Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik
Sevgili arkadaşlar,
Adriyatik kıyılarındaki gezi anılarımın 4. bölümü de www.dnm-ler.com un 19. sayısında yayınlandı.
Birlikte biraz gezelim dilerseniz,
Sevgiler.
Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik
4. Bölüm
Güneş çekilip te ortalık kararmadan Drevenik’in yukarılarından geçiyoruz. Aşağılarda Hvar adasına gidip gelen Jadralino’nun feribotları telaşsız, arkalarında beyaz köpükler bırakarak yolcularını bir yere yetiştirme telaşında değil adeta gezdirmekte. Asprovalta daki karavan komşum Çek’lerden aldığım bilgilerde Drvenik’i geçince Camp Dole olacak. Ve deee az gidincee... oluyoor. Kamp a girdikten ve de koca kampın bir bölümünü beş aşağı on yukarı dolaştıktan sonra bulabildiğimiz asırlık bir çamın altına yerleşiyoruz. Aynı anda yüz kadar kampçının yüzünü yıkadığı lavaboları, bir o kadarının tuvalete gidebildiği bir başka o kadarının da duş yapabildiği, bir başka o kadarının da bulaşıklarını yıkayabildiği kos kocaman, up uzun, gep geniş üniteleri olan bir kamping. Kamping ne kelime adeta bir karavan tugayı . Hırvatistan da kamping deyince genellikle kitlesel kamp karavan turizmine yönelik yaklaşık 1500- 2000 ünitelik tesisler düşünmek gerekiyor. Avrupa nın hemen güneyindeki bu güzel kıyılarda kampçılık yapmak gerçekten de farklı şeyler bizler için. Ülkemizdeki kampinglerden orman kampları hariç özel kampinglerde on beş yirmi üniteyi bir arada zor görebiliyoruz artık. Tabii bu getiri düzeyinde de kamping açmak sabit masrafların yüksekliği nedeni ile cazip olmuyor doğal olarak. Örneğin bu kampingde kişi 26, karavan 37 ,elektrik 30 Kuna, yani toplam 17 €. Bizde bu fiyata bu yoğunluktaki bir kampa kimse bu parayı ödemek istemez. Mesela bizde kampçılık kurallarını yeterince bilmeyen ve de bilse de uygulamak işine gelmeyen iki bin ünitenin ahalisini bir arada düşünebiliyormusunuz ? O mangal dumanlarını, o müzik seslerini, o çocukların bağrışmalarını, o anaların yüz metreden çocuklarına terbiye verişlerini falan... tam da gavura “oh my god” dedirtecek cinsten bir şey olur herhalde...
Akşamın karanlığı giderek koyulaşırken abajurumuzun romantik sarı ışığında Makedon peyniri, Arnavutluk kavunu, Montenegro cacığı, Yunan rakısından oluşan çilingir soframıza Selma nın konferanslarını bastıran Ağustos böceklerinin ısrar üzerine tekrar edilen son galası eşlik ediyor ve bu muazzam fasıl eşliğinde...Sahi ne yapacaktım ben. Niye oturmuştum sofraya acaba ki ?...
Ertesi sabah bembeyaz kumların çevrelediği kıyıda ılık bir suda bir süre oyalanıyor, biraz daha deniz hasretimizi gideriyoruz. Malûm, Eylülün ortalarına geldik, istikamet kuzeye Alp lere doğru ve bundan sonra denize girmek biraz şansa kalıyor ne yazık ki. Konuşmayı çok seven İtalyan bir karavancı olası rotamız üzerindeki bildiklerini aktarıyor. Trieste’ nin tepesindeki bir kamping i not alıyorum kafama. Trieste yi sevmiştik daha önce, bakarsın lazım olur. Sonra toparlanıp resepsiyona ödememizi yapıp Camping card’ ımızı geri alıyoruz. Ana yola çıkınca sola sinyal ve daha kuzeylere doğru yine yollara düşüyoruz.
Öğle yemeği için mola verdiğimiz Omis , Cetina nehrinin içeri doğru koy yaptığı yerde dağların denize dik olarak indiği, koyda motorlarla gezilerin de yapılabildiği plajı ve otelleri bol bir yazlık belde. Karavanımızı büyük araçlar için parka çekip bir saat için 5 kuna atıyoruz otomata.
Çarşıda ve de arka sokaklarda bulduğumuz bir sanat galerisini biraz dolaşıp bir pizzacı da öğle yemeğimizi atıştırıyoruz. Denize girmek bir alternatif ama bu işi bir daha ki sefere bırakıp yavaş yavaş yukarılara doğru yollanırken güzel ve eğlenceli Omis’i bir dahaki gezimiz için defterimize artı olarak kaydediyoruz.
Yol üzerinde Split var. Hırvatistan ın 5-6 büyük şehrinden biri. Sağa sola baktığınızda endüstriyel yapıları, fabrika dumanlarını, trafik yoğunluğunu görebiliyorsunuz. Öylesine dantel gibi kıyılardan, sesizliği sadece dalga hışırtılarının bozduğu doğa güzelliklerinden sonra hiç de cazip gelmiyor insana. Split i bu defa da transit geçip yukarılara doğru devam ediyoruz ama bir daha geldiğimizde hatırını kırmayıp en azından bir acı kahvesini içmeye de söz veriyoruz. Rotamız da Trogir var ve çok gitmeden şehre ulaşıyoruz. Belde büyük bir koyun iki yakasına kurulmuş eski bir Dalmaçya şehri. Ortasında bir de ada var ve turistik üniteler bu ada üzerinde yoğunlaşmış. Karşı yakada ise birkaç güzel kamping var. Örneğin Belvedere yaklaşık 1300 üniteli ve çoğu artık çekilmeyen çekme karavanlar ile dolu. İleride 200 ünitelik Seget ve daha başkaları var. Biraz bakınıyoruz kalalım mı diye ama daha yorgun değiliz. Bir çay molasının ardından çarşıda biraz geziniyoruz. Etraf yine turist kaynıyor ve serinlemeye yüz tutmuş bulutlu havada bir hevesle şortlarına mayolarına sımsıkı sarılan bir alay insan kimbilir nerelerden ne ümitlerle gelmişler...
Yolumuza devam etmeyi ve kuzeye doğru çıkmayı düşünüyoruz . İyi mi ediyoruz kötü mü ediyoruz bilemiyoruz ama Eylül ün 19’ unda Almanya da ki arkadaşımızın doğum günü partisine de yetişmemiz gerekiyor. Bu arada Istra yarım adasına da uğrayıp birkaç gün güzel bir kamping de yampala yatıp kemiklerimizi dinlendirmeyi planlamıştık yola çıkarken.
Ana yola çıkıp 30 km. kadar gittikten sonra bu defa Primosten’ e geliyoruz. Uzaklardan şirin görüntüsü ile adeta el eden beldeyi gezmeden geçmek olmaz diyor manzaranın güzelliği. Ana yoldan girince hemen önümüze gelen otoparka dalıp tenha bir köşeye park ediyoruz. Bir geceliği 50 kuna, yani €7 sadece. Artık ılık duşlar yeterli olmuyor ve boileri çalıştırıp sıcak bir duş alıyoruz. Her gün birkaç yüz kilometre daha sıcak havadan, ılık sulardan uzaklaşıyoruz. Denize girme isteği buralarda neredeyse bitti artık.
Primosten tipik ve de çok güzel bir belde. Küçük bir yarım adanın neredeyse her m2. si şipşirin Dalmaçya tipi evlerle, dükkanlarla dop dolu. Sezon geçmeye başlayalı neredeyse 15 gün olduğu halde her taraf turist kaynıyor. Yat limanında bağlı yüzden fazla teknenin cepleri dolu mürettebatı restaurant ların değişmez müşterilerini oluşturuyor. Guruplar neşe içinde kadeh kaldırıp ılık bir sonbaharın mehtaplı gecesinde gülüyorlar, eğleniyorlar. Küçücük meydanda kurulmuş bir sahne üzerinde kırmızılı beyazlı sahne kıyafetleri ile bir Sırp dans topluluğu yerel müzik eşliğinde yerel dansları sunuyor. Biz de bir restaurant da mönü den zararsız, acısız, kızartılmamış yiyecekleri seçerken zorlanıyoruz. Standartlarımız no fried, no peperoni, no cholestrol falan. Tatsız tutsuz bir şeyler bulup yiyeceksin ama gecen lezzetli geçecek. Nasıl olacaksa artık. Haşlanmış patates üzeri bilmem ne sosu, karışık sabze ızgara, marifet bu. Neyse ki buz gibi biralar ya da bazen bir güzel şarap imdadımıza yetişiyor her zaman. O na da yasak gelirse artık Sarayburnu’ ndan mı atarsın kendini yoksa çürük bir iplke bungee jumping mi yaparsın...
Hediyelik eşyalar da son derece kaliteli ve çekici. Anılarımızın arasına birkaç küçük zarif Primosten hatırası katıyoruz. Daha az zarif olanlar için yerimiz çok kısıtlı maalesef. Selma bir abajur beğeniyor, pirinç gövdesi üzerinde yerel desenli dokumadan bir de şapkası var. Çok güzel bir şey ama karavanımızın depolama olanakları kısıtlı. Alamasak da cüzdanlarımızın şişkin kalması tesellimiz oluyor...
Gece çevredeki iki üç karavan ile birlikte sonbaharın ilk ciddi yağmurunu yiyoruz. Kovadan boşanırcasına yağan yağmur komşuları biraz rahatsız etse de bizi etkilemiyor. Tavan sağlam, zemin asfalt, endişe yok. Böyle riskli havalarda kampinglerde kalmamanın tadını çıkarıyoruz. Selma günlük notlarını tutmaya devam ederken ben görmekte olduğum “peri kızlı” rüyama kaldığım yerden devam ediyorum. Sabah kahvaltımız da yine oradan buradan alınmış zeytinler, peynirler, domateslar, salatalıklar, mis gibi kızarmış kepek ekmekleri.. Şu “ler, lar” takıları da olmasa nasıl anlatacağım kahvaltımızın dayanılmaz cazibesini bilemem. Gece bir ara kale içinde bulabildiğimiz bir İnternet Cafe den mail lerimize bakmıştık. Epeyce birikmiş miş. Şu dünyanın her yerinden net e pratik bağlanma olanağı bir an önce sağlansa diye düşünüyoruz biz uzun süreli dışarılarda dolanan gezginler için. Sabah sabah içilen kahvelerin dumanlarının buğulandırdığı camın ardından sisler arasında henüz uyumakta olan beldeye bir daha bakıyoruz. Primosten de geçen mehtaplı bir Eylûl gecesinin renkli anıları belleklerimizdeki köşesindeki yerlerine rahatça yerleşirken Dalmaçya nın bu estetik beldesinin otantik güzelliği önce solumuzda, sonra gerilerde kalıyor, küçülüyor küçülüyor bir virajın ardında gözden kayboluyor.
Primosten de geçen güzel gecenin anıları henüz gözlerimizden silinmeden rotamızın üzerine gelen Biograd’ a da bir uğramak geçiyor içimizden. Bunlar hep de görmesen olmazlar kategorisinde. Upuzun Adriyatik kıyılarının Arnavutluk bölümü hariç dünya turizmine açık olan neredeyse tamamı Yugoslavya nın parçalanması aşamasında Hırvatistan da kalmış. Arkada kalan denize kıyısı olmayan Sırbistan, Kosova, hatta 200 km. mesafedeki Macaristan halkının da bu denizden kıyısı olmalarını istediklerine adım gibi eminim. Ama gelenler daha çok Almanya dan, Avusturya dan. Alplerin gerisinde kalan bu ülkelerin ılık Adriyatik kıyılarına mesafesi otoyollardan yaklaşık bir gün sadece. Zaten bütün güzel koylar ve kampingler Alman karavancılarla sonra da İtalyan karavancılarla ve turistlerle dolu. Plaj gibi, aile kabini gibi kullanıyorlar buraları sanki…
Biograd epeyce gelişmiş bir kıyı beldesi. Oteller, sobe apartmani ler, restaurant lar her keseye göre. Marina teknelerle dop dolu. Her millet den bandıra sallanıyor direklerde, kıçta. Ay yıldızlısı bile var. Yine birkaç şirin anı katıyoruz dağarcığımıza hediyelikçilerden. Bir marin malzemeleri satan yerden karavanlarımız için çok gerekli olan tuvalet kem’i buluyoruz. Bu mavi sihirli sıvı tuvaletlerimizin hijyenik olarak kullanılmasını destekliyor. Öğle yemeğimizi parkın serin bir köşesinde geçiştiriyoruz. Sonra gelsin cafe ler. Hava henüz öğle saatlerinde sıcak. Denize girenleri görebiliyoruz. Almanya daki arkadaşımızın 19 Eylülde ki doğum günü partisine yetişmemiz için rotayı kontrol ediyoruz. Daha beş gün var ve hiç değilse üç dört gün Istra yarımadasında Opatya da, Porec de kalabilmeyi düşünüyoruz. Havalar nasıl olacak kuzeyde ?. Bu mevsimde biraz şans. Bakalım artık oldu oldu, olmadı kaldı. Karavancılığın da güzel tarafı bu. Evin arkanda özgürsün. Hiçbir şey fazla dert değil. Bu gün Zadar üzerinden Rijeka’yı tutmaya çalışacağız. Sabah bir toprak yola girip atık sularımızdan kurtulup tuvaleti de döküyoruz. Bir taraftan işlerimizi hallederken bir yandan da bu “kafana göre” alaturka işler, kuzeye çıktıkça, “soğuk ülkelere”, ve de eş anlamlı olarak “medeniyete” yaklaştıkça zorlaşıyor diye düşünüyoruz. Geçtiğimiz günlerde daha güneylerde AB standartlarının hijyenik zorlamalarını bu denli hissetmiyorsun. Avusturya da Almanya da ise bu işleri çaktırmadan yapmak çok zorlaşacak farkındayız. Polisin elinde kabak oyacağı…hıııı…Zadar’ı ilk Adriyatik gezimizde kaldığımız güzel bir şehir olarak hatırlıyoruz. Kalesi, limanı, çarşısı ve sanat yapıları ile gerçekten görülmeye değer bu güzelim şehrin ağır silahlar ile yaralanmış bedenine bakıp o trajik iç savaş günlerinin acılarını hissetmemek elde değildi inanın. Zadar dan sonra yeni yapılan otoyolu alarak Zagrep üzerinden Rijeka ya ve hatta Ljublijana üzerinden Avusturya taraflarına gitmek te bir alternatif ancak biz Adriyatik in dantel gibi kıyılarını bırakıp içerilere girmeye kıyamıyoruz. Ama saatler geçtikçe bozan hava bize kıyıyor ne yazık ki. Giderek alçalan bulutlara kuvvetli bir rüzgar da eşlik edince denizin mavilikleri ürkütücü bir griliğe bürünüyor. Kuzu başlarının giderek sıklaştığı denizi seyrederek gitme keyfimizi üst üste binen virajlar kesintiye uğratıyor, zaman zaman yolu kollamaktan birbirimizle konuşmaya dahi fırsat bulamıyoruz. Evet işte bu gün ve bu saat ve bu dakikadan itibaren sonbahar başlamış oluyor. Dolaptaki mayolarımıza, havlularımıza, yatıp güneşlendiğimiz plaj hasırlarımıza yeniden güneye dönene kadar belki de bu yıl için hepten elveda. Güzel vatanımızın insanı ısıtan ısıtmanın da ötesinde tenini bronzlaştıran sıcak günleri, çıkmak istenmeyen ılık denizleri çook gerilerde kaldı artık…
Rijeka ya gün batımından sonra girebiliyoruz ancak . Ortalık sakin. Hatta çok fazla sakin. Selma’ nın komplo teorilerine göre Avrupa’ daki kriz öncelikle bu AB dayanışmasından nasibini alamamış ülkenin üzerine bütün ağırlığı ile çökmüş durumda. Kendisini yanıltacak en ufak bir örnek de yok ki ortalıkta aksini söyleyebileyim. Sokaklar bomboş. İlk defa ’77 de geldiğim Rijeka çok hareketli, ışıl ışıl gelmişti bana o zamanlar. Sonrasında iki yıl evvelinde de yine hareketli idi ama bu gelişimizde sanırım nüfus sayımı var!.. Karavanı şehrin tam merkezindeki büyük otoparkın sakin bir köşesine çekiyoruz. Onca virajlı, yağmur altında yapılan yolculuğun ardından şöööyle bir restaurant a kurulup güzel bir kırmızı şarap eşliğinde mantar soslu et, yanında bol garnitür hayalleri kurarken gezip dolanıp güç bela şehrin bulabildiğimiz tek açık yeri, insanlığı yuvarlak sofrasında buluşturan lezzet zinciri Mc Donalds’ da chicken burger e talim ediyoruz !... Yanında da diet cola. Beni tanıyanlar yüzümün ifadesini tahmin edebilirler kolaylıkla. Issız sokaklardan karavana döndüğümüzde etrafta göremediğimiz, şehrin neredeyse tüm gençlerini otoparkın sakin bir köşesine çektiğimiz karavanımızın önündeki borulara tünemiş ellerinde şarap ya da bira şişeleri ile buluyoruz. Önceleri üç beş genç ten oluşan topluluk yarım saat içinde Alfred Hitchcock’ un The Birds filmindeki bir sahneyi anımsatıyor bize. Tippi Hedren in oturduğu bankın arkasındaki dallara yavaş yavaş biriken kargalar birkaç dakika içinde giderek ürkütücü bir hal alır ve Hedren bunu farkettiğinde oradan dehşet içinde kaçmaya başlar…Gerçi bizim dişili erkekli, üniversite eğitimli kargalar pek zarar verecek gibi görünmüyorlardı ama şişede durduğu gibi durmazdı ki bu meret. Nitekim de durmadı. Şişeler etrafa saçıldıkça gülmelerin tonunun, konuşmaların konusunun değiştiğini anlayabiliyorduk camın ardından. Sonrasında karavanımızı gençlerin gelmek istemeyecekleri bir başka köşeye çekerek onları gürültüleri ile patırtıları ile baş başa bırakıyoruz. Karavanda uykuyu beklerken attığımız bir iki duble viskinin açtığı konular arasında gençlik de var ister istemez. Gezdiğimiz bir çok ülkede özellikle Yunanistan da gençler ile “teğet” konumlarımız olmuştu ve çocukların eğlencelerinin hep belirli terbiye sınırlarının içinde kaldığını, gelir düzeylerinin daha üst noktalarda olmasına karşın bunu bir şımarma biçimine dönüştürmediklerini gözlemlediğimizi anımsıyoruz o ıslak gecede.
Sabahın serinliğinde ısıtıcımızı biraz çalıştırıp erken gelen sonbaharın sürprizinin şokunu nasıl atlatabileceğimizi düşünüyoruz. Güney Almanya nın tam da Avusturya sınırında oturan ve “Alman’ların sonuncusu” konumundaki arkadaşımızın partisine daha dört gün var. Opatya kıyılarında bir kamping e yanlayıp birkaç gün tatil yapmak hayalinin ise iyiden iyiye suya düştüğünü görüyoruz. Karavancı durum muhakemesi sonucunda “B” planını uygulamaya geçirip Avusturya ya daha çok zaman ayırmayı düşünüyoruz. Ama bu havada yazlık giysilerimizin yetersiz kalacağı çok açık. Bu konuyu şiddetle not alıyoruz kafamıza.
Havanın bu beklemediğimiz azizliği ile kırılıp dökülen hayallerimizin kırıklığı ile Rijeka dan çıkıyoruz. Oto yola doğru elli km. kadar yolumuz var sonra Slovenya sınırı. Sınıra gelmeden son Kuna larımızla diesel alıp türkiş bir metotla yaylı su musluğuna cırt ile kelepçe yapıp depoya takıyoruz ve kahve içmeye gidiyoruz. Kahvelerimizi içene kadar depomuzu da doldurmayı başarıyoruz. Yabancı karavancılar öylece bakakalıyorlar bu pratik buluşumuza. Slovenya Schengen vizesi kontrol işlerini İtalya dan devralmış durumda. Önceki yıllarda Trieste gümrüğünde “çek kenara” lar, köpeklerden yardım almalar ! artık daha yumuşak biçimde uygulanıyor şimdilik. Slovenya - İtalya bağlantısında yeşillikler içinde birbiri peşi sıra dizilmiş köylerden geçiyoruz. Biraz sonra Trieste nin boş gümrük binalarının önünden geçerken bavul koklayan köpeklerin kulübelerinin de boşalmış olduğunu görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ nda casusların cirit attığı Trieste’ yi, bir çanak gibi avuçlarına alan teraslardaki çiçek bahçelerinin arasından zaman zaman gülümseyen Adriyatik’in bembeyaz köpükler içindeki puslu görüntüsüne son defa el sallıyoruz. “Bir gün gene görüşeceğiz...bekle bizi...bekle, Anadolu nun bağrından kopup gelecek Rüzgar’ı...bekle”.
4.Bölümün sonu
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
5. Bölümde, Avusturya göller bölgesi, Salzburg, Güney Almanya taraflarına gidiyoruz.