2015 yazında The Great Wild Life dergisi için kaleme aldığım bir yazıyı burada paylaşmak istedim.
Dergide yayımlanmıştı ama internetten arattım; çıkmıyor.
gezenbilir'e de bir güzellik yapmışım o zamanlar
sevgiler,
============================================
“31 Mayıs itibariyle istifamın kabulünü rica ederim”.
Akıllı telefonumun kısa mesaj bölümüne yazdığım cümle, gönderilmeyi bekliyordu. Muhtemelen yıllardır yazdığım en “akıllı” mesajdı. Cümleyi tekrar okudum – bir şey eksikti sanki...
“31 Mayıs itibariyle istifamın kabulünü rica ederim.”.
Nokta olmadan cümle tamamlanmaz. Yalap şap işleri sevmem ben. Noktayı koymamla “Gönder” tuşuna basmam arasında yarım saniye geçmedi. Zamanı gelmiş şeylerin önüne geçemezsiniz; bir dip dalgası sizi yakalar; farkına varmadan kendinizi muhtemelen pek de hazırlamamış olduğunuz bir yolculuğa doğru fırlatıverir.
Penceremde Boğaz’ın akşam manzarası. Köprünün ışıklandırması ucuz gece kulüplerinin tabelaları gibi kırmızılı, morlu yanıp sönüyor. Gecenin ilerleyen vaktine karşın köprü üstündeki araç kuyruğu tuzağa düşmüş kırmızı desenli bir yılan misali umutsuzca kıvranıyor. Yan komşumuz, 15 dakikadır aracının giremeyeceği kadar küçük bir boşluğa park etmek için ısrarla ömrünü tüketmekle meşgul. Az ilerideki halı sahanın çirkin, soğuk beyaz projektörleri top peşinde koşturanları aydınlatmaktan çok gökyüzünü sisli bir ışık hüzmesiyle bulandırıyor.
Göğe baktım: sis perdesinin ardından belli belirsiz seçebildiğim bir-iki yıldız uzaklardan göz kırpıyor.
Evvel zamanda bir üniversitenin mağaracılık kulübü ile gittiğim Anamur’dan Toroslara tırmanmış, günler boyunca üstümüzdeki büyülü Samanyolu’nu hayanlıkla izlemiştim. Onca ışık yılı uzaktan gelen milyarlarca yıldız hep bir ağızdan seslenirdi sanki: “Özgürsen, varsın!”. O sesi en son ne zaman duyduğumu hatırlamaya çalıştım. Tabii ya: Geçen sonbahar işlerden başımı kaldırabildiğimde üç günlüğüne güneye gitmiştim motorumla. Gene gecenin bir yarısı Torosları aşarken bilmem kaç irtifada manzaranın güzelliğine dayanamayıp –bu sefer sadece yarım saatçik- gökyüzünü seyre dalmış ve aynı sesi duymuştum yirmi küsur sene sonra. Pazartesi işbaşıydı ama; gidilecek yere hemen varıp dönmek lazımdı; fazlaca oyalanmak olmazdı.
“İstifa mı ettin?” diye sordu sevgilim. Evliliğimize birkaç ay var daha; endişelenmesi doğal –sanki ben hiç endişelenmiyorum!. Ama yargılamadan, anlamak istediği için sormuştu. Mesleğimi çok sevdiğimi ama artık her sabah ajandası iyi belirlenmemiş toplantılarda günümün yarısını geçirmek için sabahın köründe ofise yetişmek endişesiyle trafikle boğuşmak istemediğimi, yarım saatte çözülebilecek basit meseleler için haftalarca karar mekanizmasını çalıştırmakla ömrümü tüketmekten daha faydalı bir şeyler yapabileceğimi anlattıktan sonra, zaten ofisteki kahve makinesinin hazırladığı bulamaçın ne kadar berbat olduğu ve belki de kendisinin hep dalga geçip durduğu plaza türkçemin de bu sayede düzelebileceğine dair birkaç önemli hususu da ekleyerek sadede geldim:
“Şu evi satıp bir karavan alalım mı?”
Noktadan sonraki önemli cümle buydu anlaşılan. Müstakbel eşim şaşılası derecede olgun davrandı. Eğer böyle kırılım noktalarında bağırıp çağırmadan sizi dinleyen bir sevgiliniz varsa hiç durmayın: evlenin! “Sürekli karavanda yaşanmaz ki ama; bir ev mutlaka lazım” dedi. Demek ki bir karavan alma fikrini aslında beğenmişti. Kendini bildi bileli topuklu ayakkabı ve Louis Vuitton çantayla gezen bir cadde kızı, tam olarak nasıl bir şey olduğunu hayal edemediği karavancılığa itiraz etmediyse çok da uzak olmayan bir gelecekte bu fikri gerçekleştirmek mümkündü. İşte bizim şehirden kaçışımız ve doğayla içiçe karavan hayatımız böyle başladı.
Sonraki üç yılımızda eve neredeyse hiç uğramadık. Başlangıçta yılda 3-4 ay için yola çıkmıştık ama karavanın bize sağladığı özgürlük alanı o kadar vazgeçilmezdi ki yılın 10 ayı canımız nereyi çekerse orayı kendimize mekan tuttuk. Sonuçta evinizi ve ihtiyaç duyduğunuz temel konforu yanınızda istediğiniz yere götürebiliyorsunuz; bir yeri çok beğenip de kalacak imkan olmadığından isteksizce eve dönmek gibi bir zorunluluğunuz yok. Böylece, öncelikle Riva, Şile, Çilingoz gibi İstanbul’a yakın yerlerde ikişer üçer haftalık konaklamalarla başlayarak rotamızı Sapanca, Abant, Yedigöller, Ayvalık, Danişment, Gökova, Datça gibi daha uzak bölgelere çevirir olduk.
Tabii ki uzun süreli konaklamalarda bir miktar planlama şart: “Konaklayacağınız yerde bir tesis var yoksa tamamen ıssız ve kısmen vahşi doğanın içinde mi kalacaksanız? Mevsimin durumuna göre yol şartları nelerdir? Etraftaki tatlı su kaynakları nerededir? Politik şartlara göre güvenliği tehdit eden bir durum var mıdır?” gibi çok boyutlu bir analizi yapmadan yola çıkmak hakikaten bir macera olabilir. Ancak insan kısa bir süre içinde bu değerlendirmeyi sağlıklı bir şekilde yapmayı öğreniyor; aslına bakarsanız tipik bir şehir insanını oldukça ürkütebilecek bu konular o kadar da büyük meseleler değil.
Konakladığınız noktanın 20km yarıçapı içinde küçük keşif gezileri yapmak, öncelikli olarak tatlı su kaynaklarını ve alternatif konaklama noktalarını belirlemek bize coğrafya konusunda çok şey kattı. Artık bir dağın, sadece bir dağ değil; farklı yamaçları, farklı görüntüleri olan yaşayan bir varlık olduğunu anlıyorsunuz. Bir akarsunun nereden doğduğunu, nereye döküldüğünü, o bölgenin mevsimlere göre nasıl şekil değiştirdiğini görüyor; kuşların, kelebeklerin, kurbağaların ve daha nice canlının yaşam döngüsüne yakından tanık oluyorsunuz.
Bütün bunların şehir insanı üzerinde bence “zihin açıcı” bir etkisi mevcut. Herkes, arada bir içinde bulunduğu koşuşturmacadan biraz uzaklaşmalı; zamanı yavaşlatıp kendisine “ben ne yapıyorum?” diye sormalı. Ancak bu tür zamanlarda hayattaki amacımızı, hedeflerimizi gözden geçirip içimizdeki sesi dinlememiz mümkün olabilir. Bu açıdan karavan hayatı çok iyi bir terapi şeklidir. Penceremden sürekli değişen manzarayı izlerken uzun süredir içinden çıkamadığım iş ve özel hayatla ilgili birçok meseleyi çözdüğüm; problem gibi görülen şeylerin aslında kolayca halledilebilecek konular olduğunu farkettiğim çok olmuştur. Boşuna dememişler “tebdili mekanda hayır vardır” diye!
Öte yandan tipik “şehir insanı” iş ve ev arasında mekik dokuyan, hayatın kolayına alışmış, büyük ölçüde “hımbıl” bir canlıdır. Karavan hayatı ise sizi bir dizi rutin ama disiplin isteyen aktiviteyle canlı tutar. Günlük işlerin arasında enerji ve su tüketimini kontrol etmek, tuvaletinizi uygun şekilde boşaltmak, bir kamp ateşi yakacaksanız öncesinde yeterli odunu toplamak için birkaç kilometrelik yürüyüşler yapmak, yaklaşan bir fırtınaya karşı uygun tedbirleri almak, gece yağan karı küremek ya da buzlanmış ekipmanınızı tekrar çalışır hale getirmek gibi uğraşlar olacaktır. Bütün bunları yaptıktan sonra işinize odaklanmanız için halen zaman kaldığını ve çok daha büyük bir hevesle işe sarıldığınızı göreceksiniz.
Tabii ki sadece tatlı havalarda, bir kamp alanında konaklamayı seçip şehir hayatının konforunu tamamen terk etmeden de karavan keyfini yaşayabilirsiniz; ancak biz biraz da “ne kadar azla idare edebileceğimizi” de keşfetmek istediğimizden konforun fazlasından uzak durmayı tercih ediyoruz. Örneğin yılbaşlarında Abant gölüne karşı -11 derecelerde kamp yapmak bizim vazgeçilmezlerimizden biri haline geldi.
Aslında karavancılık “minimalist” bir yaşam biçimidir. Doğayla içiçe olan bütün aktivitelerde olduğu gibi sizi esir eden bütün yüklerden kurtulup sadece ihtiyacınız olduğu kadarla başarmayı, mutlu olmayı becerebilmektir. Evinizde bulunan tüm şu ıvır zıvıra bir bakın: Gerçekten bunların tümü size lazım mı? Oturmak için kaç koltuk takımına, yemek yapmak için kaç tencereye, misafir ağırlamak için kaç kişilik yemek masasına, film seyretmek için kaç ekran televizyona, duş almak için kaç litre suya ihtiyacınız var ki sahiden? Şairin dediği gibi “Basit yaşayacaksın”. Biz bu yola çıktığımızda “Mandıra Filozofu” henüz çekilmemişti; çok şükür Ferrari’mizi satacak ölçüde de büyük bir travma yaşamamıştık! Sadece “Artık Yeter!” dediğimiz bir noktada “En kötüsü ne olabilir ki?” diyerek cesaretimizi toplamış; içinde bulunduğumuz sistemin tüm dayatmalarına karşın vazgeçmemiştik. Sonuç olarak, benzer duygular içinde olan insanlar için karavancılık, yaştan bağımsız, tüm ailece paylaşılabilen ve en önemlisi sürdürülebilir bir yaşam biçimi olarak keyifli bir alternatiftir. Sürekli olarak bir karavanda yaşamasanız bile kapınızın önünde duran bir karavan sizi “Hadi gidelim” diye çağıracak ve hayatınızı tahmin edemeyeceğiniz şekilde zenginleştirecektir.
Bu kadar “karavancılık felsefesi”nden sonra ilk adımı atmak isteyenler için biraz teknik bilgi verelim:
Öncelikle Planlama:
Fikir güzel de, karavanlar hakkında pek bir şey bildiğim söylenemezdi. Mühendis bakışıyla değerlendirdiğimde, eni konu 8m2‘lik alanda -sürekli olmasa bile uzun süreli bir- yaşamın bir uzay istasyonundakine -mümkün olduğunca kendine kendine yetecek- benzer bir sistemle mümkün olabileceğini düşünebiliyordum. Kendimize yılın en az 3-4 ayını karavanda yaşamak gibi bir hedef koyduğumuzdan ihtiyaçlarımızı ve öğrenilecek konularını belirlemeye başladık:
-Ne tip bir karavan olmalı?
-Ne kadar büyüklükte bir karavana ihtiyacımız var?
-Tuvalet işi nasıl halledilecek?
-Dışarıdan elektrik almadan bir dağ başında ne kadar süre kalabiliriz?
-Su tedarikini nasıl ve hangi aralıklarla yapmalıyız?
-Kışın nasıl ısınacağız?
Avrupa ve Amerika’da 60-70 yıllık yaygın ve gelişmiş bir karavan kültürü varken ülkemizin -ne hikmetse- yılda ancak birkaç hafta kullanılabilen yazlık evlerin hakimiyeti altında olduğu bir gerçek. Bizim gibi göçebe/göçer ata kültürünü genlerinde taşıyan bir milletin her fırsatta arsa kapatıp kendini betona hapsetme merakını, “tatil” diye gidilen yazlıklarda zamanın çoğunu tamirat, boya-badana işleriyle geçirmesini anlamak gerçekten zor. Buna rağmen sayısı sınırlı da olsa tecrübeli bir karavancı topluluğumuz var ve çok şükür, Türk karavancıları da bütün dünyada olduğu gibi, zincirlerini koparıp ilk adımı atmak isteyen herkese elden geldiğince bilgi desteği sağlayarak yardıma koşmaktan çekinmezler.
Dolayısıyla karavancılığa ilgi duyan herkesin ilk yapması gereken şey, okumak, okumak ve daha çok okumak. Yukarıda belirttiğim temel konularda farklı ihtiyaçları, farklı yaklaşımları içeren birçok yazıyı okuyup sindirmek en azından 3-4 ayı bulacaktır. Karavancılıkla ilgili külliyata tamamen vakıf olsanız bile sizin ihtiyaçlarınız verilen örneklerden çok farklı olabilir. Bu durumda –bizim yaptığımız gibi- bir miktar deneme yanılma ile kendi doğrularınızı bulmanız gerecektir.
Meraklı okurlara, karavancılıkla ilgili ülkemizdeki muhtemelen en kapsamlı site olan gezenbilir.com’u ziyaret etmelerini şiddetle tavsiye ediyorum. Güneş panelleri, ısıtma, soğutma, tuvalet, sürüş güvenliği gibi bir çok konu başlığını tek bir yazıya sığdırmak mümkün olmadığından burada, çıkacağınız yolda sizi hüsrana uğratması muhtemel en önemli konuya değinmek yerinde olacak:
“En iyi karavan sizi yarı yolda bırakmayan karavandır”.
“Yarı yolda kalmak”, yağmur altında akan bir tavanı silikonlamanız; aküleriniz tükendiği için dolaptaki 5kg donmuş eti çıkartıp zorunlu mangal partisi vermeniz; kaloriferiniz tam gaz çalışırken içeride sizin sıcaktan yanmanız ama eşinizin/çocuğunuzun soğuktan donması; pencerelerinizin buğulanıp güzelim manzarayı sürekli cam silerek seyretmek zorunda kalışınız, teknik hatalardan dolayı yangın çıkması ya da yolda giderken karavan lastiklerinden birinin aracınızı sollaması gibi kelimenin tam anlamıyla “yolda kalmak” şeklinde gerçekleşebilir!
Günümüzde karavanların neredeyse tümü yaz aylarında yapılacak geziler için dışarıdan çok büyük bir takviyeye ihtiyaç duymadan bağımsızca konaklamanızı sağlayacak temel ekipmana sahiptir. Bu durum, bir yanıyla avantaj, diğer yanıyla da ciddi bir dezavantaj oluşturuyor. İşin iyi tarafı, karavancılığa başlamak isteyen herkes için oldukça uygun gözüken maliyetlerle alabileceği bir karavan mutlaka vardır. Ancak turistik bölgelerden, insan kalabalığından uzakta olmayı tercih eden, üç günde bir elektrik için bir kampa bağımlı olmak istemeyen, özellikle de karavan özgürlüğünü dört mevsim yaşamayı hedefleyenler için ilk bakışta çok da önemli görülmeyen bir çok teknik konu mevcut. Karavancıların çoğu başlarda sadece güzel havalarda kullanmak için en hesaplı gördükleri aracı alırlar. Bir süre sonra kaçınılmaz olarak bahar ve kış aylarında da şehirden kaçmak istediklerinde seçtikleri aracın yetersiz yönlerini sıkıntılı tecrübelerle keşfetmek zorunda kalırlar.
Modern karavanlar, içine girdiğinizde sizi kucaklayacak gelişmiş bir estetik anlayış ve mobil olmanın gerektirdiği ileri mühendislik bilgisi ile üretilmiş araçlardır. Hafif ve dayanıklıdırlar; yalıtımıyla yazın sizi bunaltmaz, kışın üşütmez; tüm sistemlerin verimliliği yüksektir ve minimalist felsefenin gerektirdiği “az alanda çok işlevsellik” sağlamaya yönelik ergonomik tasarımları vardır. Bu açıdan “yaptım-oldu” zihniyetinden uzak hassas bir üretim ve kalite kontrol sürecini gerektirirler. Dolayısıyla içinde “insanca bir yaşam ortamı” sağlanacak bir uzay istasyonu tasarlamakla karavan tasarlamak arasında gösterilecek dikkat ve özen açısından bir fark yoktur. Ancak böyle bir karavanda özgürlüğün tadını tam anlamıyla çıkarabilirsiniz. Aksi taktirde “özgür olacağım” derken elde silikon tabanca ve dekupaj testere ile bir karavan tamir ustası olmanız bir seneyi bulmayacaktır!
Sonuç olarak karavancılık, isterseniz beraberinde bir çok doğa aktivitesini de gerçekleştirebileceğiniz özgür bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminin ülkemizde de yaygınlaşması dileğiyle...
Behcet Tolga
Dergide yayımlanmıştı ama internetten arattım; çıkmıyor.
gezenbilir'e de bir güzellik yapmışım o zamanlar
sevgiler,
============================================
“31 Mayıs itibariyle istifamın kabulünü rica ederim”.
Akıllı telefonumun kısa mesaj bölümüne yazdığım cümle, gönderilmeyi bekliyordu. Muhtemelen yıllardır yazdığım en “akıllı” mesajdı. Cümleyi tekrar okudum – bir şey eksikti sanki...
“31 Mayıs itibariyle istifamın kabulünü rica ederim.”.
Nokta olmadan cümle tamamlanmaz. Yalap şap işleri sevmem ben. Noktayı koymamla “Gönder” tuşuna basmam arasında yarım saniye geçmedi. Zamanı gelmiş şeylerin önüne geçemezsiniz; bir dip dalgası sizi yakalar; farkına varmadan kendinizi muhtemelen pek de hazırlamamış olduğunuz bir yolculuğa doğru fırlatıverir.
Penceremde Boğaz’ın akşam manzarası. Köprünün ışıklandırması ucuz gece kulüplerinin tabelaları gibi kırmızılı, morlu yanıp sönüyor. Gecenin ilerleyen vaktine karşın köprü üstündeki araç kuyruğu tuzağa düşmüş kırmızı desenli bir yılan misali umutsuzca kıvranıyor. Yan komşumuz, 15 dakikadır aracının giremeyeceği kadar küçük bir boşluğa park etmek için ısrarla ömrünü tüketmekle meşgul. Az ilerideki halı sahanın çirkin, soğuk beyaz projektörleri top peşinde koşturanları aydınlatmaktan çok gökyüzünü sisli bir ışık hüzmesiyle bulandırıyor.
Göğe baktım: sis perdesinin ardından belli belirsiz seçebildiğim bir-iki yıldız uzaklardan göz kırpıyor.
Evvel zamanda bir üniversitenin mağaracılık kulübü ile gittiğim Anamur’dan Toroslara tırmanmış, günler boyunca üstümüzdeki büyülü Samanyolu’nu hayanlıkla izlemiştim. Onca ışık yılı uzaktan gelen milyarlarca yıldız hep bir ağızdan seslenirdi sanki: “Özgürsen, varsın!”. O sesi en son ne zaman duyduğumu hatırlamaya çalıştım. Tabii ya: Geçen sonbahar işlerden başımı kaldırabildiğimde üç günlüğüne güneye gitmiştim motorumla. Gene gecenin bir yarısı Torosları aşarken bilmem kaç irtifada manzaranın güzelliğine dayanamayıp –bu sefer sadece yarım saatçik- gökyüzünü seyre dalmış ve aynı sesi duymuştum yirmi küsur sene sonra. Pazartesi işbaşıydı ama; gidilecek yere hemen varıp dönmek lazımdı; fazlaca oyalanmak olmazdı.
“İstifa mı ettin?” diye sordu sevgilim. Evliliğimize birkaç ay var daha; endişelenmesi doğal –sanki ben hiç endişelenmiyorum!. Ama yargılamadan, anlamak istediği için sormuştu. Mesleğimi çok sevdiğimi ama artık her sabah ajandası iyi belirlenmemiş toplantılarda günümün yarısını geçirmek için sabahın köründe ofise yetişmek endişesiyle trafikle boğuşmak istemediğimi, yarım saatte çözülebilecek basit meseleler için haftalarca karar mekanizmasını çalıştırmakla ömrümü tüketmekten daha faydalı bir şeyler yapabileceğimi anlattıktan sonra, zaten ofisteki kahve makinesinin hazırladığı bulamaçın ne kadar berbat olduğu ve belki de kendisinin hep dalga geçip durduğu plaza türkçemin de bu sayede düzelebileceğine dair birkaç önemli hususu da ekleyerek sadede geldim:
“Şu evi satıp bir karavan alalım mı?”
Noktadan sonraki önemli cümle buydu anlaşılan. Müstakbel eşim şaşılası derecede olgun davrandı. Eğer böyle kırılım noktalarında bağırıp çağırmadan sizi dinleyen bir sevgiliniz varsa hiç durmayın: evlenin! “Sürekli karavanda yaşanmaz ki ama; bir ev mutlaka lazım” dedi. Demek ki bir karavan alma fikrini aslında beğenmişti. Kendini bildi bileli topuklu ayakkabı ve Louis Vuitton çantayla gezen bir cadde kızı, tam olarak nasıl bir şey olduğunu hayal edemediği karavancılığa itiraz etmediyse çok da uzak olmayan bir gelecekte bu fikri gerçekleştirmek mümkündü. İşte bizim şehirden kaçışımız ve doğayla içiçe karavan hayatımız böyle başladı.
Sonraki üç yılımızda eve neredeyse hiç uğramadık. Başlangıçta yılda 3-4 ay için yola çıkmıştık ama karavanın bize sağladığı özgürlük alanı o kadar vazgeçilmezdi ki yılın 10 ayı canımız nereyi çekerse orayı kendimize mekan tuttuk. Sonuçta evinizi ve ihtiyaç duyduğunuz temel konforu yanınızda istediğiniz yere götürebiliyorsunuz; bir yeri çok beğenip de kalacak imkan olmadığından isteksizce eve dönmek gibi bir zorunluluğunuz yok. Böylece, öncelikle Riva, Şile, Çilingoz gibi İstanbul’a yakın yerlerde ikişer üçer haftalık konaklamalarla başlayarak rotamızı Sapanca, Abant, Yedigöller, Ayvalık, Danişment, Gökova, Datça gibi daha uzak bölgelere çevirir olduk.
Tabii ki uzun süreli konaklamalarda bir miktar planlama şart: “Konaklayacağınız yerde bir tesis var yoksa tamamen ıssız ve kısmen vahşi doğanın içinde mi kalacaksanız? Mevsimin durumuna göre yol şartları nelerdir? Etraftaki tatlı su kaynakları nerededir? Politik şartlara göre güvenliği tehdit eden bir durum var mıdır?” gibi çok boyutlu bir analizi yapmadan yola çıkmak hakikaten bir macera olabilir. Ancak insan kısa bir süre içinde bu değerlendirmeyi sağlıklı bir şekilde yapmayı öğreniyor; aslına bakarsanız tipik bir şehir insanını oldukça ürkütebilecek bu konular o kadar da büyük meseleler değil.
Konakladığınız noktanın 20km yarıçapı içinde küçük keşif gezileri yapmak, öncelikli olarak tatlı su kaynaklarını ve alternatif konaklama noktalarını belirlemek bize coğrafya konusunda çok şey kattı. Artık bir dağın, sadece bir dağ değil; farklı yamaçları, farklı görüntüleri olan yaşayan bir varlık olduğunu anlıyorsunuz. Bir akarsunun nereden doğduğunu, nereye döküldüğünü, o bölgenin mevsimlere göre nasıl şekil değiştirdiğini görüyor; kuşların, kelebeklerin, kurbağaların ve daha nice canlının yaşam döngüsüne yakından tanık oluyorsunuz.
Bütün bunların şehir insanı üzerinde bence “zihin açıcı” bir etkisi mevcut. Herkes, arada bir içinde bulunduğu koşuşturmacadan biraz uzaklaşmalı; zamanı yavaşlatıp kendisine “ben ne yapıyorum?” diye sormalı. Ancak bu tür zamanlarda hayattaki amacımızı, hedeflerimizi gözden geçirip içimizdeki sesi dinlememiz mümkün olabilir. Bu açıdan karavan hayatı çok iyi bir terapi şeklidir. Penceremden sürekli değişen manzarayı izlerken uzun süredir içinden çıkamadığım iş ve özel hayatla ilgili birçok meseleyi çözdüğüm; problem gibi görülen şeylerin aslında kolayca halledilebilecek konular olduğunu farkettiğim çok olmuştur. Boşuna dememişler “tebdili mekanda hayır vardır” diye!
Öte yandan tipik “şehir insanı” iş ve ev arasında mekik dokuyan, hayatın kolayına alışmış, büyük ölçüde “hımbıl” bir canlıdır. Karavan hayatı ise sizi bir dizi rutin ama disiplin isteyen aktiviteyle canlı tutar. Günlük işlerin arasında enerji ve su tüketimini kontrol etmek, tuvaletinizi uygun şekilde boşaltmak, bir kamp ateşi yakacaksanız öncesinde yeterli odunu toplamak için birkaç kilometrelik yürüyüşler yapmak, yaklaşan bir fırtınaya karşı uygun tedbirleri almak, gece yağan karı küremek ya da buzlanmış ekipmanınızı tekrar çalışır hale getirmek gibi uğraşlar olacaktır. Bütün bunları yaptıktan sonra işinize odaklanmanız için halen zaman kaldığını ve çok daha büyük bir hevesle işe sarıldığınızı göreceksiniz.
Tabii ki sadece tatlı havalarda, bir kamp alanında konaklamayı seçip şehir hayatının konforunu tamamen terk etmeden de karavan keyfini yaşayabilirsiniz; ancak biz biraz da “ne kadar azla idare edebileceğimizi” de keşfetmek istediğimizden konforun fazlasından uzak durmayı tercih ediyoruz. Örneğin yılbaşlarında Abant gölüne karşı -11 derecelerde kamp yapmak bizim vazgeçilmezlerimizden biri haline geldi.
Aslında karavancılık “minimalist” bir yaşam biçimidir. Doğayla içiçe olan bütün aktivitelerde olduğu gibi sizi esir eden bütün yüklerden kurtulup sadece ihtiyacınız olduğu kadarla başarmayı, mutlu olmayı becerebilmektir. Evinizde bulunan tüm şu ıvır zıvıra bir bakın: Gerçekten bunların tümü size lazım mı? Oturmak için kaç koltuk takımına, yemek yapmak için kaç tencereye, misafir ağırlamak için kaç kişilik yemek masasına, film seyretmek için kaç ekran televizyona, duş almak için kaç litre suya ihtiyacınız var ki sahiden? Şairin dediği gibi “Basit yaşayacaksın”. Biz bu yola çıktığımızda “Mandıra Filozofu” henüz çekilmemişti; çok şükür Ferrari’mizi satacak ölçüde de büyük bir travma yaşamamıştık! Sadece “Artık Yeter!” dediğimiz bir noktada “En kötüsü ne olabilir ki?” diyerek cesaretimizi toplamış; içinde bulunduğumuz sistemin tüm dayatmalarına karşın vazgeçmemiştik. Sonuç olarak, benzer duygular içinde olan insanlar için karavancılık, yaştan bağımsız, tüm ailece paylaşılabilen ve en önemlisi sürdürülebilir bir yaşam biçimi olarak keyifli bir alternatiftir. Sürekli olarak bir karavanda yaşamasanız bile kapınızın önünde duran bir karavan sizi “Hadi gidelim” diye çağıracak ve hayatınızı tahmin edemeyeceğiniz şekilde zenginleştirecektir.
Bu kadar “karavancılık felsefesi”nden sonra ilk adımı atmak isteyenler için biraz teknik bilgi verelim:
Öncelikle Planlama:
Fikir güzel de, karavanlar hakkında pek bir şey bildiğim söylenemezdi. Mühendis bakışıyla değerlendirdiğimde, eni konu 8m2‘lik alanda -sürekli olmasa bile uzun süreli bir- yaşamın bir uzay istasyonundakine -mümkün olduğunca kendine kendine yetecek- benzer bir sistemle mümkün olabileceğini düşünebiliyordum. Kendimize yılın en az 3-4 ayını karavanda yaşamak gibi bir hedef koyduğumuzdan ihtiyaçlarımızı ve öğrenilecek konularını belirlemeye başladık:
-Ne tip bir karavan olmalı?
-Ne kadar büyüklükte bir karavana ihtiyacımız var?
-Tuvalet işi nasıl halledilecek?
-Dışarıdan elektrik almadan bir dağ başında ne kadar süre kalabiliriz?
-Su tedarikini nasıl ve hangi aralıklarla yapmalıyız?
-Kışın nasıl ısınacağız?
Avrupa ve Amerika’da 60-70 yıllık yaygın ve gelişmiş bir karavan kültürü varken ülkemizin -ne hikmetse- yılda ancak birkaç hafta kullanılabilen yazlık evlerin hakimiyeti altında olduğu bir gerçek. Bizim gibi göçebe/göçer ata kültürünü genlerinde taşıyan bir milletin her fırsatta arsa kapatıp kendini betona hapsetme merakını, “tatil” diye gidilen yazlıklarda zamanın çoğunu tamirat, boya-badana işleriyle geçirmesini anlamak gerçekten zor. Buna rağmen sayısı sınırlı da olsa tecrübeli bir karavancı topluluğumuz var ve çok şükür, Türk karavancıları da bütün dünyada olduğu gibi, zincirlerini koparıp ilk adımı atmak isteyen herkese elden geldiğince bilgi desteği sağlayarak yardıma koşmaktan çekinmezler.
Dolayısıyla karavancılığa ilgi duyan herkesin ilk yapması gereken şey, okumak, okumak ve daha çok okumak. Yukarıda belirttiğim temel konularda farklı ihtiyaçları, farklı yaklaşımları içeren birçok yazıyı okuyup sindirmek en azından 3-4 ayı bulacaktır. Karavancılıkla ilgili külliyata tamamen vakıf olsanız bile sizin ihtiyaçlarınız verilen örneklerden çok farklı olabilir. Bu durumda –bizim yaptığımız gibi- bir miktar deneme yanılma ile kendi doğrularınızı bulmanız gerecektir.
Meraklı okurlara, karavancılıkla ilgili ülkemizdeki muhtemelen en kapsamlı site olan gezenbilir.com’u ziyaret etmelerini şiddetle tavsiye ediyorum. Güneş panelleri, ısıtma, soğutma, tuvalet, sürüş güvenliği gibi bir çok konu başlığını tek bir yazıya sığdırmak mümkün olmadığından burada, çıkacağınız yolda sizi hüsrana uğratması muhtemel en önemli konuya değinmek yerinde olacak:
“En iyi karavan sizi yarı yolda bırakmayan karavandır”.
“Yarı yolda kalmak”, yağmur altında akan bir tavanı silikonlamanız; aküleriniz tükendiği için dolaptaki 5kg donmuş eti çıkartıp zorunlu mangal partisi vermeniz; kaloriferiniz tam gaz çalışırken içeride sizin sıcaktan yanmanız ama eşinizin/çocuğunuzun soğuktan donması; pencerelerinizin buğulanıp güzelim manzarayı sürekli cam silerek seyretmek zorunda kalışınız, teknik hatalardan dolayı yangın çıkması ya da yolda giderken karavan lastiklerinden birinin aracınızı sollaması gibi kelimenin tam anlamıyla “yolda kalmak” şeklinde gerçekleşebilir!
Günümüzde karavanların neredeyse tümü yaz aylarında yapılacak geziler için dışarıdan çok büyük bir takviyeye ihtiyaç duymadan bağımsızca konaklamanızı sağlayacak temel ekipmana sahiptir. Bu durum, bir yanıyla avantaj, diğer yanıyla da ciddi bir dezavantaj oluşturuyor. İşin iyi tarafı, karavancılığa başlamak isteyen herkes için oldukça uygun gözüken maliyetlerle alabileceği bir karavan mutlaka vardır. Ancak turistik bölgelerden, insan kalabalığından uzakta olmayı tercih eden, üç günde bir elektrik için bir kampa bağımlı olmak istemeyen, özellikle de karavan özgürlüğünü dört mevsim yaşamayı hedefleyenler için ilk bakışta çok da önemli görülmeyen bir çok teknik konu mevcut. Karavancıların çoğu başlarda sadece güzel havalarda kullanmak için en hesaplı gördükleri aracı alırlar. Bir süre sonra kaçınılmaz olarak bahar ve kış aylarında da şehirden kaçmak istediklerinde seçtikleri aracın yetersiz yönlerini sıkıntılı tecrübelerle keşfetmek zorunda kalırlar.
Modern karavanlar, içine girdiğinizde sizi kucaklayacak gelişmiş bir estetik anlayış ve mobil olmanın gerektirdiği ileri mühendislik bilgisi ile üretilmiş araçlardır. Hafif ve dayanıklıdırlar; yalıtımıyla yazın sizi bunaltmaz, kışın üşütmez; tüm sistemlerin verimliliği yüksektir ve minimalist felsefenin gerektirdiği “az alanda çok işlevsellik” sağlamaya yönelik ergonomik tasarımları vardır. Bu açıdan “yaptım-oldu” zihniyetinden uzak hassas bir üretim ve kalite kontrol sürecini gerektirirler. Dolayısıyla içinde “insanca bir yaşam ortamı” sağlanacak bir uzay istasyonu tasarlamakla karavan tasarlamak arasında gösterilecek dikkat ve özen açısından bir fark yoktur. Ancak böyle bir karavanda özgürlüğün tadını tam anlamıyla çıkarabilirsiniz. Aksi taktirde “özgür olacağım” derken elde silikon tabanca ve dekupaj testere ile bir karavan tamir ustası olmanız bir seneyi bulmayacaktır!
Sonuç olarak karavancılık, isterseniz beraberinde bir çok doğa aktivitesini de gerçekleştirebileceğiniz özgür bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminin ülkemizde de yaygınlaşması dileğiyle...
Behcet Tolga