle kaldırımlar yapılmaktadır ama yüksekliği 40 cmdir.
Batılı modern teknolojik ürünlerle duble yol inşaatları yapılmaktadır ama uyarı işaretleri, maganda müteahhidin, kıro kalfasının, hıyar amelesinin insafına bırakılmıştır.
Daha sayılacak çok şey var da, bu bir yolculuk notları…
Sonuç…
İnsana ve insani değerlere saygının, modern teknolojik tüketime eş zamanlı ve paralel olması gerektiğini anlayamadığı müddetçe, bu ülke, hasta kalmaya devam edecektir..
Nokta.


Kayanın çatlağında
Rengarenk ve çılgınca

Kim bilir

Günlerden hangi gün
Yellerden hangi yel

Tohumunu taşıyıp da

Sen burada yaşa
Dedi ona

Kelebeksiz tek başına

İsyan etme sakın
Ödül “ hiç” liğe varınca.




Meraklısına notlar ;
Sanıyorum atladığım günler ve geceler oldu, hatırımda kalanı yazmaya çalıştım.
5000 km yol yapıldı. Oğuz’un 2800cclik motoru 100km /10 litre, benim 1900cclik motor 12 litre mazot yaktı. Yani toplamda Oğuz 500 litre ben de 600 litre. Herkes mazot fiyatıyla çarpabilir.
Yine bu yolculukta bir ay içinde, biz Uluengin ’ler olarak Alış veriş, kamping ve tıkınma faslı için 1000 TL. gibi bir para harcadığımızı düşünüyoruz.
 

Etiketler
Ynt: Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

Yaw Haldun ağabey mahvettin beni aksam aksam. Okudukça ağzımın suyu aktı, okudukça ya keşke bende dedim, okudukça acaba küheylan o yollara dayanırmıydı dedim, okudukça uyuz oldum :smiley:))) (not:burada uyuz iyi anlamda kullanılmıştır :smiley: )
Oğuz ,sen ve eşleriniz muhteşem bir 4 lü olmuşsunuz anlaşılan. offfyyaaa offfffyaaaaaaaaa :(
Şaka bir yana ellerine ve beynine sağlık. Bu kadar şeyi aklında tutup çok güzel bir tur yaptırmışsın bizlere. Biryerlerde şerefe diyebilmek ümidiyle.
Sevgiler ve saygılar,
Ömer Sak

Not: Bu arada Oğuzlar ne tarafa doğru devam ettiler.....
 

Ynt: Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

Bir solukta okudum; teşekkür ederim...

Cavid Sezen
 

Ynt: Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

Olacağı buydu işte Haldun yoldaş gibi , gönlüne, gözlemine, diline, kalemine kuvvetli bir dost ile geziye çık, ondan sonra yazdığın önceki gezi notları ilkokul 2. sınıf kompozisyonu haline dönüşsün. Mavi yengeçin intikamını böyle alıyorsun herhalde yoldaş :smiley:
Zevkle okudum eline sağlık, benden istediğin makyajsiz ( PS müdehalesi olmadan :smiley: ) gezi fotolarını yüklüyorum tarih sırasında...
Ömer hocam, Uluengin ailesini Kapadokya'dan sulu zırtlak yolcu ettikten sonra biz Konya üzerinden Alanya Perle Camping'e geldik. 18 günlük molanın ardından daha önceden de bahsettiğim Side Titreyengöl Sorgun'da Manavgat belediyesinin yaptığı Boğaz Camping'den yazıyorum bu akşam. 1 ay önce de bomboştu şimdi de. Tertemiz,düzenli, bol çam ağaçlı bir alan ama duş,WC, mutfak yeni olmasına rağmen dökülüyor kelimenin tam anlamı ile. Sıcak ötesi su ile parmak donduruan soğuk suyu yerden 40 cm yüksekliğe konan bataryada bir araya getirmek mümkün değil. hele bir de duş aparatı 1 metre gibi bir yükseklikte olunca olunca zevkten döt köşeyim. Böyle güzel bir doğa parçası böyle rezil edilir demek için herhalde :smiley: Mutfakta tezgahlar krom pırıl,pırıl ama bataryalar yok :smiley:
.Yarın ve sonrasında Marmaris taraflarına yol gözüküyor dedi falcı . Ben onun yalancısıyım.
Bu arada not: gezi notlarından sakın ola ki boğazına düşkün, mide doldurma manyağı biri tiplemesi çıkmasın benle ilgili :smiley: Gittiğim yörelere has lokal tatlar her zaman tercihim olmuştur, nasıl olsa dolacak o mide denen doyumsuz organ ... 2008 yılında yazdığım (çiziktirdiğim daha doğru) gezi notlarından sonra Hüseyin abi ( Sn Rüzgar) çok kebap kokan bir yazı olmuş demişti, bu ikinci... :smiley: :smiley: :smiley: ben mi yanılıyoprum ne ?
Sevgiyle
Oğuz
 

Ynt: Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

26 Nisan Fotoiz toplantısı ertesi yaptığımız Kayaköy / Fetihye gezisinden....

kayakoy.jpg
 





Ynt: Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

Haldun'un sirk furgonu diye tanımladığı Anamur Paradise camping'deki Hollanda karavanı, araç 2009 Ford Transit :smiley:

sirkfurgonu.jpg
 


Ynt: Töre'ye Kırkbeeeşş... Kalkıyoooorrr...

Vallahi ne diyeyim. Helal olsun yeterli sanirim.
 











Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,457
Mesajlar
1,518,169
Kayıtlı Üye Sayımız
172,112
Kaydolan Son Üyemiz
Ceramos

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst