Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik
Sevgili Gezenbilir ailesi ,
Ocak ayından bu yana birlikte gezdiğimiz Adriyatik kıyılarının 7. bölümü de DNM-LER adlı e-dergi de yayınlandı ve sizlere de ulaşmış oldu.
Artık yaz da geldi. Haydi bakalım karavancılar , haritalar açılsın, zamanlar ayarlansın,bütçeler yoklansın,yakınlar, ortalar, uzaklar hayalleri kurulsun,mutluluğa yelken açılsın artık..Gezi planlarınız, gezi anılarınız dört gözle bekleniyor...Haydi durmayın...
Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik
Bölüm 7
Evet...Yakında döneceğiz Adriyatik’e belki ama ne zaman kısmet olur bilemiyoruz. Sabah serinliğinde küpeşteden karşı kıyıları seyrederken Çeşme – Ancona ya da Çeşme- Venedik ve ya İstanbul-Trieste seferleri ile direkt Avrupa ya geçenlerin gezi anılarının olası doğal ve romantik yanlarının daha baştan kırpılıp kuşa dönüştürüldüğünü düşünüyoruz. Bu kestirme yolculuğu tercih edenler bütün o doğal güzelliklerin ve de bütün o bir zamanların devasa boyut ta ki İmparatorluk topraklarından geçmenin verdiği tarihî nostaljinin gizli moralini duyamayacaklar ne yazık ki.
Bütün bir gece süren rahat bir yolculuktan sonra 8.30 da İgaumenitsa ya iniyoruz. Sonra kısa bir anımsama turunda liman boyunca geziniyoruz. Gözlerimiz daha önce geldiğimizde bulduğumuz salaş bir oyzepi de (meyhane) yediğimiz akşam yemeğinde masamızın üzerinden sallanan kocaman asmanın yapraklarına sinmiş anılarımızı araştırıyor ama bakışlarımız mavi damalı örtülerin üzerinde geziniyor boşuna. Sararmış yapraklara tutunmuş anılarımız onca zamandır esen rüzgârların önünde uçuşup gitmiş bir taraflara. Gemiden İgaumenitsa nın güney ucundaki limana inen araçlar yeni yapılan kavşaktan hemencecik otoyola dalıyor ya da güneye Preveza taraflarına doğru yine kıvrım kıvrım uzanan eski yoldan aşağılara doğru gözden kayboluyorlar. Zaman darlığı bir kere daha Preveza ya gitmekten alıkoyuyor Barboros un torunlarını. Selanik yönüne doğru yeni yapılan otoyola çıkıp hızla ilerliyoruz. Yüksek bir tepenin ardında aynalarından son defa görebildiğimiz Adriyatik’in bembeyaz köpüklü mavilikleri bir virajın ardında gözden kayboluyor. Bu kos kocaman mavi körfezin kıyılarını süsleyen çeşit çeşit ülkelerde geçirdiğimiz güzel günler, gittikçe soluklaşan anılar olarak belleklerimizin bir köşesinde yıllarca yaşayacaklar eminiz.
Yunanistan ın yıldan yıla daha fazla otoyol ağlarına bürünmesi giderek bir zamanların doğal güzellikler ülkesi olma özelliğinin de sonu oluyor ve ağa takılan balıklar gibi doğallığı da giderek can çekişiyor. Çok değil bir iki yıl öncesine kadar ülkenin ortalarında dolanan bu koca ahtapotun önce Peloponez taraflarına sonra da Adriyatik’in bu önemli liman kentine doğru kollarını uzatması Yunanlılara göre çok gerekli görülebilir ama gelin bir de bizim gibi doğal güzellikler peşinde koşan turistlere, karavancılara sorun bakalım...
İgaumenitsa dan itibaren önümüzde uzanan Souliou yükseltilerinin bir bölümünde yine eski yoldan gidip bir biri üzerine kıvrılan rampaları aştıktan sonra İoanina da bir bahçenin önündeki çeşmede biraz mola verip suyumuzu takviye ediyoruz. Selma hortum kullanmadan 5 lt. lik pet şişe ile sakalık yapıyor, şişeyi en azından 20 defa doldurup doldurup depoya boşaltıyor hiç erinmeden.Tam da işimiz bitti derken bahçedeki evden bir kadıncağız koşarak geliyor ve duvardan hortumu uzatıyor. Kendisine çok teşekkür ediyoruz ama işimiz de neredeyse bitiyor ne yazık ki. Ama bu arada Selma nın gerçek bir yol arkadaşı ve “fedakar ve cefakar” bir kabin amiri olduğu bir kere daha kanıtlanıyor hiç değilse.
Kısa bir süre nefeslenip Selanik taraflarına doğru yolumuza devam ederken önümüze çıkan ikinci sıradağlar Notia Pindos ların 2000 metreyi geçen yükseltilerinin tepelerinde sıcak yaz günlerinde bile üşüdüğümüzü, ardından yeniden kıvrıla kıvrıla Meteora ya doğru yol alırken duyduğumuz yorgunluğumuzun, manzaranın güzelliğine baktıkça kaybolup yerini tatlı bir hayranlığa bıraktığı günleri anımsıyoruz. Yer yer eski yoldan, yer yer otoyoldan giderken geçmişle geleceği karşılaştırıyoruz ister istemez. Viyadükler de arazinin engebesine uygun olarak adeta uçurum gibi. Hepsi de tam “bungee jumping” lik. Görüldüğü kadarı ile dökülen beton, harcanan emek ve para ciddi boyutlarda. Herhalde tüm Yunan halkı “sağ olasın Avrupa Birliği” diyorlardır kesinlikle.
Dağların bulutlu tepelerinde bir öğle molası veriyoruz Yöredeki otobüs mola yerlerindeki birkaç restaurant oldukça kalabalık. O kalabalığa girmek istemeyince sakin bir köşede yemek ve kısa bir siesta molasının ardından yola devam ediyoruz. Hedefimiz akşam olmadan Selaniği geçip Halkidiki de bir yerlere kendimizi atmak. Daha önceleri birkaç defa uğradığımız Selanik gerçekten güzel bir şehir. İzmir gibi ama gecekondu tarzı şap şup binalar olmadığı için daha güzel denilebilir kolaylıkla. Ayrıca Beyaz Kule ile Ata’ nın evi de geçmişin yüreklerimizde yer eden önemli anıtları olarak orada tarihi yaşatmaya devam ediyorlar.
Selanik in çevresini dolaşan otoyol Kassandra yarım adasına doğru akarken az ilerideki Nea Mudania da konaklamak bir seçenek ama biz programımızı bozmaksızın kendimizi bu araba selinden kurtarıp sola sinyal verip üş parmağın ortasındaki yarım ada olan Sithonia taraflarını tutmaya çalışıyoruz. Yolumuzun üzerindeki Gerakini kasabasında bir büyük market den eksiklerimizi tamamlıyoruz. Önceki sene yaşam akümü değiştiren sonra da bize Kouyoni Camping i öneren Hristos usta ya da rastlıyoruz. Ayak üstü bilmediğimiz lisanlardan hal hatır soruyoruz. Good, iyi, bene, schön benzeri kelimeler bu işleri çözmede ilaç gibi geliyor. Kampa gidecekmisiniz diye soruyor. Hayır diyoruz, bu mevsimde gerek yok. Karşılıklı gülümsemeler iki ülke dış işleri bakanlıklarının yıllardır halledemediği her şeyi hallediyor. Hristos ustayı da kendi kafamıza göre düzenlediğimiz “Schindler in listesine” hem de en başa ilave ediyoruz.
Gün kavuşurken Metamorfozi’ ye giriyoruz. Belde de henüz yarım yamalak da olsa bazı marketler, restaurantlar gecikmiş turistlerce canlı tutulabilmiş. Beldenin ortasında çam ağaçları ile çiçekler ile güzel bir park ve bir de Ayazma ve yanında da çeşme görüyoruz. Hortumu çekip doldurduğumuz su aslında okunmuş üflenmiş, mumlar adanmış bir Ortodoks Ayazmasının suyu bir bakıma. Bir başka bakıma da Allahın suyu. Şimdi burada bir radikal dinci olsa Ramazan ayında bu suyla banyo yaparmıydı acaba? Haydi buyurun buradan yakın. Tam da Güzin ablalık soru. İnsan da gezip dolaşırken karşılaştığı değişik ortamlarda takıyor bazen !
Akşam Kassandra nın ardına çekilen güneşin son ışıkları ile attığım iki tek den sonra rahatlayıp dereden tepeden, anılardan, karavancılığın böylesine yalnız çıkılan gezilerinden, kamp dışı konaklayabilme becerisinin verdiği rahatlıktan, güvenlikten, güvensizliktendem vuruyoruz. Etraf da bayağı sakin. Bahçesinde palmiyeleri olan boş bir yazlık köşkün önüne çekmişim karavanı. Camdan aldığımız plaj ve deniz manzarası içimizi ısıtıyor en azından. Geçtiğimiz yaz duygusal günler görmüş, altında aşıkların grubu seyrettiği ağaçların yapraklarından fısıltılar geliyor kulağıma. “Bunu saymayız, seneye daha uzun bekliyoruz komşu” diyor okaliptusun sararmaya yüz tutmuş yaprakları, ”unutmayın e mi ”. Sonra bu fısıltıların ninisi ile derin bir uykuya dalıyoruz.
[attachment=1]
Sabah yürüyüşünde haftalardır gazete bulamamaktan neredeyse çılgına dönen Selma Ta Nea’ lara ,To Vima’ lara bakarak dünyanın gidişatındaki değişiklikleri anlamaya çalışıyor ama nafile. Bir iki gün daha sabredeceksin Cumhuriyet’ine kavuşana dek. Güzel bir sonbahar sabahında garsona ısmarladığımız “little sugar” lı Türk kahvesini yavaş yavaş, keyifle yudumluyoruz. Her yer, her şey sesiz ve sakin. Hava yükselirken sonbaharın ılık güneşinin şalı sarıyor bedenimizi, bir sıcaklık yayılıyor sırtımıza. İki günlük yoldaki 12 milyonluk dev metropol bizi yutmadan önce “biraz daha yaşayalım bu sükûneti izninizle” diyor içimizdeki ses. Öğleye doğru iyice ısıtan güneşin etkisi ile bir deniz kaçamağı için son fırsat olabilir umudu ile beldenin plajlarına doğru yollanıyoruz. Kuzeylerden geldiği her hallerinden belli olan turistlerin hamama girercesine daldıkları denize biz çekince ile atlıyoruz ama su harika. Buraya kadarki bütün yorgunluklar bir anda vücudumuzdan sıyrılıp dalgacıklara atlıyor, uzaklaşıyor bedenimizden. Sonra Selma inanılmaz güzel bir yemek yapıyor yol boyunca çektirdiği “elem ve kederi” unutturmak istercesine. Mantarlı sebzeli tavuk. Ben de “meyhane” usulü bir bulgur döktürüyorum sanki başka usul yokmuş gibi. “Gavurlar” sandviçlerini kemirirken biz buz gibi biralar eşliğinde güzel bir karavan lüksü yaşıyoruz tentemizin altında.
[attachment=2]
İmrenerek bakıyorlar ara sıra bu keyfimize. Ehh olacak o kadar. Siz zzzt diye uçakla geçerken tepemizden biz aşağıda direksiyon sallıyorduk, naabeer ! Küçük bir siesta çektiğim sırada patlayan şimşekler bu kısacık keyfimize limon sıkıyor adeta. Acele tenteyi kapatıp ortalığı topluyoruz. Bir yandan yağan yağmurla kaçışan insanları gözlüyor, diğer yandan kahvelerimizin keyfini sürmeye çabalıyoruz. Uzun sürmüyor bu ıslaklık ama takvim de Eylül ün 24 ünü gösteriyor. Sonbahar başladı, sıcak yaz günleri gerilerde kaldı artık diyoruz . Bir yandan Anadolu dan hasretle uzanan Kybele nin çağrısı, öbür yandan Halkidiki’ nin güzel Afrodit’ inin kolumuzdan çekiştirmeleri ortada bırakıyor bizi. Ne yana gitsek diye düşünüyoruz bir süre, çaresiz. Bir türlü bitsin istemiyoruz bu rüya...
Metamorfozi den nasıl ayrıldığımızı da öğrenmiş bulunuyorsunuz bu arada ama asıl zor olan biraz ötedeki çok sevdiğimiz Asprovalta dan ayrılış olacak kesin. Nikiti kavşağına gelince sağa saparsak Sithonia yarımadasına girebiliriz ama havada dolaşan bulutlara bakarsak pek de güzel bir gezi olamayacak gibi görünüyor. Geçtiğimiz yıllarda gezip birkaç güzel gün geçirdiğimiz Vourvourou daki Rea kamping,Toroni deki İsa kamping deki anılarımızı canlandırmakla yetiniyoruz. Yolumuz Halkidiki nin Agios Oros taraflarına doğru ve Pirgadikia dan öğle vakti geçiyoruz. Yazları çok hareketli olan beldede her nasılsa henüz oradan ayrılmamış olan bir Kantina dan içi köftelerle, patateslerle dolup taşan bol kepçe soufuli’ leri, ayrani leri götürüyoruz. Sonrasında yolumuzun üzerinde Lerissos var. Neredeyse yağmak üzere olan bir öğleden sonrasında köpük köpük dalgalı denizin hemen kıyısında duruyorum. Dalgalardan kopan su zerrecikleri ile camım ıslanıyor hafifçe. Bir kahve ve meyva molası düşünüyoruz ama o da ne? Bize doğru koşarak gelen dostlarımız vaaar !
[attachment=3]
Koş diyor biri öbürüne. Koş Dimitri koooş..bir karavan geliyor kooş...Alex’ e de haber ver o da gelsin..heeyy Helenaaaa sen de gel bak bir karavan geldi...Dört arkadaş koşarak geliyorlar karavanımızın yanına, duraksıyorlar..bakıyorlar umutla camdaki kadına belki bir şeyler verirler bize diye. Selma öğle yemeğimiz için ayırdığı ama soufulilerin cazibesine dayanamayınca dolapta kalan kıymalı patates yemeğini hafifçe ısıtıp içine bulabildiği bütün ekmekleri doğruyor. İşte size bir tencere yemek Yunanlı dostlarımıza, buyurun bakalım. Hızlı hızlı sallanan kuyrukları, şapırdayan kocaman dilleri ile gömülüyorlar bu sonbaharın yalnızlığında çıkan sürpriz ziyafete. “Bunlar 29 buhranında Ege nin karşı kıyısından halkımıza yardım için gemilerle yiyecek göndermişlermiş, Pire limanına bu eski düşman, yeni dost Türkler. Onun için o gün bu gün limana Türk Limanı adını takmışlarmış bizimkiler. İyi adamlarmış nemelâzım ama başımızdakiler kırdırmışlar bizi Anadolu da” diyor Alex, bir yandan da yalanıp yutkunarak...
Hafif bir siestanın ardından yolumuz Stratoni üzerinden Stavros’a doğru ama yolda acayip bir yağmur yiyoruz. Sular seller götürüyor etrafı, silecekler yetişmiyor. Gelen geçen de yok bu Allahın dağlarında ama araba güvenli, biz de sağlamız evelallah!. Stavros ta biraz beldeyi geziniyoruz. Liman boyunca büyük bir park ve gerisindeki yol üzerinde dükkânlar, restaurantlar oldukça tenha diğerleri gibi. Sonra Vrasna üzerinden Asprovalta ya geçiyoruz ama bu defa plaja değil de beldenin içindeki bomboş otoparka, çeşmenin yanına park ediyoruz. Bol sıcak suyla yıkanıp gıcır gıcır oluyoruz. Ardından da nöbetçi meyhane Antonius restaurant ta greek salad lı, kalamarlı bir yemek ve de 200 lük ouzo ile rahatlıyoruz. Gece bir tavla partisinde Selmayı yine yeniyorum. Yarınki yemekleri beleşe getiriyorum ama en önemlisi ne yersen ye, kısıtlama yok. Sabah yürüyüşünde int-cafe ye uğrayıp birikmiş maillerimize bakıyoruz. Biraz alış veriş de bir altılı koli Yunan birası Mythos alıyorum. Dönüşte ara sıra anılarımızı canlandırmak için güzel fırsatlar bunlar.
Bu günkü hedef Alexandroupoli. Yolda Eleftheron yakınlarında bir Kantina da son “kantina muhabbetimizi” de yapıyoruz. Yunanistan da çok rağbet gören bu yol üstü seyyar büfeler çok tutuluyor yolculuklarda. Ne zaman karnın acıksa neredeyse standartlaşmış çeşit çeşit sandviçler, buz gibi içecekler ile imdadına yetişiyor yolcuların. Biz de miadı dolan motokaravanları böyle kantina mı yapsak ne ?
“Rüzgar amca çek bir buçuk adana, bol acılı olsun ama” deseler meselâ.
Kavala nın içinden transit geçerken eski göz ağrılarımızdan İrini Camping e uğruyoruz. Kapılar ardına kadar açık, resepsiyonda her zamanki ciddi yüzü ile oturan Yordanis de artık yok. Bir zamanlar “ bu otoyol hepimizi silip süpürecek” diye hayıflanan adam yukarıdan geçen otoyolun altında kalmış, ezilip gitmiş bir yerlere. Sonra bir süre sonbaharın hışırdattığı kavakların hüzünlü bahçesinde geziniyoruz. Gittiğimiz her köşeden, baktığımız her ağaçtan geçmişin güzel anıları göz kırpıp el sallıyordu hasretle.
Xanti yi dolaşırken aldığımız kurabiyeleri akşam çayı için mola verdiğimiz Porto Lagos ta bir güzel götürüyoruz. Bir kedi de nasibini alıyor bu lezzet kutusunun son kırıntılardan . Buraların hayvanları da karavanları daha bir iyi ayırt ediyor bizim hayvanlardan !...Ne zaman bir karavan görseler içinden yiyecek bir şeyler verilebileceğini hemen çakıyor namussuzlar.
Akşam olurken Alexandroupoli nin fenerinin ilk ışıklarına yetişip de limandaki park yerinde kontağı kapadığımızda neredeyse bir aylık serüvenin de sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hafif hafif yağan yağmurla başlayan dönüş hüznünü bir Rum meyhanesinin nefis mezelerinde, yavaşça yudumladığımız uzosunda dindirmeye çalışıyoruz. Daha önce de uğradığımız oyzepi nin patronu genç bize bir 200 lük de yolluk olarak gönderiyor. Efaristo be, efaristo diyoruz bu sevimli komşumuz Rum dosta. Karavanımızın camına yansıyan fenerin ışıkları bir ninni gibi geliyor yorgun bedenlerimize.
Kahvaltıdan sonra toparlanıyoruz. Az ötemizde gecelemiş bir Yunanlı motokaravancı çekine çekine Türkiye yi soruyor. Kamping varmı, güvenlimi, nerelerde kalabilirim gibilerden klasik sorulara verdiğimiz klasik yanıtlar ve yardımlar ferahlatıyor komşuyu.
Hudut fazla uzak sayılmaz. 45 km. kadar. Oradan eve kadar da şu kadar km. eder 5.250 km. Arızasız, kazasız, belasız gelmişiz buralara kadar. Bundan sonra da aynen devam eder bu rahat yolculuğumuz diye içimden geçiriyorum. Otoyola çıkmayıp TYOPKİA levhasını takip ederek eski yoldan devam ediyorum. Eski yol da yeni aslında.Tarlaların içinden geçen en eski yol ise kaybolmuş artık. Bölünmüş yol cami li kilise li Batı Trakya köylerinden geçerek bizi hududa ulaştırıyor. İşlemler bir çabukta bitiyor ve biraz duty-free geleneğinde birkaç parça hediyelik bir şeyler alıyoruz. Meriç köprüsünü yavaş yavaş geçerken önce Venizelos un torunlarına bir gülücük gönderip, sonrasında Kemal’in askerlerine bir selam çakıyoruz.Hoş bulduk Vatan.
Salına salına nazlı bir gelin edası ile akan nehrin üzerinden geçerken yıllar önceki “Hey Adriyatik Biz Geldik” adlı gezi anılarımdan aklımda kalan bir bölümü hatırlıyorum yeniden.
Doğayı, çevreyi, ülkeleri ve insanları tanımanın en doğru yolunun karavancılık olduğunu düşünüyoruz. Gezilerde yaşanan dinamizmin insanın düşünce ve eylemlerinde yarattığı gelişmeyi, her türden dil, din, ırk ve milliyete sahip insanları tanımanın kendi tabularını, açmazlarını sorgulamaktaki inanılmaz başarısını tartışıyoruz...
“Rüzgar” yeni yeni doğmaya başlayan güneşin ışıklarına doğru hızla atılırken anılarımızın gizli eli bizi Adriyatik’in beyaz köpüklü koylarına, Avusturya nın ayna yüzlü göllerinin yeşilimsi aydınlığına doğru çekiyor... çekiyor !...
Rüzgar Hüseyin
B İ T T İ