mavimacera
Ana Kamp
SÜPHAN DAĞI ZİRVE YOLCULUĞUMUZ
Zirve yolculuğumuz bu kez Türkiye’nin üçüncü büyük dağı olan Süphan Dağı’na.
Süphan Dağı; sönmüş bir volkan dağı olup, Doğu Anadolu’da Van Gölünün kuzeyinde Adilcevaz, Erciş ve Patnos arasındadır. Türkiye’nin üçüncü büyük dağı olan Süphan Dağı’nın yüksekliği 4058 metredir.
İzmir Dokuz Eylül Dağcılık ve Doğa Sporları Derneği (DEDAK) ‘ın 01–03 Ağustos 2009 tarihinde düzenlemiş olduğu, Süphan Dağı zirve tırmanış etkinliğine katılmak için İzmir’den on üç arkadaş uçakla Van’a gidiyoruz. Bir saat elli dakikalık bir uçuştan sonra Van Gölü’nün sodalı sularına vuran güneş ışıklarının pırıltısı karşılıyor bizi. Masmavi bir rengi vardı gölün. Ucu bucu görünmüyordu. Aslında gölden çok denize andırıyordu.
Uçaktan indikten sonra havaalanında bir minibüs bekliyordu bizi. Minibüsle şehir merkezine gidiyoruz. Kahvaltı yapmak için bir kahvaltı salonuna giriyoruz. Levhada
‘’Bak hele bak, Yusuf Konak’’ diye yazılı. Van’ın meşhur kahvaltısından istiyoruz. Garsonlardan biri geliyor, biri gidiyor. Masalarımızı donatıyorlar. Kaymak üstü ceviz içi, otlu peynir, petek bal, beyaz peynir, cacık, tereyağı, kaşar peynir, mırtoğa, siyah zeytin, yeşilbiberli zeytin, kavut, domates salatalık söğüş, tereyağlı sucuklu yumurta, sıcak lavaş ekmeği ve çay. Bir tek kuş sütü yok masamızda. İstesek belki onu da getireceklerdi. Kahvaltımızı yaparken kahvaltı salonunun sahibi geliyor yanımıza güler yüzle ‘’ hoş geldiniz afiyet olsun’’ dedikten sonra başlıyor bilmeceler sormaya: Türkiye’nin an karanlık ilçesi neresidir? ’’
İleriki bir masadan bir bayan ‘’Bodrum’’ diyor. Alkışlayarak ona bir şal atıyor. Bilmeceler böyle devam ediyor. Ben de mavi bir şal alıyorum kendisinden ve hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Hemen hemen bütün ünlüler siyasiler burada kahvaltı yapmışlar. Kahvaltımızı yaptıktan sonra ‘’ hoşça kal’’ diyerek ayrılıyoruz o güler yüzlü Yusuf ağabeyin yanından.
Sonra minibüsle başlıyor yolculuğumuz. Van Gölü’nün etrafından gidiyoruz. Karşımıza yeşillikler içinde güzel bir ilçe çıkıyor: Erciş.
Erciş’i dolaştıktan sonra birer demli çay içiyoruz kahvehaneden. Sonra alış verişlerimizi yapıp yola devam ediyoruz. Minibüsle giderken Van Gölü’nde bir tekne görüyorum. Ardına üç beş martı takılmış takip ediyor tekneyi. Sanırım balığa çıkmıştı.’’Rast gele’’ diyorum ona beni duymasa da. Tarlasındaki ekinleri hasat eden insanları görüyorum yolun hemen yanında. Bir de ipe yün sermişlerdi Van Gölü’nün hemen yanında güneşte kuruması için.
Van Gölü kenarında böyle güzel manzaralar seyrederek ilerliyorduk.
Yaklaşık üç saatlik bir yolculuğun ardından Bitlis’e bağlı Aydınlar beldesinin Kışkılı mahallesine geliyoruz. Minibüsü gören çocuklar meraklı gözlerle etrafımızda toplanıyorlar. Çocukların ayağındaki ayakkabılar lastikten. Elbiseleri eski ve yamalı. Yüzleri kir içinde olsa da gözlerinden mutluluk ışıltısı parlıyor adeta.
Köyde iki çeşme var sadece. Bütün köy bu iki çeşmeden sularını temin ediyor. Su doldurup taşıma işi çocukların. Eşeğin çektiği iki tekerlekli demirden arabalarla bidonlara doldurdukları suları taşıyorlar. Çocuklar için bu bir oyun olmuş adeta. Biz çocuklara bakarken orta yaşlarda biri yaklaşıyor yanımıza: ‘’ Hoş gelmişsiniz’’ ‘’hoş bulduk’’ diyoruz. Tanışıp sohbet ediyoruz kendisiyle. Adının Seyfettin olduğunu ve bu köyde doğduğunu yedisi kız, üçü erkek çocuğu olduğunu söylüyor. Seyfettin ağabeyin evinin üstündeki boş bir alana çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz. Köydeki çocuklar geliyor yanımıza. Meraklı gözlerle bizleri seyrediyorlar. Onlarla konuşuyorum. Okula gidip gitmediklerini soruyorum. Köyde okul varmış ama beşinci sınıfa kadar. Çocuklar Aydınlar beldesindeki okula taşımalı olarak gidiyorlarmış. Beşinci sınıf üstündekiler ise Erciş’e taşımalı okula gidiyorlarmış. Çocuklara yanımızda getirdiğimiz şeker ve çikolatalardan veriyoruz. Çadırlarımızı tam kurup bitirdiğimizde Seyfettin ağabey elinde büyük bir termosla geliyor yanımıza. Daha termostan bardaklara doldurmadan çayın mis gibi kokusu geliyor burnumuza. Tüm dağcı arkadaşlar toplanıyoruz çimlerin üzerinde. Çayımızı yudumlarken koyu bir sohbet başlıyor. Köyde hiç genç göremedik diye soruyoruz kendisine. Gençlerin büyük şehirlere çalışmaya gittiğini söylüyor bizlere.
Daha sonra Süphan Dağı’nın kırklar olarak bilinen kırk tane şehit mezarının olduğunu ve zirvede yeri belli olmayan Peygamber mezarının olduğunu söylüyor.
Süphan Dağı efsanesini soruyorum kendisine. Seyfettin ağabey gözlerini Süphan Dağı’nın zirvesine dikerek başlıyor anlatmaya;
İki sevgili; Hace ile Siyabent birbirlerini büyük bir aşkla sevmektedirler. Fakat bu aşklarına aileleri karşı çıkar. Bir gün iki sevgili kaçmaya karar verirler. Gece yarısından sonra Siyabent ile Hace, Süphan Dağı eteğinde buluşurlar. Süphan Dağı zirvesine doğru çıkarlar. Gökyüzünde pırıl pırıl yanıp sönene yıldızların ve dolunayın altında yürürler. Epey bir zaman sonra yorulurlar. Dinlenmek için bir mola verirler. Mola verdikleri yer karnalık denilen Süphan Dağı eteğindeki uçurumun tepesidir. Burada kuracakları yuvayı hayal ederler. Çok yorulan Siyabent başını Hace’nin dizine koyup derin bir uykuya dalar. O sırada bir geyik sürüsü üzerlerine gelmektedir. Sürünün liderliğini yapan erkek geyik bu iki sevgiliyi görür. Onları rahatsız etmemek için erkek geyik dişi geyiğe ve sürüyü oraya yaklaştırmaz. Bu durum karşısında Hace çok duygulanır. Gözünden damlayan yaşlar sevgilisinin yüzüne düşer. Siyabent uyanır. Bakar ki sevgilini gözünden yaşlar akmaktadır. Hace’ye’’ niçin ağlıyorsun’’ diye sorar.
Sevgilisini ağlatanın bir geyik olduğunu öğrenince.’’ Seni ağlatan o geyiğin ciğerini söküp sana getireceğim’’ der ve yerinden ok gibi fırlayıp geyiğin peşine düşer.
Güneşin batmasına yakın uzaktan görülür. Geyiği yakalayıp omzuna atarak Hece’nin yanına gelir. Geyiğin ciğerini sökmek için bıçağını çıkarıp tam keseceği zaman geyiğin can havliyle ayaklarını çırpmasıyla Siyabent uçurumdan aşağıya düşer.
Hace düşen sevgilisinin ardından: ‘’Sen olmadan ben de yaşayamam’’ diyerek kendini uçurumdan aşağıya atar. Bu acı olay dilden dile dolaşarak efsaneleşir. İki sevgilinin düştüğü yerde her yıl karların erimesiyle iki tane gül açar. Adeta bu ölümsüz aşk efsanesini hatırlatır.
Sohbet böyle devam ederken gözlerimi süphan Dağı’nın zirvesinden hiç ayıramıyordum. Adeta dağlar beni çekiyordu. Güneş Süphan Dağı’ndan batarken Seyfettin ağabey ‘’ iyi akşamlar’’ deyip ayrılıyor yanımızdan.
Sonra rehber arkadaşımız sabah 04.00’te yürüyüşün başlayacağını söylüyor bizlere. Akşamdan tüm hazırlıklarımızı yapıp erkenden yatıyoruz.
Gece 03.30’da uyanıp son hazırlıklarımızı da yaptıktan sonra saat 04.00’te yola çıkıyoruz. Tepe lambalarımızı yakıp karanlıkta adeta ateş böcekleri gibi ilerliyoruz. Gökyüzünde yıldızlar ışıl ışıl yanıp sönse de maalesef ay olmadığından etraf karanlıktı. Hafif bir rüzgâr esiyordu adeta karanlık gecenin sessizliğini bozarak. Sonra bu sessizliğe bir kangal çoban köpeği de katılıyor havlayıp yanımıza yaklaşarak. Daha sonra çobanın yanımıza gelmesiyle havlama sesleri bitiyor; dost oluyor bizlerle.
Çobanla beş dakikalık bir sohbetin ardından kolay gelsin dedikten sonra yolumuza devam ediyoruz.
Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüşün ardından hava ağarmaya başladı. Süphan Dağı’na giderek yaklaşıyorduk. Kum yığını gibi patikalardan geçerken kaymamaya dikkat ediyorduk. Bazen kum yığını patikalardan, bazense patika dahi olmayan kayalıkların üzerinden geçmek zorunda kalıyorduk. Erimeyen karların üzerinden geçerken kaymamaya dikkat ediyor, batonlarımızı kara iyice saplayarak geçiyorduk. Arada bir kısa molalar verip, suyumuzu ve bir iki kuru yemiş atıştırıyorduk.
Süphan Dağı’nın yavaş yavaş eriyen karlarıyla oluşan şırıl şırıl akan derelerin üzerinden geçiyorduk. Kar sularıyla beslenen renk renk çiçekler etrafa mis gibi kokular saçıyordu. Bu güzel manzaraları seyrederken yürümek bizi yormuyordu.
Daha sonra büyük kaya parçaları belirmişti. Kayaların üzerinden atlayarak dikkatli olarak geçiyorduk. Bazen oynayan kayalar adımımızı atar atmaz ayağımızın altından kayıp uçuruma düşüyordu.
Yedi saatlik bir yürüyüşün ardından ancak zirvenin yanına gelebildik. Çok yorulmuştuk. Adım atacak halimiz kalmamıştı. Bir mola daha verdik. Sularımızı içip iyice dinlendikten sonra zirveye ulaşmak için son defa tırmanmaya başladık. Zirveye yaklaşık 300 metre mesafe vardı. Zirvenin dik ve büyük kayalıklarla dolu olması bizi zorluyordu. Yirmi metre ilerleyip beş dakika dinleniyorduk.
Sekiz saat süren zorlu bir tırmanıştan sonra saat 11.00’ de zirveye ulaştık. Artık rakım 4058 metredeydik. Zirveye ulaşmanın verdiği mutlulukla yorgunluğumuz kalmamıştı.
02 ağustos 2009 Pazar günü Süphan Dağı’nın zirvesinde rakım 4058 metrede kahvaltımızı yaptıktan sonra hatıra fotoğrafı çekiliyoruz. Daha sonra bir başka dağcı gurup geliyor zirveye. Onlarda Van ilinden gelmişler. Patika Dağcılık ve Doğa Sporları kulübünden. Onlarla tanışıp, sohbet ettikten sonra birlikte fotoğraflar çekilip zirve defterine isimlerimizi yazıp imzalıyoruz. Zirveden aşağılara baktığımızda dumanlı dağlar var küçük göller görüyoruz. Yaklaşık kırk beş dakika zirvede kaldıktan sonra hedefe yani zirveye varmanın verdiği huzurla geri dönüş için yola çıkıyoruz.
Poşete doldurduğumuz atıklarımızı yanımıza alarak aşağıya inmeye başlıyoruz. Çıktığımız büyük kayalardan tekrar geçiyoruz. Patikalardan geçerken bir kemik yığınıyla karşılaşıyoruz. Ayağındaki tüylerden bir kuzu olduğunu anlıyoruz.’’ Bu doğanın bir kanunu, kuzu kurda nasip olmuş’’ deyip yolumuza devam ediyoruz. Aşağılara indikçe yaklaşık rakım 3000 metrelerde karların üzerindeki taşlardaki uğur böcekleri dikkatimi çekiyor.’’ Bu yükseklikte bu karların üzerinde ne işleri var.’’ Diye soruyorum kendime. Yaklaşık beş saatlik bir inişin ardından bitkin bir vaziyette kamp alanına varıyoruz. Kendimizi hemen çimlerin üzerine atıp yarım saat dinlendikten sonra akşam yemeklerimizi yiyoruz. Yorgunluktan erkenden yatıyoruz.
Ertesi sabah gün doğmadan dinlenmiş bir şekilde kalkıp, kahvaltımızı yaptıktan sonra çadırlarımızı topluyoruz. Saat dokuz buçuğa doğru minibüsümüz bizi almaya geliyor. Eşyalarımızı minibüse yerleştirdikten sonra köydeki güler yüzlü misafirperver insanlarla vedalaşıp ayrılıyoruz.
Van’a geldiğimizde öğlen olmuştu. Karnımızda iyice acıkmıştı. Havaalanı yolu üzerinde olan bir kebapçıda birer kebap yiyoruz. Karnımız doyurduktan sonra havaalanına gidiyoruz. Uçağın kalkmasına daha var. Orada birer çay içip kendimize geldikten sonra uçağa biniyoruz.
Uçağımız havalanıp yükselirken, Van gölü’nün masmavi suları güneş ışıklarıyla ışıl ışıl parlıyordu. İlerleyip yükseldiğimizde Süphan Dağı net olarak görünüyordu. Zirvenin üzerinde bembeyaz bulutlar vardı. Uçaktan son kez fotoğrafını çekerken Süphan Dağı bulutların arasından giderek kayboldu.
İlhan BİÇER
BİR BAŞKA ZİRVEDE BULUŞMAK DİLEĞİ İLE…
HER ŞEY GÖNLÜNÜZCE OLSUN.
mavimacera
mavimacera@hotmail.com
Zirve yolculuğumuz bu kez Türkiye’nin üçüncü büyük dağı olan Süphan Dağı’na.
Süphan Dağı; sönmüş bir volkan dağı olup, Doğu Anadolu’da Van Gölünün kuzeyinde Adilcevaz, Erciş ve Patnos arasındadır. Türkiye’nin üçüncü büyük dağı olan Süphan Dağı’nın yüksekliği 4058 metredir.
İzmir Dokuz Eylül Dağcılık ve Doğa Sporları Derneği (DEDAK) ‘ın 01–03 Ağustos 2009 tarihinde düzenlemiş olduğu, Süphan Dağı zirve tırmanış etkinliğine katılmak için İzmir’den on üç arkadaş uçakla Van’a gidiyoruz. Bir saat elli dakikalık bir uçuştan sonra Van Gölü’nün sodalı sularına vuran güneş ışıklarının pırıltısı karşılıyor bizi. Masmavi bir rengi vardı gölün. Ucu bucu görünmüyordu. Aslında gölden çok denize andırıyordu.
Uçaktan indikten sonra havaalanında bir minibüs bekliyordu bizi. Minibüsle şehir merkezine gidiyoruz. Kahvaltı yapmak için bir kahvaltı salonuna giriyoruz. Levhada
‘’Bak hele bak, Yusuf Konak’’ diye yazılı. Van’ın meşhur kahvaltısından istiyoruz. Garsonlardan biri geliyor, biri gidiyor. Masalarımızı donatıyorlar. Kaymak üstü ceviz içi, otlu peynir, petek bal, beyaz peynir, cacık, tereyağı, kaşar peynir, mırtoğa, siyah zeytin, yeşilbiberli zeytin, kavut, domates salatalık söğüş, tereyağlı sucuklu yumurta, sıcak lavaş ekmeği ve çay. Bir tek kuş sütü yok masamızda. İstesek belki onu da getireceklerdi. Kahvaltımızı yaparken kahvaltı salonunun sahibi geliyor yanımıza güler yüzle ‘’ hoş geldiniz afiyet olsun’’ dedikten sonra başlıyor bilmeceler sormaya: Türkiye’nin an karanlık ilçesi neresidir? ’’
İleriki bir masadan bir bayan ‘’Bodrum’’ diyor. Alkışlayarak ona bir şal atıyor. Bilmeceler böyle devam ediyor. Ben de mavi bir şal alıyorum kendisinden ve hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Hemen hemen bütün ünlüler siyasiler burada kahvaltı yapmışlar. Kahvaltımızı yaptıktan sonra ‘’ hoşça kal’’ diyerek ayrılıyoruz o güler yüzlü Yusuf ağabeyin yanından.
Sonra minibüsle başlıyor yolculuğumuz. Van Gölü’nün etrafından gidiyoruz. Karşımıza yeşillikler içinde güzel bir ilçe çıkıyor: Erciş.
Erciş’i dolaştıktan sonra birer demli çay içiyoruz kahvehaneden. Sonra alış verişlerimizi yapıp yola devam ediyoruz. Minibüsle giderken Van Gölü’nde bir tekne görüyorum. Ardına üç beş martı takılmış takip ediyor tekneyi. Sanırım balığa çıkmıştı.’’Rast gele’’ diyorum ona beni duymasa da. Tarlasındaki ekinleri hasat eden insanları görüyorum yolun hemen yanında. Bir de ipe yün sermişlerdi Van Gölü’nün hemen yanında güneşte kuruması için.
Van Gölü kenarında böyle güzel manzaralar seyrederek ilerliyorduk.
Yaklaşık üç saatlik bir yolculuğun ardından Bitlis’e bağlı Aydınlar beldesinin Kışkılı mahallesine geliyoruz. Minibüsü gören çocuklar meraklı gözlerle etrafımızda toplanıyorlar. Çocukların ayağındaki ayakkabılar lastikten. Elbiseleri eski ve yamalı. Yüzleri kir içinde olsa da gözlerinden mutluluk ışıltısı parlıyor adeta.
Köyde iki çeşme var sadece. Bütün köy bu iki çeşmeden sularını temin ediyor. Su doldurup taşıma işi çocukların. Eşeğin çektiği iki tekerlekli demirden arabalarla bidonlara doldurdukları suları taşıyorlar. Çocuklar için bu bir oyun olmuş adeta. Biz çocuklara bakarken orta yaşlarda biri yaklaşıyor yanımıza: ‘’ Hoş gelmişsiniz’’ ‘’hoş bulduk’’ diyoruz. Tanışıp sohbet ediyoruz kendisiyle. Adının Seyfettin olduğunu ve bu köyde doğduğunu yedisi kız, üçü erkek çocuğu olduğunu söylüyor. Seyfettin ağabeyin evinin üstündeki boş bir alana çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz. Köydeki çocuklar geliyor yanımıza. Meraklı gözlerle bizleri seyrediyorlar. Onlarla konuşuyorum. Okula gidip gitmediklerini soruyorum. Köyde okul varmış ama beşinci sınıfa kadar. Çocuklar Aydınlar beldesindeki okula taşımalı olarak gidiyorlarmış. Beşinci sınıf üstündekiler ise Erciş’e taşımalı okula gidiyorlarmış. Çocuklara yanımızda getirdiğimiz şeker ve çikolatalardan veriyoruz. Çadırlarımızı tam kurup bitirdiğimizde Seyfettin ağabey elinde büyük bir termosla geliyor yanımıza. Daha termostan bardaklara doldurmadan çayın mis gibi kokusu geliyor burnumuza. Tüm dağcı arkadaşlar toplanıyoruz çimlerin üzerinde. Çayımızı yudumlarken koyu bir sohbet başlıyor. Köyde hiç genç göremedik diye soruyoruz kendisine. Gençlerin büyük şehirlere çalışmaya gittiğini söylüyor bizlere.
Daha sonra Süphan Dağı’nın kırklar olarak bilinen kırk tane şehit mezarının olduğunu ve zirvede yeri belli olmayan Peygamber mezarının olduğunu söylüyor.
Süphan Dağı efsanesini soruyorum kendisine. Seyfettin ağabey gözlerini Süphan Dağı’nın zirvesine dikerek başlıyor anlatmaya;
İki sevgili; Hace ile Siyabent birbirlerini büyük bir aşkla sevmektedirler. Fakat bu aşklarına aileleri karşı çıkar. Bir gün iki sevgili kaçmaya karar verirler. Gece yarısından sonra Siyabent ile Hace, Süphan Dağı eteğinde buluşurlar. Süphan Dağı zirvesine doğru çıkarlar. Gökyüzünde pırıl pırıl yanıp sönene yıldızların ve dolunayın altında yürürler. Epey bir zaman sonra yorulurlar. Dinlenmek için bir mola verirler. Mola verdikleri yer karnalık denilen Süphan Dağı eteğindeki uçurumun tepesidir. Burada kuracakları yuvayı hayal ederler. Çok yorulan Siyabent başını Hace’nin dizine koyup derin bir uykuya dalar. O sırada bir geyik sürüsü üzerlerine gelmektedir. Sürünün liderliğini yapan erkek geyik bu iki sevgiliyi görür. Onları rahatsız etmemek için erkek geyik dişi geyiğe ve sürüyü oraya yaklaştırmaz. Bu durum karşısında Hace çok duygulanır. Gözünden damlayan yaşlar sevgilisinin yüzüne düşer. Siyabent uyanır. Bakar ki sevgilini gözünden yaşlar akmaktadır. Hace’ye’’ niçin ağlıyorsun’’ diye sorar.
Sevgilisini ağlatanın bir geyik olduğunu öğrenince.’’ Seni ağlatan o geyiğin ciğerini söküp sana getireceğim’’ der ve yerinden ok gibi fırlayıp geyiğin peşine düşer.
Güneşin batmasına yakın uzaktan görülür. Geyiği yakalayıp omzuna atarak Hece’nin yanına gelir. Geyiğin ciğerini sökmek için bıçağını çıkarıp tam keseceği zaman geyiğin can havliyle ayaklarını çırpmasıyla Siyabent uçurumdan aşağıya düşer.
Hace düşen sevgilisinin ardından: ‘’Sen olmadan ben de yaşayamam’’ diyerek kendini uçurumdan aşağıya atar. Bu acı olay dilden dile dolaşarak efsaneleşir. İki sevgilinin düştüğü yerde her yıl karların erimesiyle iki tane gül açar. Adeta bu ölümsüz aşk efsanesini hatırlatır.
Sohbet böyle devam ederken gözlerimi süphan Dağı’nın zirvesinden hiç ayıramıyordum. Adeta dağlar beni çekiyordu. Güneş Süphan Dağı’ndan batarken Seyfettin ağabey ‘’ iyi akşamlar’’ deyip ayrılıyor yanımızdan.
Sonra rehber arkadaşımız sabah 04.00’te yürüyüşün başlayacağını söylüyor bizlere. Akşamdan tüm hazırlıklarımızı yapıp erkenden yatıyoruz.
Gece 03.30’da uyanıp son hazırlıklarımızı da yaptıktan sonra saat 04.00’te yola çıkıyoruz. Tepe lambalarımızı yakıp karanlıkta adeta ateş böcekleri gibi ilerliyoruz. Gökyüzünde yıldızlar ışıl ışıl yanıp sönse de maalesef ay olmadığından etraf karanlıktı. Hafif bir rüzgâr esiyordu adeta karanlık gecenin sessizliğini bozarak. Sonra bu sessizliğe bir kangal çoban köpeği de katılıyor havlayıp yanımıza yaklaşarak. Daha sonra çobanın yanımıza gelmesiyle havlama sesleri bitiyor; dost oluyor bizlerle.
Çobanla beş dakikalık bir sohbetin ardından kolay gelsin dedikten sonra yolumuza devam ediyoruz.
Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüşün ardından hava ağarmaya başladı. Süphan Dağı’na giderek yaklaşıyorduk. Kum yığını gibi patikalardan geçerken kaymamaya dikkat ediyorduk. Bazen kum yığını patikalardan, bazense patika dahi olmayan kayalıkların üzerinden geçmek zorunda kalıyorduk. Erimeyen karların üzerinden geçerken kaymamaya dikkat ediyor, batonlarımızı kara iyice saplayarak geçiyorduk. Arada bir kısa molalar verip, suyumuzu ve bir iki kuru yemiş atıştırıyorduk.
Süphan Dağı’nın yavaş yavaş eriyen karlarıyla oluşan şırıl şırıl akan derelerin üzerinden geçiyorduk. Kar sularıyla beslenen renk renk çiçekler etrafa mis gibi kokular saçıyordu. Bu güzel manzaraları seyrederken yürümek bizi yormuyordu.
Daha sonra büyük kaya parçaları belirmişti. Kayaların üzerinden atlayarak dikkatli olarak geçiyorduk. Bazen oynayan kayalar adımımızı atar atmaz ayağımızın altından kayıp uçuruma düşüyordu.
Yedi saatlik bir yürüyüşün ardından ancak zirvenin yanına gelebildik. Çok yorulmuştuk. Adım atacak halimiz kalmamıştı. Bir mola daha verdik. Sularımızı içip iyice dinlendikten sonra zirveye ulaşmak için son defa tırmanmaya başladık. Zirveye yaklaşık 300 metre mesafe vardı. Zirvenin dik ve büyük kayalıklarla dolu olması bizi zorluyordu. Yirmi metre ilerleyip beş dakika dinleniyorduk.
Sekiz saat süren zorlu bir tırmanıştan sonra saat 11.00’ de zirveye ulaştık. Artık rakım 4058 metredeydik. Zirveye ulaşmanın verdiği mutlulukla yorgunluğumuz kalmamıştı.
02 ağustos 2009 Pazar günü Süphan Dağı’nın zirvesinde rakım 4058 metrede kahvaltımızı yaptıktan sonra hatıra fotoğrafı çekiliyoruz. Daha sonra bir başka dağcı gurup geliyor zirveye. Onlarda Van ilinden gelmişler. Patika Dağcılık ve Doğa Sporları kulübünden. Onlarla tanışıp, sohbet ettikten sonra birlikte fotoğraflar çekilip zirve defterine isimlerimizi yazıp imzalıyoruz. Zirveden aşağılara baktığımızda dumanlı dağlar var küçük göller görüyoruz. Yaklaşık kırk beş dakika zirvede kaldıktan sonra hedefe yani zirveye varmanın verdiği huzurla geri dönüş için yola çıkıyoruz.
Poşete doldurduğumuz atıklarımızı yanımıza alarak aşağıya inmeye başlıyoruz. Çıktığımız büyük kayalardan tekrar geçiyoruz. Patikalardan geçerken bir kemik yığınıyla karşılaşıyoruz. Ayağındaki tüylerden bir kuzu olduğunu anlıyoruz.’’ Bu doğanın bir kanunu, kuzu kurda nasip olmuş’’ deyip yolumuza devam ediyoruz. Aşağılara indikçe yaklaşık rakım 3000 metrelerde karların üzerindeki taşlardaki uğur böcekleri dikkatimi çekiyor.’’ Bu yükseklikte bu karların üzerinde ne işleri var.’’ Diye soruyorum kendime. Yaklaşık beş saatlik bir inişin ardından bitkin bir vaziyette kamp alanına varıyoruz. Kendimizi hemen çimlerin üzerine atıp yarım saat dinlendikten sonra akşam yemeklerimizi yiyoruz. Yorgunluktan erkenden yatıyoruz.
Ertesi sabah gün doğmadan dinlenmiş bir şekilde kalkıp, kahvaltımızı yaptıktan sonra çadırlarımızı topluyoruz. Saat dokuz buçuğa doğru minibüsümüz bizi almaya geliyor. Eşyalarımızı minibüse yerleştirdikten sonra köydeki güler yüzlü misafirperver insanlarla vedalaşıp ayrılıyoruz.
Van’a geldiğimizde öğlen olmuştu. Karnımızda iyice acıkmıştı. Havaalanı yolu üzerinde olan bir kebapçıda birer kebap yiyoruz. Karnımız doyurduktan sonra havaalanına gidiyoruz. Uçağın kalkmasına daha var. Orada birer çay içip kendimize geldikten sonra uçağa biniyoruz.
Uçağımız havalanıp yükselirken, Van gölü’nün masmavi suları güneş ışıklarıyla ışıl ışıl parlıyordu. İlerleyip yükseldiğimizde Süphan Dağı net olarak görünüyordu. Zirvenin üzerinde bembeyaz bulutlar vardı. Uçaktan son kez fotoğrafını çekerken Süphan Dağı bulutların arasından giderek kayboldu.
İlhan BİÇER
BİR BAŞKA ZİRVEDE BULUŞMAK DİLEĞİ İLE…
HER ŞEY GÖNLÜNÜZCE OLSUN.
mavimacera
mavimacera@hotmail.com