mete
Zirve
- Mesajlar
- 1,851
- Tepkime Puanı
- 4
Ynt: Kavram Kargaşası
Laiklik
Bu konuya vereceğim cevap biraz uzun olacak okuyanların sabrına sığınıyorum. O kadar çok kullanılmasına rağmen çok az bilinen bir konu olduğu için uzun tutmak mecburiyetinde kaldım.
Laiklik; tanım olarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Fakat çoğu zaman bu tanım yeterli kalmamaktadır. Laiklik anlayışı içerisinde güçlerin dengelenmesi, sınırlandırılması özelliği de görülmektedir. Devlet, Dini kurumlar ve Halk'ın gücü dengede tutulmalıdır birinin diğerinden güçlü olması halinde bundan halk zarar görür.
Devlet gücü sınırsız olduğu zaman, millet zaman içerisinde sömürge aracı şekline dönüşüyor.
Dini kurumların sınırsız yetkileri de bir sınıf oluşmasına ve halkın, oluşan bu sınıfın elinde istenilen şekle sokulan oyuncak hamurlarına dönüşmesine sebep oluyor.
Halkın sınırsız yetkileri ise devletin yok olmasına ve derebeyliklerin kurulmasına yol açacağı muhakkaktır.
Laikliğin içerisinde taşıdığı gerçek olgu bu güçlerin sınırlandırılmasıdır. Cumhuriyet dönemi laiklik anlayışında, kişilerin dinî inançlarına saygı vardır, kişiler inanç ve ibadet konusunda özgürdür. Fakat dinî kurumlar devlet tarafından denetim altına alınmıştır. Dinin devlet işlerine karışması Türk Ceza kanunları vasıtasıyla, alınan tedbirlerle önlenmiştir. Dinin devlet işlerine karıştırılmasının Osmanlı devletini ne hale getirdiği gözler önündedir. Eğer devletin merkezî otoritesi güçlü ise hükümet dinî kurumları kullanarak halka istemediği şeyleri yaptırmak ve onlar üzerinde manevî baskı kurmak için kullanmaktadır. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde ise bu defa tam tersi oluyor, dini kurumlar devlete istediği her şeyi yaptırıyor. Gerekirse padişahların öldürülmesi için fetva çıkarıp, saltanat değişikliğine gidebiliyor. Ancak, bu güçlerin dengeli kullanılması durumunda (II. Mahmut döneminde yeniçeri ocaklarının kaldırılması gibi) faydalı etkiler görülmektedir. Ama her durumda fertlerin kemale ermesi için bir vasıta olması gereken din, siyasi bir güç haline getirilip, ortaya çıkış sebeplerinden uzaklaşmaktadır. Kaldı ki kurtuluş savaşının yapıldığı dönemlerde medreselerdeki başıbozukluk had safhaya gelmişti.
Osmanlıların son döneminde merkezî otoritenin zayıflaması, dini temsil eden insanların, toplum ve devlet üzerinde bir baskı unsuru haline gelmesine sebep olmuştu. Buna eğitimin yetersizliği de eklenince, toplum üzerinde büyük bir manevî güce sahip, cahil hocalar ortaya çıktı. Bu tip hocalardaki bilgi eksikliği ise, Arabî ve Farsî geleneklerin din gibi yorumlanmasına sebep olmuş, günlük hayatında her meselesini hocalara danışan halk’ın, yanlış yönlendirilmesine, her geçen gün törelerinden biraz daha uzaklaşmasına, millî benliğini kaybetmesine sebep olmuştu. Din artık insanların kemale ermek için kullandıkları bir vasıta olmaktan çıkıp, cahil bir kesimin sömürü aracı olarak kullanılır olmuştu. Bu hal öyle bir çığırından çıkmıştı ki artık, gerçek din âlimleri ancak dehşet içinde gelişmeleri takip ediyor, müdahaleye güçleri yetmiyordu. Bazı âlimler tarafından yapılan mevzî iyileştirmelerde yeterli olmuyordu. Alevîliğin başına gelenler bu defa Sünnîliğin başına geliyordu. Ahmet Yesevî den Selçuklular döneminde Baba İshak zamanına kadar esaslarını muhafaza ederek gelen Türklüğe has İslam anlayışı, Baba İshak’tan sonra, merkezi otoritenin uzağında kalmayı tercih etmiş, bu durum da Alevîlikte keyfiliğe sebep olmuştu. Eğer bir bölgedeki Alevî dedesi, ileri görüşlü, samimi ve bilgiyle donatılmış ise orada hiçbir zayıflığa uğramadan saflığını muhafaza etmiş, aksi takdirde, dinî esaslardan uzaklaşarak yanlış ve keyfî bir yola girmişti. Devlet denetiminden uzak kalması geniş çaplı bir bozulmaya sebep olmuştu. Sünnîlik ise Selçuklulardan, Cumhuriyet dönemine kadar, merkezî otoritenin himayesinde gelişmiş, ancak, o da merkeze hâkim Arap ve Fars törelerinin tesiri altında kalmıştı. Tarih içerisinde görülen bu aksaklıklar bize iki önemli olayı işaret ediyordu. Din, ne siyasal bir baskı aracı olarak kullanılmak üzere devlet yönetiminde olmalıydı nede, keyfîliğe ve ruhban sınıfının doğmasına fırsat verecek kadar serbest bırakılmalıydı. Devlet dine ancak, suiistimallere fırsat vermeyecek kadar müdahale etmeli, korumacılık, dindara eziyet konumuna gelmemeliydi. Mustafa Kemal Paşa çareyi, bozulmuş medreselerin verdiği zararı önlemek için kapatılmasına ve devlet yönetiminde laikliğin uygulanmasında görmüştü. Ve eğitimin birleştirilmesi ile birlikte, laiklik ilkesinin uygulanmasına geçildi. Samimi dindar, din simsarlarının elinden kurtarılmalıydı. Ama maalesef Atatürk’ten sonra kaldığı yerden devam eden din tacirleri hala dindarın samimi duygularını istismar ederek, onun sırtından kar sağlamaya devam etmektedir.
Laiklik
Bu konuya vereceğim cevap biraz uzun olacak okuyanların sabrına sığınıyorum. O kadar çok kullanılmasına rağmen çok az bilinen bir konu olduğu için uzun tutmak mecburiyetinde kaldım.
Laiklik; tanım olarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Fakat çoğu zaman bu tanım yeterli kalmamaktadır. Laiklik anlayışı içerisinde güçlerin dengelenmesi, sınırlandırılması özelliği de görülmektedir. Devlet, Dini kurumlar ve Halk'ın gücü dengede tutulmalıdır birinin diğerinden güçlü olması halinde bundan halk zarar görür.
Devlet gücü sınırsız olduğu zaman, millet zaman içerisinde sömürge aracı şekline dönüşüyor.
Dini kurumların sınırsız yetkileri de bir sınıf oluşmasına ve halkın, oluşan bu sınıfın elinde istenilen şekle sokulan oyuncak hamurlarına dönüşmesine sebep oluyor.
Halkın sınırsız yetkileri ise devletin yok olmasına ve derebeyliklerin kurulmasına yol açacağı muhakkaktır.
Laikliğin içerisinde taşıdığı gerçek olgu bu güçlerin sınırlandırılmasıdır. Cumhuriyet dönemi laiklik anlayışında, kişilerin dinî inançlarına saygı vardır, kişiler inanç ve ibadet konusunda özgürdür. Fakat dinî kurumlar devlet tarafından denetim altına alınmıştır. Dinin devlet işlerine karışması Türk Ceza kanunları vasıtasıyla, alınan tedbirlerle önlenmiştir. Dinin devlet işlerine karıştırılmasının Osmanlı devletini ne hale getirdiği gözler önündedir. Eğer devletin merkezî otoritesi güçlü ise hükümet dinî kurumları kullanarak halka istemediği şeyleri yaptırmak ve onlar üzerinde manevî baskı kurmak için kullanmaktadır. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde ise bu defa tam tersi oluyor, dini kurumlar devlete istediği her şeyi yaptırıyor. Gerekirse padişahların öldürülmesi için fetva çıkarıp, saltanat değişikliğine gidebiliyor. Ancak, bu güçlerin dengeli kullanılması durumunda (II. Mahmut döneminde yeniçeri ocaklarının kaldırılması gibi) faydalı etkiler görülmektedir. Ama her durumda fertlerin kemale ermesi için bir vasıta olması gereken din, siyasi bir güç haline getirilip, ortaya çıkış sebeplerinden uzaklaşmaktadır. Kaldı ki kurtuluş savaşının yapıldığı dönemlerde medreselerdeki başıbozukluk had safhaya gelmişti.
Osmanlıların son döneminde merkezî otoritenin zayıflaması, dini temsil eden insanların, toplum ve devlet üzerinde bir baskı unsuru haline gelmesine sebep olmuştu. Buna eğitimin yetersizliği de eklenince, toplum üzerinde büyük bir manevî güce sahip, cahil hocalar ortaya çıktı. Bu tip hocalardaki bilgi eksikliği ise, Arabî ve Farsî geleneklerin din gibi yorumlanmasına sebep olmuş, günlük hayatında her meselesini hocalara danışan halk’ın, yanlış yönlendirilmesine, her geçen gün törelerinden biraz daha uzaklaşmasına, millî benliğini kaybetmesine sebep olmuştu. Din artık insanların kemale ermek için kullandıkları bir vasıta olmaktan çıkıp, cahil bir kesimin sömürü aracı olarak kullanılır olmuştu. Bu hal öyle bir çığırından çıkmıştı ki artık, gerçek din âlimleri ancak dehşet içinde gelişmeleri takip ediyor, müdahaleye güçleri yetmiyordu. Bazı âlimler tarafından yapılan mevzî iyileştirmelerde yeterli olmuyordu. Alevîliğin başına gelenler bu defa Sünnîliğin başına geliyordu. Ahmet Yesevî den Selçuklular döneminde Baba İshak zamanına kadar esaslarını muhafaza ederek gelen Türklüğe has İslam anlayışı, Baba İshak’tan sonra, merkezi otoritenin uzağında kalmayı tercih etmiş, bu durum da Alevîlikte keyfiliğe sebep olmuştu. Eğer bir bölgedeki Alevî dedesi, ileri görüşlü, samimi ve bilgiyle donatılmış ise orada hiçbir zayıflığa uğramadan saflığını muhafaza etmiş, aksi takdirde, dinî esaslardan uzaklaşarak yanlış ve keyfî bir yola girmişti. Devlet denetiminden uzak kalması geniş çaplı bir bozulmaya sebep olmuştu. Sünnîlik ise Selçuklulardan, Cumhuriyet dönemine kadar, merkezî otoritenin himayesinde gelişmiş, ancak, o da merkeze hâkim Arap ve Fars törelerinin tesiri altında kalmıştı. Tarih içerisinde görülen bu aksaklıklar bize iki önemli olayı işaret ediyordu. Din, ne siyasal bir baskı aracı olarak kullanılmak üzere devlet yönetiminde olmalıydı nede, keyfîliğe ve ruhban sınıfının doğmasına fırsat verecek kadar serbest bırakılmalıydı. Devlet dine ancak, suiistimallere fırsat vermeyecek kadar müdahale etmeli, korumacılık, dindara eziyet konumuna gelmemeliydi. Mustafa Kemal Paşa çareyi, bozulmuş medreselerin verdiği zararı önlemek için kapatılmasına ve devlet yönetiminde laikliğin uygulanmasında görmüştü. Ve eğitimin birleştirilmesi ile birlikte, laiklik ilkesinin uygulanmasına geçildi. Samimi dindar, din simsarlarının elinden kurtarılmalıydı. Ama maalesef Atatürk’ten sonra kaldığı yerden devam eden din tacirleri hala dindarın samimi duygularını istismar ederek, onun sırtından kar sağlamaya devam etmektedir.