22-25 temmuz 2011 ağrı dağı tırmanışım
[attachment=1]
Doğubayazıt Kaymakamlığının düzenlediği 22-25 Temmuz 2011 tarihlerinde gerçekleştirilecek Ağrı Dağı zirve tırmanışı için 20 Temmuz sabahı uçakla Ağrı’ya vardım.
Uçakta tanıştığım Doğubayazıtlı delikanlıyla havaalanı servisiyle vardığımız Ağrı şehir merkezinden dolmuşa binerek 90 kilometre uzaklıktaki Doğubayazıt’a ulaştık.
Adı Ağrı Dağı olmasına karşın dağ Ağrı’dan görünmüyor bile.
Doğubayazıt’a epeyce yaklaştıktan sonra Ağrı Dağı görüş alanımıza girdi.
İlk günümü Doğubayazıt’ı gezerek değerlendirdim.
Doğubayazıt denilince ilk akla gelen yapı olan İshakpaşa Sarayını görmemezlik olmazdı tabii ki.
İlçeye 6,5 kilometre uzaklıktaki saraya Ağrı Dağı tırmanışına hazırlık olsun diye yürüyerek gidip gelmeye karar verdim.
[attachment=2]
Yolda tanıştığım Anıl isimli Boğaziçi Üniversitesi mezunu kimya mühendisi Balıkesirli delikanlıyla yola koyulduk.
Yarı yolda yağmura yakalanınca bir çay bahçesinde yağmurun dinmesini bekledik.
Anıl, İran’ın Tebriz şehrine gideceğinden yağmur dinince ilçeye geri döndük.
İshakpaşa Sarayına gitmeyi kafama koymuştum.
İkindiye doğru tek başıma tekrar yola koyuldum.
[attachment=3]
[attachment=4]
Saraya ulaştığımda kalabalık bir ziyaretçi grubunun bulunduğunu gördüm.
3 tl giriş ücretini ödeyerek içeri girdim.
Sarayın altın kaplama çelik ana kapısı 1917 Rus işgalinden sonra Moskova’ya taşınmış ve şu anda Moskova Müzesinde sergileniyor.
O bölgenin geri kalmışlığıyla tezat oluşturan muhteşem bir işçilik hemen göze çarpıyor.
Sobalardan çıkan duman duvar içlerindeki borulardan geçirilerek binanın ısınması sağlanıyormuş.
Ayrıca sular borularla sarayın her tarafına ulaştırılıyormuş.
Sarayın hakim bir tepe üzerinde kurulmasından dolayı odaların pencerelerinden Doğubayazıt ovasının muhteşem manzarasına şahit oluyorsunuz.
[attachment=5]
Duvarlarındaki taş oymalarındaki ince işçilik ile yemek odası sarayın en dikkat çekici bölümlerinden biri.
Dağ manzaralı büyük bir tuvalet de sarayın ilginç kısımlarından.
İshakpaşa sarayıyla ilgili bir Doğubayazıtlının anlattığı efsane şöyle:
Kralın kızı, Ağrı Dağından yoksul bir çobana aşık olmuş.
Bu aşkı onaylamayan kral kızını çobandan saklamak için bu sarayı yaptırmış.
Yaptırırken ustalara şöyle talimat vermiş: “Çoban, Ağrı Dağından bakınca bu sarayı görsün ama benim kızım saraydan Ağrı Dağını göremesin.”
Nitekim sarayın hiçbir noktasından Ağrı Dağı görülmüyor ama Ağrı Dağından saray görülüyor.
Hava kararmadan yürüyerek ilçeye döndüm ve karnımı doyurduktan sonra ertesi sabah karşılaşacağım sürprizi hiç aklıma bile getirmeden uykuya daldım.
Sabah otelde kahvaltı yapıp gün ile planlar yaparken otel sahibi yanıma geldi ve o anda bana şaka gibi gelen bir ses tonuyla “tırmanış iptal olmuş” dedi.
Adamın şakacı yüzünü görmek ümidiyle kafamı kaldırıp baktım ama adam gülümsemiyordu.
“Şaka yapma” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Şaka yapmıyorum. 18 kişilik rezervasyonumuz iptal edildi. Akşam telefonla aradılar” dedi.
Aceleyle kahvaltımı tamamlayıp Kaymakamlık binasına vardım.
Görevlilere sorduğumda iptali onayladılar.
Doğubayazıt Kaymakamlığı web sitesinde “hava muhalefeti ve teknik sebepler” diye belirsiz bir gerekçe gösterilmiş.
Günlük güneşlik bir havada nasıl hava muhalefeti olabilirdi?
Hiçbir ayrıntısı verilmeyen “teknik sebepler” de ne demekti.
Bence bu Kaymakamlığın ayıbıdır ve onlar için yüz karasıdır.
Demek ki bundan sonra Doğubayazıt Kaymakamlığının verdiği hiçbir taahhüde güvenmemek gerekiyor.
155’i Türkiye’den ve 45’i yurt dışından 200 insanla alay edilmiş ve o insanlar hayal kırıklığına uğratılmıştı.
Yaptıkları masraflar, işyerlerinden aldıkları izinler, hevesler, planlar uçup gitmişti.
Basiretsiz yöneticiler yüzünden insanlar üzülmüştü.
İlk anda o kızgınlıkla uçak biletimi geriye alıp evime dönmeyi düşündüm.
Ama 5 dakika sonra kızgınlığım kararlılığa dönüştü ve başaramasam bile en azından tırmanmayı denedikten sonra buradan gitmeye karar verdim.
Tırmanış düzenleyen birkaç firma ertesi günü için programları olmadığını bildirince ümitsizliğe kapılmaya başladım.
Bu arada benim gibi Kaymakamlığın organizasyonu için gelen Tekirdağlı Tamer beyle tanıştım.
Tırmanış için gelen arkadaşları bulup bir grup oluşturmak için otelleri dolaşmaya karar verdik.
İsfahan Otelde reception görevlisi Saffet isminde bir rehberin grup oluşturduğunu yarın tırmanış yapacağını söyleyince onu bulduk.
Çok beyefendi Doğubayazıtlı bir delikanlı olan Saffet ilk görüşte insanda hemencecik güven oluşturuyordu.
Temiz ve içten bakışları vardı.
2 İspanyol ve 1 İngilizle tırmanışa başlayacaktı ve bizi gruba dahil edebilirdi.
Anlaştıktan sonra bir markete gittik ve dağda geçireceğimiz 3 gece 4 gündüz için yiyecek, içecek, tuvalet kağıdı gibi malzemeleri satın aldık.
Elimizin boş dönmeyeceği, en azından tırmanışı denemiş olacağımızdan dolayı Kaymakamlığın yarattığı hayal kırıklığımız yerini neşeye bırakmıştı.
22 Temmuz sabahı grup arkadaşlarımızla tanıştık ve yola koyulduk.
Grubumuz İspanya’dan Marcelo ve Patrick, İngiltere’den Mo, Tekirdağ’dan Tamer ve benden oluşuyordu.
Yaşlarımız şöyleydi:
Marcelo ve Patrick 26, Mo 27, Tamer 58 ve ben 50.
Çok kötü bir yoldan sarsılarak geçerek 2200 metre rakımlı Ele adı verilen ve arabaların yükleri atlara aktaracağı, bizim de tırmanışa başlayacağımız yere ulaştık.
2900 metreye ulaşmıştık ki yağmur başladı ve oradaki bir kıl çadıra sığındık.
Rehberimiz Saffet 3200 metredeki ana kamp yerine çadırlarımızı burada kurmayı önerdi.
Yağmur yağarsa buradaki büyük kıl çadırda yemeğimizi daha kolay yiyebileceğimizi söyledi.
Kabul ettik ve bizim ana kampımız 2900 metredeki köylülerin koyun, keçi besledikleri yer oldu.
İlk günümüzü dolaşarak geçirdik ve ben Antalya Kızlarsivrisi’ne çıkarak sahip olduğum 3070 metrelik yükseklik rekorumu kırmak için 3100 metreye çıktım.
Ertesi gün aklimatizasyon yani yüksekliğe uyum sağlama günümüzdü.
4000 metreye çıkıp inecektik.
5 kişilik grubumuz ve rehberimiz kahvaltıdan sonra yola koyulduk.
Bu gün aslında test günümüzdü.
Kimler ne performans gösterecek ortaya çıkacaktı.
Nitekim Patrick yolda teklemeye başladı.
Mo epeyce zorlandı.
Tamer fena değildi ama çok da iyi sayılmazdı.
2,5 yıldır antrenmanlı olduğumdan ben herhangi bir sorun yaşamıyordum ve Marcelo da bana ayak uydurabiliyordu.
İkindiye doğru döndüğümüzde Patrick iyice dağılmıştı.
3. gün 4200 metre kampına çıkacaktık ama Patrick bizimle gelmedi.
Çadırlarımızı toplayıp eşyalarımızı atlara yükleyip yola çıktık.
4200 metre kampında saat 24:00’e kadar bekleyecek, saat 01:00 gibi hazırlıklarımızı tamamlayıp kafa lambalarımızın aydınlığında tırmanışa geçecektik.
Sabah saat 06:00 gibi zirveye ulaşacaktık.
Saat 14:00 gibi 4200 metre kamp alanına ulaşıp çadırlarımızı kurmayı henüz tamamlamıştık ki dolu yağmaya başladı.
Aşağılara yağmur yağarken soğuktan dolayı buralara dolu düşüyordu.
Açıkta kalan yerlerimize çarpan bilya büyüklüğündeki dolu taneleri sanki sapan taşı çarpmışcasına canımızı yakıyordu.
Çadırlarımızda uyku tulumlarımıza sığındık ve yağışın geçmesini bekledik ama heyhat.
Dolu, kara dönüştü.
Üstelik şiddetli bir fırtına da vardı.
Rehberimiz yağışın gece de devam etmesi durumunda tırmanış yapamayacağımızı ve burada bir sonraki geceyi beklemek zorunda kalacağımızı bildirdi.
Uyku tulumunun içinde hareket edemeden beklemek çok rahatsız ediciydi.
Uyumak işe yarayabilirdi ama zirveye çıkacak olmanın heyecanından uyumak da olanaklı değildi.
İncecik matın üzerinde yatmaktan bütün vücudum acıyordu.
Eğer gece hava koşullarının uygun olmamasından dolayı tırmanışa başlayamaz ve çadırda uyku tulumunun içinde 24 saat daha yatmak zorunda kalırsak işkence gibi olacaktı.
Hava durulur gibi olunca seviniyor ama rüzgarın çadıra çarpınca çıkardığı sesi duyunca tekrar kahroluyordum.
10 saatlik rahatsız bekleyişin ardında saat 24:00 gibi hava açıldı.
Sanki Ağrı Dağı bizim zirvesine ulaşmamızı arzuluyor gibiydi.
Rehberimizin pişirdiği hazır çorbadan 2’şer bardak içtikten sonra saat 01:00 gibi 20 kişilik İranlı grubun ardından tırmanışa başladık.
Kafa lambalarının ışıkları gece karanlığında ateş böcekleri gibi görünüyordu.
Fakat işin kötüsü yağan kar patikayı örtmüştü ve biz İranlı grubun kar üzerinde bıraktığı ayak izlerini takip edebiliyorduk.
Nitekim onlar da birkaç yerde yoldan çıktılar ve biz de arkalarından aşması zor olan yerlere vardık .
Ama biraz dolaştıktan sonra tekrar karın örttüğü patikayı bulduk.
4500 metreye ulaşmıştık ki İngiliz arkadaşımız Mo kusmaya başladı.
Devam etmesi mümkün değildi ve biz rehbere onunla birlikte geri dönmesini söyledik.
3 kişi ve üstelik rehbersiz kalmıştık.
100 metre kadar önümüzdeki İranlı grubun ışıklarını görebilmemiz bizim için hayati öneme sahipti.
Artık hava aydınlanmaya başlamıştı ki bu kez Tamer rahatsızlanmaya başladı.
Sanki hava alamıyor gibiydi ve dermansızlık belirtileri gösteriyordu.
Üstelik Marcelo’nun da burnu kanıyordu.
Önce Tamer geri döndü.
100 metre kadar gittikten sonra Marcelo pes etti.
4900 metrede kalmıştım tek başıma.
Ama dönmek gibi bir olasılığı aklıma bile getirmiyordum.
Hızlanarak yukarıdaki İranlı grubu yakaladım.
Bu arada onlardan da geri dönen birkaç kişi karşımdan geldi.
İşin garibi ne yorgundum, ne soluk almakta zorlanıyordum, ne başım ağrıyordu, ne de kusma belirtileri gösteriyordum.
İlginç bir şekilde yükseklik beni hiç etkilememişti.
Sadece zirveye varmak üzereyken genzimde belli belirsiz bir kan tadı aldım.
Ama tükrüğümde ve burnumda kan yoktu.
Onu da İranlı grubu yakalamak için hızlı yürümeme bağladım.
Muhtemelen hızlı yürümeseydim o da olmayacaktı.
Öylesine motive olmuştum ki sanki 5137 metreye değil gerekirse 6137 metreye de çıkabilirdim.
Zirveye yaklaştıkça soğuk ve rüzgar şiddetlendi.
Geçmek zorunda olduğumuz bir sırtın sağ tarafında yüzlerce metrelik uçurumlar ve Öküz Deresi vardı.
Bir kez oradan düştükten sonra kurtuluş ümidi hiç yoktu.
Rüzgar da sanki bizi oraya sürüklemek ister gibi öbür yandan esiyordu.
O kadar şiddetliydi ki bir insanı uçurup uçurumdan atması işten değildi.
Yerdeki karları yüzümüze savuruyor ve gözlerimi açmakta zorlanıyordum.
Zaten Ağrı Dağı tırmanışında ölümlerin çoğu da burada oluyordu.
Karlara bata çıka zirveye ulaşmayı başardım.
Bizi zirvede bir pil firmasının yaptırdığı 1 metre boyundaki pil maketi karşıladı.
İlginç.
Firmanın yaratıcılığını takdir ettim.
“Bizim pilimizin enerjisi o kadar fazla ki zirveye çıkmayı başardı”
İranlı “Araratfellow”larla “maşallah” çekerek el sıkıştık.
Zaten tırmanış sırasında sohbet ettiğimiz İranlılar hep “inşallah” diyordu.
Doğal olarak zirveye yakışan sözcük “maşallah” idi.
Zirvede 5 dakika kadar ancak durabildik.
Soğuk ve şiddetli rüzgardan zirve defterini imzalayamadık bile.
En önemlisi fotoğraf çektirmekti.
Yoksa zirveye ulaştığına kendin bile inanmazdın.
Çünkü baştan sona bir düş dünyasında yaşıyor gibiydin.
Fotoğraflardan sonra hemen inişe geçtim.
Gerisi hayal gibiydi.
Sanki yürümüyor, uçuyordum.
Ama yine de çok dikkatli olmak gerekiyordu.
Çünkü iniş her zaman çıkıştan çok daha tehlikeliydi.
Önce 4200 metredeki kamp yerine vardım.
Önceden dönen arkadaşlar çadırlarda dinleniyordu.
Çadırları topladık.
2900 metreye inmeye başladık.
2900 metredeki köylüler bize yemek ikram etti.
Rehberimiz şöförü arayıp Ele’ye gelmesini söyledi.
2200 metredeki Ele’ye vardığımızda atlar 4200 metreden aldığı eşyalarımızı indirmişti ve şöför bizi bekliyordu.
Araçla otele vardık ve odalara çekildik.
Sanırım 4 gündüz ve 3 gece süren masal gibi bir macera yaşamadan sıcak duşun ne anlama geldiğini kavrayabilmek mümkün değil.
O gece yaşamımın en derin uykusunu uyudum.
Burdur tarihinde ilk kez geçen yıl bu tırmanışa katılan ve başaran 3 arkadaşımız BURDOSK Başkanı Hüseyin Şenol, Mehmet Cankara ve Tahir Çetin en büyük takdirleri hak ediyorlar.
Onlar olmasaydı ben bu tırmanışa kalkışamazdım.
Bu tırmanışa katılmam için beni yüreklendiren kulüp başkanımız Hüseyin Şenol’a özellikle teşekkür ediyorum.
Sağladığı kışlık giysilerle benim bu tırmanışı sorunsuz ve sıkıntısız başarmama olanak tanıyan arkadaşım Mehmet Cankara’ya çok çok teşekkür ediyorum.
Kıyafetler olmasaydı zirvedeki soğuk ve fırtınaya dayanmam olası değildi ve muhtemelen tırmanışı tamamlayamazdım.
Doğubayazıt Kaymakamlığında görevli Burdur Menderes Mahallesinden Selçuk Bey’e de yakın ilgisinden dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
Yeni nişanlanan Selçuk Beyin nişan çikolatasından yemek bana da nasip oldu.
bu da ben:
[attachment=1]
Doğubayazıt Kaymakamlığının düzenlediği 22-25 Temmuz 2011 tarihlerinde gerçekleştirilecek Ağrı Dağı zirve tırmanışı için 20 Temmuz sabahı uçakla Ağrı’ya vardım.
Uçakta tanıştığım Doğubayazıtlı delikanlıyla havaalanı servisiyle vardığımız Ağrı şehir merkezinden dolmuşa binerek 90 kilometre uzaklıktaki Doğubayazıt’a ulaştık.
Adı Ağrı Dağı olmasına karşın dağ Ağrı’dan görünmüyor bile.
Doğubayazıt’a epeyce yaklaştıktan sonra Ağrı Dağı görüş alanımıza girdi.
İlk günümü Doğubayazıt’ı gezerek değerlendirdim.
Doğubayazıt denilince ilk akla gelen yapı olan İshakpaşa Sarayını görmemezlik olmazdı tabii ki.
İlçeye 6,5 kilometre uzaklıktaki saraya Ağrı Dağı tırmanışına hazırlık olsun diye yürüyerek gidip gelmeye karar verdim.
[attachment=2]
Yolda tanıştığım Anıl isimli Boğaziçi Üniversitesi mezunu kimya mühendisi Balıkesirli delikanlıyla yola koyulduk.
Yarı yolda yağmura yakalanınca bir çay bahçesinde yağmurun dinmesini bekledik.
Anıl, İran’ın Tebriz şehrine gideceğinden yağmur dinince ilçeye geri döndük.
İshakpaşa Sarayına gitmeyi kafama koymuştum.
İkindiye doğru tek başıma tekrar yola koyuldum.
[attachment=3]
[attachment=4]
Saraya ulaştığımda kalabalık bir ziyaretçi grubunun bulunduğunu gördüm.
3 tl giriş ücretini ödeyerek içeri girdim.
Sarayın altın kaplama çelik ana kapısı 1917 Rus işgalinden sonra Moskova’ya taşınmış ve şu anda Moskova Müzesinde sergileniyor.
O bölgenin geri kalmışlığıyla tezat oluşturan muhteşem bir işçilik hemen göze çarpıyor.
Sobalardan çıkan duman duvar içlerindeki borulardan geçirilerek binanın ısınması sağlanıyormuş.
Ayrıca sular borularla sarayın her tarafına ulaştırılıyormuş.
Sarayın hakim bir tepe üzerinde kurulmasından dolayı odaların pencerelerinden Doğubayazıt ovasının muhteşem manzarasına şahit oluyorsunuz.
[attachment=5]
Duvarlarındaki taş oymalarındaki ince işçilik ile yemek odası sarayın en dikkat çekici bölümlerinden biri.
Dağ manzaralı büyük bir tuvalet de sarayın ilginç kısımlarından.
İshakpaşa sarayıyla ilgili bir Doğubayazıtlının anlattığı efsane şöyle:
Kralın kızı, Ağrı Dağından yoksul bir çobana aşık olmuş.
Bu aşkı onaylamayan kral kızını çobandan saklamak için bu sarayı yaptırmış.
Yaptırırken ustalara şöyle talimat vermiş: “Çoban, Ağrı Dağından bakınca bu sarayı görsün ama benim kızım saraydan Ağrı Dağını göremesin.”
Nitekim sarayın hiçbir noktasından Ağrı Dağı görülmüyor ama Ağrı Dağından saray görülüyor.
Hava kararmadan yürüyerek ilçeye döndüm ve karnımı doyurduktan sonra ertesi sabah karşılaşacağım sürprizi hiç aklıma bile getirmeden uykuya daldım.
Sabah otelde kahvaltı yapıp gün ile planlar yaparken otel sahibi yanıma geldi ve o anda bana şaka gibi gelen bir ses tonuyla “tırmanış iptal olmuş” dedi.
Adamın şakacı yüzünü görmek ümidiyle kafamı kaldırıp baktım ama adam gülümsemiyordu.
“Şaka yapma” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Şaka yapmıyorum. 18 kişilik rezervasyonumuz iptal edildi. Akşam telefonla aradılar” dedi.
Aceleyle kahvaltımı tamamlayıp Kaymakamlık binasına vardım.
Görevlilere sorduğumda iptali onayladılar.
Doğubayazıt Kaymakamlığı web sitesinde “hava muhalefeti ve teknik sebepler” diye belirsiz bir gerekçe gösterilmiş.
Günlük güneşlik bir havada nasıl hava muhalefeti olabilirdi?
Hiçbir ayrıntısı verilmeyen “teknik sebepler” de ne demekti.
Bence bu Kaymakamlığın ayıbıdır ve onlar için yüz karasıdır.
Demek ki bundan sonra Doğubayazıt Kaymakamlığının verdiği hiçbir taahhüde güvenmemek gerekiyor.
155’i Türkiye’den ve 45’i yurt dışından 200 insanla alay edilmiş ve o insanlar hayal kırıklığına uğratılmıştı.
Yaptıkları masraflar, işyerlerinden aldıkları izinler, hevesler, planlar uçup gitmişti.
Basiretsiz yöneticiler yüzünden insanlar üzülmüştü.
İlk anda o kızgınlıkla uçak biletimi geriye alıp evime dönmeyi düşündüm.
Ama 5 dakika sonra kızgınlığım kararlılığa dönüştü ve başaramasam bile en azından tırmanmayı denedikten sonra buradan gitmeye karar verdim.
Tırmanış düzenleyen birkaç firma ertesi günü için programları olmadığını bildirince ümitsizliğe kapılmaya başladım.
Bu arada benim gibi Kaymakamlığın organizasyonu için gelen Tekirdağlı Tamer beyle tanıştım.
Tırmanış için gelen arkadaşları bulup bir grup oluşturmak için otelleri dolaşmaya karar verdik.
İsfahan Otelde reception görevlisi Saffet isminde bir rehberin grup oluşturduğunu yarın tırmanış yapacağını söyleyince onu bulduk.
Çok beyefendi Doğubayazıtlı bir delikanlı olan Saffet ilk görüşte insanda hemencecik güven oluşturuyordu.
Temiz ve içten bakışları vardı.
2 İspanyol ve 1 İngilizle tırmanışa başlayacaktı ve bizi gruba dahil edebilirdi.
Anlaştıktan sonra bir markete gittik ve dağda geçireceğimiz 3 gece 4 gündüz için yiyecek, içecek, tuvalet kağıdı gibi malzemeleri satın aldık.
Elimizin boş dönmeyeceği, en azından tırmanışı denemiş olacağımızdan dolayı Kaymakamlığın yarattığı hayal kırıklığımız yerini neşeye bırakmıştı.
22 Temmuz sabahı grup arkadaşlarımızla tanıştık ve yola koyulduk.
Grubumuz İspanya’dan Marcelo ve Patrick, İngiltere’den Mo, Tekirdağ’dan Tamer ve benden oluşuyordu.
Yaşlarımız şöyleydi:
Marcelo ve Patrick 26, Mo 27, Tamer 58 ve ben 50.
Çok kötü bir yoldan sarsılarak geçerek 2200 metre rakımlı Ele adı verilen ve arabaların yükleri atlara aktaracağı, bizim de tırmanışa başlayacağımız yere ulaştık.
2900 metreye ulaşmıştık ki yağmur başladı ve oradaki bir kıl çadıra sığındık.
Rehberimiz Saffet 3200 metredeki ana kamp yerine çadırlarımızı burada kurmayı önerdi.
Yağmur yağarsa buradaki büyük kıl çadırda yemeğimizi daha kolay yiyebileceğimizi söyledi.
Kabul ettik ve bizim ana kampımız 2900 metredeki köylülerin koyun, keçi besledikleri yer oldu.
İlk günümüzü dolaşarak geçirdik ve ben Antalya Kızlarsivrisi’ne çıkarak sahip olduğum 3070 metrelik yükseklik rekorumu kırmak için 3100 metreye çıktım.
Ertesi gün aklimatizasyon yani yüksekliğe uyum sağlama günümüzdü.
4000 metreye çıkıp inecektik.
5 kişilik grubumuz ve rehberimiz kahvaltıdan sonra yola koyulduk.
Bu gün aslında test günümüzdü.
Kimler ne performans gösterecek ortaya çıkacaktı.
Nitekim Patrick yolda teklemeye başladı.
Mo epeyce zorlandı.
Tamer fena değildi ama çok da iyi sayılmazdı.
2,5 yıldır antrenmanlı olduğumdan ben herhangi bir sorun yaşamıyordum ve Marcelo da bana ayak uydurabiliyordu.
İkindiye doğru döndüğümüzde Patrick iyice dağılmıştı.
3. gün 4200 metre kampına çıkacaktık ama Patrick bizimle gelmedi.
Çadırlarımızı toplayıp eşyalarımızı atlara yükleyip yola çıktık.
4200 metre kampında saat 24:00’e kadar bekleyecek, saat 01:00 gibi hazırlıklarımızı tamamlayıp kafa lambalarımızın aydınlığında tırmanışa geçecektik.
Sabah saat 06:00 gibi zirveye ulaşacaktık.
Saat 14:00 gibi 4200 metre kamp alanına ulaşıp çadırlarımızı kurmayı henüz tamamlamıştık ki dolu yağmaya başladı.
Aşağılara yağmur yağarken soğuktan dolayı buralara dolu düşüyordu.
Açıkta kalan yerlerimize çarpan bilya büyüklüğündeki dolu taneleri sanki sapan taşı çarpmışcasına canımızı yakıyordu.
Çadırlarımızda uyku tulumlarımıza sığındık ve yağışın geçmesini bekledik ama heyhat.
Dolu, kara dönüştü.
Üstelik şiddetli bir fırtına da vardı.
Rehberimiz yağışın gece de devam etmesi durumunda tırmanış yapamayacağımızı ve burada bir sonraki geceyi beklemek zorunda kalacağımızı bildirdi.
Uyku tulumunun içinde hareket edemeden beklemek çok rahatsız ediciydi.
Uyumak işe yarayabilirdi ama zirveye çıkacak olmanın heyecanından uyumak da olanaklı değildi.
İncecik matın üzerinde yatmaktan bütün vücudum acıyordu.
Eğer gece hava koşullarının uygun olmamasından dolayı tırmanışa başlayamaz ve çadırda uyku tulumunun içinde 24 saat daha yatmak zorunda kalırsak işkence gibi olacaktı.
Hava durulur gibi olunca seviniyor ama rüzgarın çadıra çarpınca çıkardığı sesi duyunca tekrar kahroluyordum.
10 saatlik rahatsız bekleyişin ardında saat 24:00 gibi hava açıldı.
Sanki Ağrı Dağı bizim zirvesine ulaşmamızı arzuluyor gibiydi.
Rehberimizin pişirdiği hazır çorbadan 2’şer bardak içtikten sonra saat 01:00 gibi 20 kişilik İranlı grubun ardından tırmanışa başladık.
Kafa lambalarının ışıkları gece karanlığında ateş böcekleri gibi görünüyordu.
Fakat işin kötüsü yağan kar patikayı örtmüştü ve biz İranlı grubun kar üzerinde bıraktığı ayak izlerini takip edebiliyorduk.
Nitekim onlar da birkaç yerde yoldan çıktılar ve biz de arkalarından aşması zor olan yerlere vardık .
Ama biraz dolaştıktan sonra tekrar karın örttüğü patikayı bulduk.
4500 metreye ulaşmıştık ki İngiliz arkadaşımız Mo kusmaya başladı.
Devam etmesi mümkün değildi ve biz rehbere onunla birlikte geri dönmesini söyledik.
3 kişi ve üstelik rehbersiz kalmıştık.
100 metre kadar önümüzdeki İranlı grubun ışıklarını görebilmemiz bizim için hayati öneme sahipti.
Artık hava aydınlanmaya başlamıştı ki bu kez Tamer rahatsızlanmaya başladı.
Sanki hava alamıyor gibiydi ve dermansızlık belirtileri gösteriyordu.
Üstelik Marcelo’nun da burnu kanıyordu.
Önce Tamer geri döndü.
100 metre kadar gittikten sonra Marcelo pes etti.
4900 metrede kalmıştım tek başıma.
Ama dönmek gibi bir olasılığı aklıma bile getirmiyordum.
Hızlanarak yukarıdaki İranlı grubu yakaladım.
Bu arada onlardan da geri dönen birkaç kişi karşımdan geldi.
İşin garibi ne yorgundum, ne soluk almakta zorlanıyordum, ne başım ağrıyordu, ne de kusma belirtileri gösteriyordum.
İlginç bir şekilde yükseklik beni hiç etkilememişti.
Sadece zirveye varmak üzereyken genzimde belli belirsiz bir kan tadı aldım.
Ama tükrüğümde ve burnumda kan yoktu.
Onu da İranlı grubu yakalamak için hızlı yürümeme bağladım.
Muhtemelen hızlı yürümeseydim o da olmayacaktı.
Öylesine motive olmuştum ki sanki 5137 metreye değil gerekirse 6137 metreye de çıkabilirdim.
Zirveye yaklaştıkça soğuk ve rüzgar şiddetlendi.
Geçmek zorunda olduğumuz bir sırtın sağ tarafında yüzlerce metrelik uçurumlar ve Öküz Deresi vardı.
Bir kez oradan düştükten sonra kurtuluş ümidi hiç yoktu.
Rüzgar da sanki bizi oraya sürüklemek ister gibi öbür yandan esiyordu.
O kadar şiddetliydi ki bir insanı uçurup uçurumdan atması işten değildi.
Yerdeki karları yüzümüze savuruyor ve gözlerimi açmakta zorlanıyordum.
Zaten Ağrı Dağı tırmanışında ölümlerin çoğu da burada oluyordu.
Karlara bata çıka zirveye ulaşmayı başardım.
Bizi zirvede bir pil firmasının yaptırdığı 1 metre boyundaki pil maketi karşıladı.
İlginç.
Firmanın yaratıcılığını takdir ettim.
“Bizim pilimizin enerjisi o kadar fazla ki zirveye çıkmayı başardı”
İranlı “Araratfellow”larla “maşallah” çekerek el sıkıştık.
Zaten tırmanış sırasında sohbet ettiğimiz İranlılar hep “inşallah” diyordu.
Doğal olarak zirveye yakışan sözcük “maşallah” idi.
Zirvede 5 dakika kadar ancak durabildik.
Soğuk ve şiddetli rüzgardan zirve defterini imzalayamadık bile.
En önemlisi fotoğraf çektirmekti.
Yoksa zirveye ulaştığına kendin bile inanmazdın.
Çünkü baştan sona bir düş dünyasında yaşıyor gibiydin.
Fotoğraflardan sonra hemen inişe geçtim.
Gerisi hayal gibiydi.
Sanki yürümüyor, uçuyordum.
Ama yine de çok dikkatli olmak gerekiyordu.
Çünkü iniş her zaman çıkıştan çok daha tehlikeliydi.
Önce 4200 metredeki kamp yerine vardım.
Önceden dönen arkadaşlar çadırlarda dinleniyordu.
Çadırları topladık.
2900 metreye inmeye başladık.
2900 metredeki köylüler bize yemek ikram etti.
Rehberimiz şöförü arayıp Ele’ye gelmesini söyledi.
2200 metredeki Ele’ye vardığımızda atlar 4200 metreden aldığı eşyalarımızı indirmişti ve şöför bizi bekliyordu.
Araçla otele vardık ve odalara çekildik.
Sanırım 4 gündüz ve 3 gece süren masal gibi bir macera yaşamadan sıcak duşun ne anlama geldiğini kavrayabilmek mümkün değil.
O gece yaşamımın en derin uykusunu uyudum.
Burdur tarihinde ilk kez geçen yıl bu tırmanışa katılan ve başaran 3 arkadaşımız BURDOSK Başkanı Hüseyin Şenol, Mehmet Cankara ve Tahir Çetin en büyük takdirleri hak ediyorlar.
Onlar olmasaydı ben bu tırmanışa kalkışamazdım.
Bu tırmanışa katılmam için beni yüreklendiren kulüp başkanımız Hüseyin Şenol’a özellikle teşekkür ediyorum.
Sağladığı kışlık giysilerle benim bu tırmanışı sorunsuz ve sıkıntısız başarmama olanak tanıyan arkadaşım Mehmet Cankara’ya çok çok teşekkür ediyorum.
Kıyafetler olmasaydı zirvedeki soğuk ve fırtınaya dayanmam olası değildi ve muhtemelen tırmanışı tamamlayamazdım.
Doğubayazıt Kaymakamlığında görevli Burdur Menderes Mahallesinden Selçuk Bey’e de yakın ilgisinden dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
Yeni nişanlanan Selçuk Beyin nişan çikolatasından yemek bana da nasip oldu.
bu da ben: