Mutlaka sizden daha zeki olan biri vardır. Çoğumuzun aklına hep de son anda parlak bir fikir gelir. O fikir bize aittir ve muhakkak bizden başka kimse onu akıl edememiştir. Bu heyecanla, şevkle ve coşkuyla harekete geçeriz, ama ardından mutlaka bunu bizden önce en az yüz kişinin de akıl ettiğiniz görürüz. Şanslıysak, zafer coşkusundan geriye soğuk bezelye yemeği tadında buruk bir ruh hâli kalır. Şanslı değilsek çok daha fazlasını kaybederiz.
Örneğin;
Nottinghamshire'da işçiler su kanalını temizlerken suyun dibinde kalın bir zincire denk gelirler. Yerinden oynatmak neredeyse imkansız gibidir. Birden akıllarına çok parlak bir fikir gelir ve zinciri bir vince bağlayıp çekerler. Zinciri çıkarmaya çalıştıkları sırada yanlışlıkla kanalın dubasını da çıkarırlar ama kimse fark etmez bu durumu. İşi başarmanın verdiği hazla çay içmek için mola verirler, ancak döndüklerinde gördükleri şey alacakaranlık kuşağı öykülerinden farksızdır. Bütün suyu yakındaki Idle ırmağına boşalıp giden kanalda bir dizi tekneden başka hiçbir şey kalmamıştır. Titanik'ten bahsetmeye ise hiç gerek bile yok. Bir çoğunuz filmini izleyip ne kadar basit bir hataya kurban gittiğini görmüşsünüzdür. Kaptan zekiydi ya, ondan…
Tarih yazmak kolay bir iş değil, dahası tarih her zaman başarılarla da dolu değildir. Daha kötüsü tarihe bir dizi yanlışlıklar, hatalar ve aldanmalar yön vermiştir.
Dış politika da öyledir, savunma da.
Bu yüzden bütün devlet adamları Pirüs Zaferi yaşamaktan korkarlar. Onları da rakipleri “siz Pirüs zaferine koşuyorsunuz” diye telaşlandırırlar. Pirüs ile ilgili rivayet iki türlüdür. Birincisine göre antikçağda Balkanlar'da bütünlüğü sağlamış tek kişi olan İllirya kralı Pyrrhos, uzun bir savaştan sonra Romalıları dize getirdiğinde, kendi ordusunda da ancak birkaç kişi sağ kalmıştı. Literatürde "tüm tarafların yenik çıktığı savaş" anlamına gelen "Pirus Zaferi" deyimi işte buradan gelir. Bir diğer rivayete göre kendini diğerinden zeki zanneden iki ordu, dolambaçlı yollardan birbirinin kalesine saldırır. Her iki orduda, bütün halkı katledip zaferi kutlamak için kendi kalesine döner. Zafer kazanılmıştır, ama geriye de hiçbir şey kalmamıştır.
Aslında insanın kendisinden en çok korkması gereken zaman kendisini en yakışıklı, güzel veya zeki hissettiği zamandır. Öyle anlarda altına imza atılan faturalar genellikle birkaç kuşağın azabı ile ödenir ve beddualar da kredilerdeki “libor artı faiz” misali, “belâ artı beddua” şeklinde gelişir.
Böyle bir hatayı İkinci Dünya Savaşı’nda Kızılordu’da yaptı. Alman tank tugayları yüzünden deliksiz bir uyku uyuyamayan ve kendisini fena halde zeki zanneden bri Sovyet generali, köpeklerin şartlı refleksinden yararlanmaya karar verildi. Bütün Sovyetlerden sürüler halinde köpek, enik ne bulunursa toplandı. Hayvancağızlar aç bırakıldı, mamaları tankların altına konuldu. Böylece “insanın en sadık dostu” olma talihsizliği yaşayan köpekler, karınlarını doyurmak için salındıklarında koşup tankların altına girmeyi öğrendiler. Almanlar saldırınca Sovyet ordusu bütün köpekleri, bomba yüklü halde saldı. Ufak ayrıntı; Köpekler mama için alıştıkları Sovyet tanklarının altına koştular.
Biz her ne kadar sinsilikleri ve üçkağıtçılıkları yüzünden Çin ordusunu sıklıkla suçlasak da, aslında tarih boyunca savaş meydanlarında, rakiplerimizin sülalelerinin ve halklarının sonraki yıllarda çokca “belâ artı beddua” üretmesini sağladık.
Çok eskilere gitmeye de gerek yok. Ağaçların boyanıp top bataryası gibi gösterilerek teslim alınan kalelerden de, atların arkasına çalı bağlayıp, 30-40 kişi ile kaldırılan toz marifetiyle kovalanan düşman ordusundan da çok sonra, sadece bu 20. Yüzyılda bile Türk pratikliğini sıklıkla ortaya koyduk;
1913 yılında Çanakkale’deki Hamidiye Kruvazörü İstanbul’daki Harbiye Nezaretine bir mesaj çekti; Geminin makine dairesine bir yangın çıkmıştı, söndürülemiyordu. Durum çok kötüydü ve gemi Erenköy Koyu’na çekilmişti. Bu acil mesaj şifresiz, yani her isteyenin elde edebileceği gibi gönderildi. Böylece Boğazın ağzında Hamidiye’yi bekleyen Yunan gemileri bölgeyi terk ettiler. Hamidiye de elini kolunu sallaya sallaya Ege’ye geçti. Yunan gemileri Hamidiye’yi savaşın sonuna kadar kovalamak zorunda kaldılar.
Çanakkale Savaşı’nda siperden sipere atılan el bombalarını engellemek için Anzakların siperlerin üzerine ağ gerdirdiği de bilinir, Türk ordusunun da bunun üzerine el bombalarına kanca taktığı da.
Ama bundan çok daha fazlası vardır. Örneğin İngilizler Alman denizaltılarının yerini tespit etmek için balıkçı teknelerinin kenarlarını tahtalarla yükseltiyordu ve Alman denizatlısı da İngiliz gemisi batırmak için ateş ettiğinde yerini belli ediyordu. Hatta General Hamilton Türk ordusuna cephane harcatmak için eski yolcu gemilerine ince sactan borular ekleyip savaş gemisi görünümü veriyordu. Sanki savaş değil de, üçkağıtçılık yarışı.
Ama işte, yazının başında belirtildiği gibi, insanın hata yapmaya en yakın olduğu zaman kendisini çok zeki hissettiği andır. İngilizler Seddülbahir ve Arıburnu’ya yapacakları çıkartmanın gizlenebilmesi için, 300 kişilik bir birlikle Saros’a aldatma harekatı ile çıkmaya ve bu arada Bolayır’ı topa tutmaya karar verdiler. Böylece Türk birlikleri çıkartmanın Saros’a yapılacağını zannedeceklerdi. Ama öyle olmadı. Ordu ilk olarak kanmış gibi davrandı. Bu arada mandalara bağlanan toplar yol boyunca ateş ederek, sanki mevcuttan çok daha fazla top bataryası varmış gibi Seddülbahir ve Arıburnu’ya gittiler. Bundan başka saman dumanı püskürten soba boruları da çoktan yerlerini almıştı ve İngilizlerin planları altüst oldu.
Bir de Goliath adında efsanevî geminin batırılışı vardır. Bu görev Muavenet-i Milliye muhribine verildi. Muavenet-i Milliye bir gece karanlıkta sessizce Goliaht’ı ararken, onunla burun buruna geldi. Goliath Muavenet’in hangi gemi olduğunu öğrenmek için olmak için ışıldakla parola sordu. Muavenet de ona parola sordu. Karşılıklı “sen ne diyorsun –asıl sen ne diyorsun” muhabbeti bir süre devam etti. Elbette parola sorusuna parola sorusu ile yanıt verilmezdi. İngilizler bunun ne anlama geldiğini düşünürken, Muavenet’in üç torpidosu yola çıkmıştı bile. Böylece Majesteleri’nin Goliath muahrip sınıfından efsane sınıfına terfi etti.
Çanakkale denilince, İngiliilerin Gelibolu’yu nasıl tahliye ettiklerini anlatmadan da olmaz; Askerler siperleri terk etmeden önce tüfekler bir yere sabitlendi, tetiklere ip bağlandı. İpin ucuna da boş konserve kutuları. Kutuların üzerine altı delik başka kaplar. Kaplardan damlayan sular konserve kutularını dolduruyordu. Dolan kutuların ağırlığı ipi çekiyordu ve kutudaki su boşalırken tüfekler patlıyordu ve kaplar konserve kutularını yeniden doldurmaya başlıyordu. O kadar ki, İngilizler siperleri terk ettikten yarım saat sonra bile tüfekler ateş etmeye devam ediyordu…
Askeri tarihçiler bu aldatmacanın İngilizlerin Çanakkale Savaşı’ndaki tek başarılı harekatı olduğunu yazarlar.
Dediğim gibi, kendinizi zeki hissettiğiniz bir an gelirse, kendinizden korkun. Şâyet kendinizi hem zeki, hem yakışıklı veya güzel hissederseniz, sakın bir şey imzalamayın: Ne olur, ne olmaz!
Diplomatikgozlem.com
Örneğin;
Nottinghamshire'da işçiler su kanalını temizlerken suyun dibinde kalın bir zincire denk gelirler. Yerinden oynatmak neredeyse imkansız gibidir. Birden akıllarına çok parlak bir fikir gelir ve zinciri bir vince bağlayıp çekerler. Zinciri çıkarmaya çalıştıkları sırada yanlışlıkla kanalın dubasını da çıkarırlar ama kimse fark etmez bu durumu. İşi başarmanın verdiği hazla çay içmek için mola verirler, ancak döndüklerinde gördükleri şey alacakaranlık kuşağı öykülerinden farksızdır. Bütün suyu yakındaki Idle ırmağına boşalıp giden kanalda bir dizi tekneden başka hiçbir şey kalmamıştır. Titanik'ten bahsetmeye ise hiç gerek bile yok. Bir çoğunuz filmini izleyip ne kadar basit bir hataya kurban gittiğini görmüşsünüzdür. Kaptan zekiydi ya, ondan…
Tarih yazmak kolay bir iş değil, dahası tarih her zaman başarılarla da dolu değildir. Daha kötüsü tarihe bir dizi yanlışlıklar, hatalar ve aldanmalar yön vermiştir.
Dış politika da öyledir, savunma da.
Bu yüzden bütün devlet adamları Pirüs Zaferi yaşamaktan korkarlar. Onları da rakipleri “siz Pirüs zaferine koşuyorsunuz” diye telaşlandırırlar. Pirüs ile ilgili rivayet iki türlüdür. Birincisine göre antikçağda Balkanlar'da bütünlüğü sağlamış tek kişi olan İllirya kralı Pyrrhos, uzun bir savaştan sonra Romalıları dize getirdiğinde, kendi ordusunda da ancak birkaç kişi sağ kalmıştı. Literatürde "tüm tarafların yenik çıktığı savaş" anlamına gelen "Pirus Zaferi" deyimi işte buradan gelir. Bir diğer rivayete göre kendini diğerinden zeki zanneden iki ordu, dolambaçlı yollardan birbirinin kalesine saldırır. Her iki orduda, bütün halkı katledip zaferi kutlamak için kendi kalesine döner. Zafer kazanılmıştır, ama geriye de hiçbir şey kalmamıştır.
Aslında insanın kendisinden en çok korkması gereken zaman kendisini en yakışıklı, güzel veya zeki hissettiği zamandır. Öyle anlarda altına imza atılan faturalar genellikle birkaç kuşağın azabı ile ödenir ve beddualar da kredilerdeki “libor artı faiz” misali, “belâ artı beddua” şeklinde gelişir.
Böyle bir hatayı İkinci Dünya Savaşı’nda Kızılordu’da yaptı. Alman tank tugayları yüzünden deliksiz bir uyku uyuyamayan ve kendisini fena halde zeki zanneden bri Sovyet generali, köpeklerin şartlı refleksinden yararlanmaya karar verildi. Bütün Sovyetlerden sürüler halinde köpek, enik ne bulunursa toplandı. Hayvancağızlar aç bırakıldı, mamaları tankların altına konuldu. Böylece “insanın en sadık dostu” olma talihsizliği yaşayan köpekler, karınlarını doyurmak için salındıklarında koşup tankların altına girmeyi öğrendiler. Almanlar saldırınca Sovyet ordusu bütün köpekleri, bomba yüklü halde saldı. Ufak ayrıntı; Köpekler mama için alıştıkları Sovyet tanklarının altına koştular.
Biz her ne kadar sinsilikleri ve üçkağıtçılıkları yüzünden Çin ordusunu sıklıkla suçlasak da, aslında tarih boyunca savaş meydanlarında, rakiplerimizin sülalelerinin ve halklarının sonraki yıllarda çokca “belâ artı beddua” üretmesini sağladık.
Çok eskilere gitmeye de gerek yok. Ağaçların boyanıp top bataryası gibi gösterilerek teslim alınan kalelerden de, atların arkasına çalı bağlayıp, 30-40 kişi ile kaldırılan toz marifetiyle kovalanan düşman ordusundan da çok sonra, sadece bu 20. Yüzyılda bile Türk pratikliğini sıklıkla ortaya koyduk;
1913 yılında Çanakkale’deki Hamidiye Kruvazörü İstanbul’daki Harbiye Nezaretine bir mesaj çekti; Geminin makine dairesine bir yangın çıkmıştı, söndürülemiyordu. Durum çok kötüydü ve gemi Erenköy Koyu’na çekilmişti. Bu acil mesaj şifresiz, yani her isteyenin elde edebileceği gibi gönderildi. Böylece Boğazın ağzında Hamidiye’yi bekleyen Yunan gemileri bölgeyi terk ettiler. Hamidiye de elini kolunu sallaya sallaya Ege’ye geçti. Yunan gemileri Hamidiye’yi savaşın sonuna kadar kovalamak zorunda kaldılar.
Çanakkale Savaşı’nda siperden sipere atılan el bombalarını engellemek için Anzakların siperlerin üzerine ağ gerdirdiği de bilinir, Türk ordusunun da bunun üzerine el bombalarına kanca taktığı da.
Ama bundan çok daha fazlası vardır. Örneğin İngilizler Alman denizaltılarının yerini tespit etmek için balıkçı teknelerinin kenarlarını tahtalarla yükseltiyordu ve Alman denizatlısı da İngiliz gemisi batırmak için ateş ettiğinde yerini belli ediyordu. Hatta General Hamilton Türk ordusuna cephane harcatmak için eski yolcu gemilerine ince sactan borular ekleyip savaş gemisi görünümü veriyordu. Sanki savaş değil de, üçkağıtçılık yarışı.
Ama işte, yazının başında belirtildiği gibi, insanın hata yapmaya en yakın olduğu zaman kendisini çok zeki hissettiği andır. İngilizler Seddülbahir ve Arıburnu’ya yapacakları çıkartmanın gizlenebilmesi için, 300 kişilik bir birlikle Saros’a aldatma harekatı ile çıkmaya ve bu arada Bolayır’ı topa tutmaya karar verdiler. Böylece Türk birlikleri çıkartmanın Saros’a yapılacağını zannedeceklerdi. Ama öyle olmadı. Ordu ilk olarak kanmış gibi davrandı. Bu arada mandalara bağlanan toplar yol boyunca ateş ederek, sanki mevcuttan çok daha fazla top bataryası varmış gibi Seddülbahir ve Arıburnu’ya gittiler. Bundan başka saman dumanı püskürten soba boruları da çoktan yerlerini almıştı ve İngilizlerin planları altüst oldu.
Bir de Goliath adında efsanevî geminin batırılışı vardır. Bu görev Muavenet-i Milliye muhribine verildi. Muavenet-i Milliye bir gece karanlıkta sessizce Goliaht’ı ararken, onunla burun buruna geldi. Goliath Muavenet’in hangi gemi olduğunu öğrenmek için olmak için ışıldakla parola sordu. Muavenet de ona parola sordu. Karşılıklı “sen ne diyorsun –asıl sen ne diyorsun” muhabbeti bir süre devam etti. Elbette parola sorusuna parola sorusu ile yanıt verilmezdi. İngilizler bunun ne anlama geldiğini düşünürken, Muavenet’in üç torpidosu yola çıkmıştı bile. Böylece Majesteleri’nin Goliath muahrip sınıfından efsane sınıfına terfi etti.
Çanakkale denilince, İngiliilerin Gelibolu’yu nasıl tahliye ettiklerini anlatmadan da olmaz; Askerler siperleri terk etmeden önce tüfekler bir yere sabitlendi, tetiklere ip bağlandı. İpin ucuna da boş konserve kutuları. Kutuların üzerine altı delik başka kaplar. Kaplardan damlayan sular konserve kutularını dolduruyordu. Dolan kutuların ağırlığı ipi çekiyordu ve kutudaki su boşalırken tüfekler patlıyordu ve kaplar konserve kutularını yeniden doldurmaya başlıyordu. O kadar ki, İngilizler siperleri terk ettikten yarım saat sonra bile tüfekler ateş etmeye devam ediyordu…
Askeri tarihçiler bu aldatmacanın İngilizlerin Çanakkale Savaşı’ndaki tek başarılı harekatı olduğunu yazarlar.
Dediğim gibi, kendinizi zeki hissettiğiniz bir an gelirse, kendinizden korkun. Şâyet kendinizi hem zeki, hem yakışıklı veya güzel hissederseniz, sakın bir şey imzalamayın: Ne olur, ne olmaz!
Diplomatikgozlem.com