serkan şen
* SAKARYA *
Ynt: Sakarya Genel Bilgiler
Alıntıdır...
Seyyahların gözüyle Sakarya!
Yerli ve yabancı bir çok seyyar geçmiş Sakarya'mızdan. Bunlardan ikisi Fransız seyyah A.D. Moustier ile İngiliz seyyah Fredric Burnaby'dir. FAHRİ TUNA YAZIYOR..
Aynalıkavak Yazıları / Fahri Tuna
MOUSTİER'İN (1862) ve
BURNABY'İN (1876) SAKARYA'SI
Tarih boyunca yerli veya yabancı bir çok seyyah gelip geçmiş Sakarya'mızdan. Sakarya'mızdan yani Ada'dan, Sapanca'dan, Geyve'den, Taraklı'dan, Akyazı'dan, Hantak ‘tan (Hendek)… Karasu'dan, Şeyhler'den (Kaynarca), Kocaali'den… Sakarya ile ilgili olarak en geniş not tutan seyyahlardan ikisi de, Kırım Savaşı sonrası 1862'de yöremizden geçen Fransız seyyah A.D. Moustier ile 1876'da yöremizden geçen İngiliz seyyah Fredric Burnaby'dir. Sizlerle Moustier ile Burnaby'in gözlem ve anılarını paylaşmak istiyorum (1):
"ADAPAZARI ON BİN NÜFUSLU BİR ŞEHİR"
"Akşamın saat altısına doğru Sapanca'ya vardık. Ağaçlık, şirin bir nahiye, büyük çınar ağaçları dikkati çekiyor. Şehri bir uçtan bir uca geçtikten sonra kervansaraya vardık. Bize iki oda ayırdılar, halı döşeli, kenarlarında divanlar bulunan iki oda. Gidişimizde nahiye müdürü yokmuş; yerine, vekili bizi ziyaret etti. Yanımıza zaptiye katacağını ve iyi atlar temin edeceğini söyledi.
"Ertesi sabah erkenden yola çıktık. Adapazarı'na gidiyoruz. Yolda, Plinius'un bir teklifi aklıma geldi. Bu büyük seyyah, imparator Trajan'a, Sakarya nehri ile İzmit körfezi arasında bir kanal açılmasını teklif etmiş. Kanal, ikisinin tam arasında bulunan Sapanca gölünden geçerek, Sakarya ile denizi bağlayacak. Yüzlerce yıldan beri uyuyan bu proje herhalde günün birinde gerçekleşecektir. Çünkü arazi alçak, yol hemen hemen su altında. Bazen bayağı su içinde ilerliyoruz".
"Yolda, Justinianüs tarafından yaptırılan köprüden geçtik. Sangarius (Sakarya nehri), artık, VI. yüzyılda yaptırılan bu köprünün altından geçmiyor. Köprünün altında hafif bir su akıntısı var. Daha çok batak gibi bir şey. Yetişen yabanî bitkiler neredeyse köprünün kemerlerini kapatacak durumda idi. Benden 25 yıl önce bu bölgede gezen bir Fransız gezgini, Sapanca Gölü'nün bir zafer takı harabesi bulunduğundan bahsetmektedir. Bugün, eseri bile kalmamış. Yalnız öbür tarafta, yarım kubbeler şeklinde bazı bina kalıntıları var. İki tarafı ağaçlıklı bir yoldan ilerliyoruz. Saat dört sıralarında şehrin minareleri göründü."
"ADAPAZARI'NDA CEVİZ AĞAÇLARI PEK ÇOK"
"Adapazarı, Sakarya nehrinin sol kıyısında kurulmuş on bin nüfuslu bir şehir. Adaköy de deniyor. Burada, Rafaelli adında bir Rum'la tanıştım. Büyük bir imalâtçı. Cevizden tüfek kabzası yaparak Avrupa'ya satıyor. Bu bölgedeki ceviz ağaçlan pek çok, hem de pek iri ağaçlar. Etraf ormanlık. Ne yazık ki, bu zenginliği gelecek nesillere hazırlayıp bırakanları takip edenler yok. Çünkü, kesilenlerin yerine yenisi dikilmiyor. Bir tek genç ağaca rastlamadım. Bu gidişle Adapazarı, ormansız kalacak!"
A.D. Moustier, Adapazarı'nda bir gece kalır. Sonra, Sakarya'nın aktığı vadide güneye doğru yol alır. Fransız gezgin, öğle sularında bir köprü ile karşılaşır. Burası Alifuatpasa'daki II. Beyazıd Köprüsü'dür. Moustier'in köprü ve Geyve hakkındaki izlenimleri de şöyledir: "Köprü, Osmanlı devrinin güzel eserlerinden biridir. Adı Kemer Köprü'dür. Burası, eşit büyüklükteki kemerlerden değil, farklı ölçekli kemerlerden ibarettir. Kısmen harap vaziyettedir. XIX. yüzyıl Türkiye'si, Ortaçağ Türkiye'sinde yapılan bu eseri tamir edememektedir... Bir müddet sonra, Geyve'ye geldik. Burası şirin bir kasaba, eski adı da Tottoeum'dur. Şimdi, kavun, karpuzu ile meşhurdur. Burada fazla oyalanmadık."
"PAMUKOVA'DA MÜKEMMEL BİR KONAKLA KARŞILAŞTIK"
"İznik şehrine doğru yolumuza devam ettik. Akhisar'a (şimdiki Pamukova'ya. F.T.) geldik. Geceyi geçirmek için bir hana indik. Fakat çok geçmeden nahiye müdürünün uşakları ve subayları gelerek, bizi konağa davet ettiler. Müdürün konağı bir meydana bakıyor. Türk mimari zevkini aksettiren çok güzel bir yapıdır. Beni ve arkadaşımı doğruca selâmlığa aldılar. Doğrusu, Anadolu'da fakir bir nahiyede böylesine mükemmel bir konakla karşılaşmak bizi hem şaşırttı hem de sevindirdi. Nahiye müdürü ve adamları da bize son derece yakınlık gösterdiler. Bizi misafir ettikleri salonun güzelliğini tarif etmeme imkân yok. Gravüre bakınca bunu anlamakta zorluk çekmeyeceksiniz. Akşam yemeğinde şiş kebabı, yaprak dolması, kaymak, yoğurt ve pilâv yedik. Üstüne de kavun, karpuz ikram ettiler".
E. D. Moustier daha sonra Mekece'ye gelir. Buradan Lefke (şimdiki Osmaneli F.T.) yoluna değil, batıya İznik şehrine giden koluna sapar. Moustier, bu tanımları ile yöreyi bir başka ciheti ile tanıtmış olur. Akhisar (Pamukova) örneğinde, yapıların dıştan görünüşsüz, fakat içten harika olduğu anlaşılıyor. Bu Fransız Kontu daha sonra Efes'e doğru yoluna devam edecektir.31
FREDERİK BURNABY'İN (1876) SAKARYA'SI
Aslında bir İngiliz subayı olan F. Burnaby, 1876'da, Osmanlı - Rus Savaşı öncesinde, İzmit, Sapanca, Geyve ve Taraklı güzergâhını kullanmıştır. Yolculuk notları hayli ilgi çekicidir. Bazı sosyal davranışlara da yer vermekte ve şunları belirtmektedir:32
"Öğleden sonra bir Ermeni piskoposunun ziyaretine gittim. Türklerle Hıristiyanlar, başka birçok kentlerde olduğu gibi, İzmit'te de farklı semtlerde oturuyorlardı. Piskoposun eski tarzdaki, garip evi de Hıristiyan mahallesindeydi. Gümüş bir tepsiyle yiyecekler ve içecekler getirildi. Küçük gümüş kâseler içinde çeşitli reçeller ikram edildi. Bir kaşık reçeli ağzına götüren konuk, bunu yutmak zorundadır; arkasından da bir bardak su içer. Az miktarda reçel çok kişiye yetebildiğine göre, bu ekonomik bir ikram olsa gerek.
Oradakilerden biri, "Beğendiniz mi?" diye sordu.
"Çok beğendim" dedim. Bu arada ağzımdaki tat beni çocukluk günlerime götürmüş, yaşlı dadımın bize yutturduğu gri tozları hatırlatmıştı: "Çok güzel."
Yaşlı bir Ermeni, "Biz konuklarımıza daima bu şekilde ikramda bulunuruz" dedi. "Ulusal geleneğimizdir."
"BAZI TÜRK MEMURLAR ERMENİLER TARAFINDAN ÖVÜLÜYOR""
Bundan sonra İzmit'teki Türklerden söz açıldı. Oradaki Türk memurlardan bazılarının Ermeniler tarafından bile övülmesi, kulağa hoş geliyordu.
Odadakilerden biri, "Buradaki polis müdürü mükemmel bir adam" dedi. Bizimkilerden biri Ramazan ayında sokakta tütün içiyormuş. Onu gören bir Müslüman, adama sopayla vurmuş. Oradan geçen polis müdürü de bu sahneye tanık olmuş. Yaklaşarak, "O adama niçin vurdun?" diye sormuş. "Ramazanda sigara içiyordu" yanıtını almış. "Sigarasını gözüne mi soktu?" "Hayır." "Öyleyse ona vurmaya hakkın yoktu. Hapishaneye gidince, ileride daha iyi davranmayı öğrenirsin" demiş polis müdürü.
Konuklardan bir diğeri, "Evet" diye atıldı. Türk gazeteleri bu öyküyü bastı ve polis müdürünün davranışını övdü."
Üçüncü bir bey, Türk Hükümeti aslında kötü değil" diye belirtti, "Bütün
ülkede adaletin taraf tutulmadan eşit olarak yerine getirilmesini istiyor, ama kadılar, bir Hıristiyan'ın sözünü kanıt olarak kabul etmedikleri sürece, burada rahat etmemiz zor." Devam etti: "Bu tür haksızlıklar ne yazık ki Türk subaylarının arasında da yaygın. Kur'an, bir Hıristiyan tanığın ifadesi kanıt olarak kabul edilmeli diyor, ama birçok Müslüman günümüzde Kur'an'ı unuttu."
Osman'ı zaten eşyamı Sapanca'ya kadar taşıması için bir yük beygiri kiralamaya yollamıştım. Tam İzmit'ten ayrılacağım sırada, iki zaptiye ve atlı polis çıkageldi. Paşadan, İzmit'e yaklaşık otuz kilometre uzaklıkta ve Ankara yolu üstündeki küçük bir köy olan Sapanca'ya kadar bana eşlik etme emrini almışlardı. Mavi ceketleri, kırmızı pantolonları ve püsküllü uzun çizmeleriyle çok şık görünen gençlerdi. Bellerini saran koyu kırmızı kuşağa birer tabanca sıkıştırmışlardı. İkisi de omuzlarında mükerrer ateşli birer tüfek taşıyorlardı. Kılıç kayışlarına da, eli koruyan kabza mahfazaları olmayan kısa palalar takılıydı.
Ateşli silahlar başta olmak üzere, modern teçhizatı benimsemiş olan Türk askeri yetkililerinin, kılıç yapımında hala bu kadar geri olmaları çok garipti. Kabza mahfazası olmayan bir Türk kılıcı kuşanmış bir Türk atlı askerinin kendi silahlarımızdan birini taşıyan bir İngiliz süvarisiyle girişeceği göğüs göğüse bir çarpışmada, pek az şansı olurdu.
"OSMAN BİRA İÇMİYOR, ŞARABA BURUN KIVIRIYOR"
Patika şimdi, daha önce gördüklerimizin hepsinden beter olmuştu. Bazı yerlerde bir metreden daha derin çamur vardı. Bu çamur, atlarımızın kolanlarına kadar çıktığından, patikada ilerlerken bayağı zorlanıyorduk.
Çok geçmeden, yolun üstündeki bir dere yatağına ulaştık. Dört öküz tarafından çekilen bir araba, burada mıhlanıp kalmıştı. Yalnızca boyunlarıyla omuzları çamurun dışında kalan hayvanlar, kederli bir yüzle önlerine bakıyorlardı. İki arabacı, pantolonlarıyla iç çamaşırlarını çıkarmışlardı. Gömlekleri bile koltuk altlarına kadar sıyrılmıştı. Kara balçığın içinde bata çıka ilerliyor, öküzleri dürte dürte yürütmeye çalışıyorlardı.
Ağır tekerleklerden müthiş bir gıcırtı sesi yükseliyordu. Dört öküz tüm güçlerini zorluyordu, ama boşuna. Bir tanesi arabayı biraz yana çekti, araç anında devrildi ve yarısına kadar balçığa gömüldü. Üstlerinde, küçük kırmızı feslerinden ve yukarı sıyrılmış gömleklerinden başka bir şey olmayan iki adam, içler acısı bir tablo oluşturuyordu. Kemiklerinin üstünde fazla et yoktu, bellerine kadar yükselen çamur tabakası, kaburgalarıyla omuz kemiklerini büsbütün meydana çıkarmıştı. Çamurun içinden bize doğru gelen biri, Osman'dan piposu için ateş istedi: Arkadaşından da kederli gözüken öteki adamın piposu yoktu, o da mümkünse bir sigara istedi.
Osman, "Burası feci bir yer, efendim" dedi. "Bizim de öteberimiz devrilebilir. Atlarımız dünyada buradan geçemezler. Siz iyisi mi, İzmit'e dönün ve çamur kuruyuncaya kadar bekleyin."
"Hayır, devam et. Atlar, öküzlerin, geçemediği yerlerde yürüyebilirler."
Osman'ın yüzü sarardı. Benim biraz ötemdeydi. Bataklığın derinliğini sınamak için ileriye yollanmasından hiç hoşlanmamıştı.
Radford, ona bakarak dudak büktü. "Zavallı yaratık! Ama ondan başka ne bekleyebiliriz? Bira içmiyor. Şaraba burun kıvırıyor. Osman'ın kanının bulaşık suyundan ince olduğuna bir sterlinine bahse girerim."
Öbür yakaya ayak bastığımızda, heybelerimiz çamura bulanmıştı. Yanımda atını sûren Osman, bizi güvenliğe çıkardığı için kendi kendini kutladı. "Yüzün bembeyazdı" demekten kendimi alamadım. "Evet, efendi. Kanım donmuştu. Ama kendim için değil, efendi için. Boğulmasından korktum. Osman, efendinin elinde, ona ne istersen yapabilirsin."
"SOLUMDA BÜYÜ BİR GÖL, SAĞIMDA RENGARENK OTLAR"
Yol şimdi sertleşmişti. Bulgaristan'dan dönen bazı başıbozuklarla karşılaştık. Çoğu Çerkez asiliydi, bir tanesi de Rusça biliyordu. Yurduna dönmesi emredildiği için çok sinirliydi. Parlak çelik ucu en az otuz santim uzunluğundaki mızrağını sallayarak, birkaç Rus gâvurunu mıhlamak fırsatını kaçırdığına hayıflanıyordu.
"Çok kadın öldürdünüz mü?" diye sordum.
Çerkez, "Öldürülen kadınlar oldu" dedi. "Bu yüzden de üzüldük. Ama adamlarımız ne yapsalardı? Bazılarının anneleriyle kız kardeşleri Rusların tecavüzüne uğramış, ve doğranmıştı."
"Akrabalarınızdan böyle bir muameleye hedef olanlar olur mu?" diye sordum. "Hayır, olmadı" dedi, "ama Gümrü'ye uzak olmayan bir köyde inanılmaz gaddarlıklar yaşandı. Birçok kadınla çocuk öldürüldüler, hem de sırf Rusya'dan ayrılıp Türkiye'ye gitmek istedikleri için."
Devam etti: "Annem veya kız kardeşim öldürülmüş olsaydı, bunun ne şekilde intikamını alacağımı umursamazdım. Bu Rus alçakları bize örnek oldular." Başıbozukların kıyafetlerinde herhangi bir benzerlik yoktu. Her biri, keyfine göre giyinmişti. Bellerini saran kuşaklarda tabancalar ve kamalar dikkat çekiyordu. Ateşli silahları en ilkel tipteydi. Bazı adamların eski model çifteleri vardı. Diğerleri, çakmaklıdan kapsüllüye dönüştürülen çift namlulu tüfeklerle silahlanmışlardı. Atları, bana yeterince sağlam ve güçlü göründü. Bu hayvanlar genelde yüz kırk santimden daha boylu değillerdi. Sert ve kaba tüylü postlarıyla bana, Don Nehri dolaylarında gördüğüm Kazak atlarını anımsattılar. Sapanca'ya yaklaşırken manzara güzelleşti. Geçtiğimiz düz araziler yerini dağlara bırakıyordu. Batı yönünde görüş mesafemizi engelliyorlardı. Solumda büyük bir göl vardı. Ayaklarımızın hemen dibinde ayna gibi uzanıp gidiyordu. Berrak sulara inen yamaçlar, rengârenk otlar ve çalılarla bezeliydi. İngiltere'de Leicestershire'li bir çiftçinin ağzının sularını akıtacak genişlikte dönümlerce mera, Sapanca'nın dört bir yanını sarmıştı. Köye girdik. Burası kerpiçten yapılmış yaklaşık iki yüz evden oluşuyordu. Geceyi geçirmemiz için bin bir güçlükle bir yer buldum.
"DEVE KERVANININ ÖNÜNDE EŞEK VAR"
Gün daha doğmadan yine atlarımızın üstündeydik. Yolumuz, dağların arasındaki geçitlerden geçiyordu. Gölün yüzeyinden kocaman sis bulutlan yükseliyordu. Boşluk içinde yüzerek uzaklaşıyor, ufukta buzdağları gibi karşımıza dikiliyorlardı. Demiryolu inşaatı için hazırlıkların yapıldığı bir yerden geçtik. Yarım kalmış bir toprak setin yanında vagonlar dikkat çekiyordu. Sorunca, burada iki yıldır hiçbir çalışma yapılmadığını öğrendik. Ankara'ya kadar bir demiryolu inşa edilecekti, ama bu konuda yönelttiğim sorularıma aldığım yanıt, "Para yok" oldu.
Daha ileride, Ankara'ya giden çay yüklü bir katır kervanına rastladık. Yol çok dardı, iki atın yan yana geçmesi için bile yeterince yer yoktu. Başını bayır yanına çeviren bir katır bütün yolu tıkamıştı, ama zaptiyenin şaklattığı kırbaç aklını başına getirdi. Birkaç metre gerileyince, ayağı kaydı ve yüküyle birlikte bayırdan aşağı yuvarlandı. Hayvanın sahibi küfrü bastı, arkasından gelen öbür katırcılar ise arkadaşlarının sıkıntısından zevk duymuş görünüyorlardı.
Yol giderek daha düzleşti. Deve kervanlarına rastlıyorduk. Hayvanlar, burunlarına geçirilmiş bir halkaya bağlı iple değil, boyunlarına gevşekçe bağlanmış yularla güdülüyorlardı.
Kaba kıllarla kaplı güzel hayvanlardı. Kıllarının yılın belli mevsimlerinde kırpıldığını, sonra da çadır ve halı örmede kullanılan bir dokumaya dönüştürüldüğünü bana anlattılar. Her kervanın önünde eşeğe binmiş bir adam yol alıyordu. Eşek, arkasındaki kocaman develerden biraz daha hızlıydı.
"TARLALAR, BAĞLAR VE DUT AĞAÇLARIYLA GEYVE"
Sakarya'nın sol kıyısı boyunca yolumuza devam ettik. Yaklaşık altmış metre genişliğinde ve dik kıyıları olan bir nehirdi bu. Çok geçmeden, yarı yarıya harap bir taş köprüden geçerek nehri aştık. Köprünün orta bölümü çöküp gitmiş, oluşan boşluk, toprakla örtülü kalaslarla kapatılmıştı. Bir süre sonra tarlalar, bağlar ve dut ağaçlarıyla kaplı geniş bir vadiye geldik. O geceyi geçirmek için Geyve köyünde mola verdik. Bir tür belediye başkanı olan köyün yöneticisi, bizi karşıladı ve konuğu olmam için ısrar etti. Çok konuşkan bir adamdı. Yakup Han'ın, Padişah'ı desteklemek için 50.000 kişilik bir ordu getireceğini haber verdi. "Nasıl gelecekler ki?" diye sordum.
Kaşgar'la ilgili pek iyi coğrafi bilgisi olmayan ev sahibimiz, "Deniz yoluyla" diye yanıtladı. Sonra bana, İran'ın Rusya'yla dost olduğunun söylendiğini, Türklerin İranlılardan nefret ettiklerini ama çarla birlik olduklarına inandıkları Rumlar dışındaki Hıristiyanlardan hoşlandıklarını açıkladı.
Geyve'den çıkılınca, vadi dairesel bir biçim alır ve en az dört bucuk kilometre çapında uzanır. Top ateşi açmaya elverişli yamaçları olan tepeler dört bir yanını çevirirler. Derinliği sadece diz boyu olan küçük Karasu Irmağı da bu bölgeden geçer ve birkaç kilometre aşağıda Sakarya'ya dökülür. Geyve Vadisi, dikkatsiz bir generale pusu kurmak için ideal bir konumdur. Doğu yönündeki çıkış, son derece sarp kenarları olan dik bir yoldadır. Batıda ise Sakarya Nehri tarafından tıkanmıştır.
"TARAKLI; BARINAKLARINA GÖTÜRÜLEN KEÇİLERİN MELEYİŞLERİ.."
Böylece yaklaşık sekiz yüz evli küçük Taraklı kasabasına vardık. Her ev, başkente giden askerlerle doluydu. Biz dar sokaklardan geçerken güneş, dorukların üzerine doğru alçalmaktaydı. Yüzlerce başıbozuk aşağıdaki ovada dörtnala koşan bir atın üstünden bir hedefe ateş ediyor; diğerleri seyircileri tehlikeye atmak pahasına tüfeklerini ellerinde döndürüyorlardı. Bu gerilla tipi askerlerle seyircilerin çok renkli giysileri, manzarayı ışığa boğuyordu. Atlıların bağırışları dağlardan yankılanıyordu. Çobanlar tarafından barınaklarına götürülen keçilerin meleyişleri uzaktaki tepelerden belli belirsiz duyuluyordu. Bu ses, sığırların böğürmesine ve aşağıdaki nehrin hışırtısına karışmaktaydı. Romantik bir tabloydu karşımızdaki. Carlista Savaşı sırasında, Bask eyaletlerindeki bazı sahneler hayalimde canlandı.
Askerler ertesi sabah, saat dörtte harekete geçtiler. Sokaklardan geçerken koro halinde türküler söylüyorlardı. Bir saat sonra dağlık bir bölgeden geçiyorduk. Granit bloklar etrafa saçılmıştı. Çok geçmeden, Sakarya'nın bir başka kolu olan küçük Göynük suyunu aşıyorduk. Burada manzara vahşiydi. Tepeler, Titanlar tarafından fırlatılmış gibi bin bir şekil almıştı. Kâh sert beyaz kayalardan yontulmuş doğal hisarlar ve mazgallar görüyordunuz; kâh kayağan taşından bir dağa yaklaşıyor, etrafa saçılmış bir kara taş bolluğuyla çevrili buluyordunuz kendinizi. Derken, iki tarafı uçurum olan bir patikada ilerlemeye başladık. Yolumuz, önümüzü gözden gizleyen kayalıkları arasında bir iplik gibi dolanıyordu.
"MUDURNU 800 KERPİÇ EVLİ BİR KASABA"
Bundan sonraki durağımız olan Mudurnu'yla aramızda dokuz saatlik bir yolculuk vardı. Yol çok dağlık bir bölgeden geçiyordu. Mudurnu köyü ya da kasabasında, 800 kerpiç ev vardı. Her ailenin beş bireyi bulunduğunu varsayarsak, bu 4000 nüfus demekti. Anadolu'nun bu yöresinde yolculuk eden bir gezgin, dükkânların yokluğunu fark etmeden geçemez. Bir sürü köyden ve kasabadan geçse de, eğer o gün pazar yoksa, hiçbir şey satın alamaz.
Bizi yolcu etmek için bir kalabalık toplanmıştı. Mudurnu'daki insanların bir İngiliz'e gösterdikleri ilgi, Londra halkının bir şempanzeye veya yeni gelen bir gorile gösterecekleri ilgiden farksızdı. Asyalıların, imalat yeteneklerimize büyük saygıları vardır. Anadolu'nun hemen bütün büyük kentlerinde İngiliz mallarıyla karşılaşabilirsiniz; Türkler İngiliz mallarını, Belçika veya Amerika'dan yollanan daha ucuz fakat daha düşük kaliteli eşyaya tercih ediyorlar.
Benimle gelen zaptiye muhteşem bir delikanlıydı. Keskin bakışları ve özenle kırpılmış bir sakalı olan, uzun boylu ve esmer bir Çerkez gözünüzün önüne getirin. Çerçeveleyen kocaman beyaz sarık da çarpıcı bir tezat yaratıyordu. Arkasında kırmızı bir şeritle çevrili yeşil bir ceket vardı. Bunun altında mavi bir yelek göze çarpıyordu. Yeşil bir pantolon ve kırmızı deri çizmeler bu kıyafeti tamamlıyordu; Kılıç ve bir tabancayla silahlanmıştı. Yolun uygun olduğu zamanlarda atına talim yaptırıyordu. Hayvanı kâh elli metre kadar dört nala koşturuyor, kâh dizginleri hızla çekerek, atı şaha kaldırıyor, sonra başka bir yöne sevk ediyor ve eyer kayışından aşağı sarkarak yere dokunuyordu. Bütün bunları çok büyük zarafet ve kolaylıkla yapıyor, atla binicisi sanki tek parçaymış izlenimini uyandırıyordu. Bu tür manevralara izin veren hafif kumluk araziyi çok geçmeden arkamızda bıraktık. Dik yamaçlı bir dağ sırasının aşılması gerekiyordu. Çamur örtüsü her an daha kalınlaşıyor atlar taşıdıkları yüklerle yamaçlara tırmanmada büyük güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Hemen hemen dikey olan bir bayırla boğuşuyorduk. Ayaklarımızın dibinde en az kırk metre derinlikte olan uçurum, insanı ürpertiyordu."
-----
1) Prof.Dr. Enver Konukçu, "Sakarya ve Gezginler", Sakarya İli Tarihi, SAÜ Yayını, C.I., Sakarya-2005, s.124-132.
Foto altları:
1) Sapanca Gölü ve Yüzevler – Hüsnü Gürsel (Sakarya Valiliği Arşivi),
2) Beşköprü – 1908 – Ed. Osman Köker,
3) Geyve Boğazı – 1940 (SBB Arşivi),
4) Geyve Genel Görünümü – 1940 – (Namık Cihan Arşivi),
5) Taraklı Genel Görünümü-1994 – Hüsnü Gürsel (Sakarya Valiliği Arşivi)
YASAL UYARI: . Portalımızda yayınlanan haberler ise, kaynak gösterilmek ve portalımızın ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.
Alıntıdır...
Seyyahların gözüyle Sakarya!
Yerli ve yabancı bir çok seyyar geçmiş Sakarya'mızdan. Bunlardan ikisi Fransız seyyah A.D. Moustier ile İngiliz seyyah Fredric Burnaby'dir. FAHRİ TUNA YAZIYOR..
Aynalıkavak Yazıları / Fahri Tuna
MOUSTİER'İN (1862) ve
BURNABY'İN (1876) SAKARYA'SI
Tarih boyunca yerli veya yabancı bir çok seyyah gelip geçmiş Sakarya'mızdan. Sakarya'mızdan yani Ada'dan, Sapanca'dan, Geyve'den, Taraklı'dan, Akyazı'dan, Hantak ‘tan (Hendek)… Karasu'dan, Şeyhler'den (Kaynarca), Kocaali'den… Sakarya ile ilgili olarak en geniş not tutan seyyahlardan ikisi de, Kırım Savaşı sonrası 1862'de yöremizden geçen Fransız seyyah A.D. Moustier ile 1876'da yöremizden geçen İngiliz seyyah Fredric Burnaby'dir. Sizlerle Moustier ile Burnaby'in gözlem ve anılarını paylaşmak istiyorum (1):
"ADAPAZARI ON BİN NÜFUSLU BİR ŞEHİR"
"Akşamın saat altısına doğru Sapanca'ya vardık. Ağaçlık, şirin bir nahiye, büyük çınar ağaçları dikkati çekiyor. Şehri bir uçtan bir uca geçtikten sonra kervansaraya vardık. Bize iki oda ayırdılar, halı döşeli, kenarlarında divanlar bulunan iki oda. Gidişimizde nahiye müdürü yokmuş; yerine, vekili bizi ziyaret etti. Yanımıza zaptiye katacağını ve iyi atlar temin edeceğini söyledi.
"Ertesi sabah erkenden yola çıktık. Adapazarı'na gidiyoruz. Yolda, Plinius'un bir teklifi aklıma geldi. Bu büyük seyyah, imparator Trajan'a, Sakarya nehri ile İzmit körfezi arasında bir kanal açılmasını teklif etmiş. Kanal, ikisinin tam arasında bulunan Sapanca gölünden geçerek, Sakarya ile denizi bağlayacak. Yüzlerce yıldan beri uyuyan bu proje herhalde günün birinde gerçekleşecektir. Çünkü arazi alçak, yol hemen hemen su altında. Bazen bayağı su içinde ilerliyoruz".
"Yolda, Justinianüs tarafından yaptırılan köprüden geçtik. Sangarius (Sakarya nehri), artık, VI. yüzyılda yaptırılan bu köprünün altından geçmiyor. Köprünün altında hafif bir su akıntısı var. Daha çok batak gibi bir şey. Yetişen yabanî bitkiler neredeyse köprünün kemerlerini kapatacak durumda idi. Benden 25 yıl önce bu bölgede gezen bir Fransız gezgini, Sapanca Gölü'nün bir zafer takı harabesi bulunduğundan bahsetmektedir. Bugün, eseri bile kalmamış. Yalnız öbür tarafta, yarım kubbeler şeklinde bazı bina kalıntıları var. İki tarafı ağaçlıklı bir yoldan ilerliyoruz. Saat dört sıralarında şehrin minareleri göründü."
"ADAPAZARI'NDA CEVİZ AĞAÇLARI PEK ÇOK"
"Adapazarı, Sakarya nehrinin sol kıyısında kurulmuş on bin nüfuslu bir şehir. Adaköy de deniyor. Burada, Rafaelli adında bir Rum'la tanıştım. Büyük bir imalâtçı. Cevizden tüfek kabzası yaparak Avrupa'ya satıyor. Bu bölgedeki ceviz ağaçlan pek çok, hem de pek iri ağaçlar. Etraf ormanlık. Ne yazık ki, bu zenginliği gelecek nesillere hazırlayıp bırakanları takip edenler yok. Çünkü, kesilenlerin yerine yenisi dikilmiyor. Bir tek genç ağaca rastlamadım. Bu gidişle Adapazarı, ormansız kalacak!"
A.D. Moustier, Adapazarı'nda bir gece kalır. Sonra, Sakarya'nın aktığı vadide güneye doğru yol alır. Fransız gezgin, öğle sularında bir köprü ile karşılaşır. Burası Alifuatpasa'daki II. Beyazıd Köprüsü'dür. Moustier'in köprü ve Geyve hakkındaki izlenimleri de şöyledir: "Köprü, Osmanlı devrinin güzel eserlerinden biridir. Adı Kemer Köprü'dür. Burası, eşit büyüklükteki kemerlerden değil, farklı ölçekli kemerlerden ibarettir. Kısmen harap vaziyettedir. XIX. yüzyıl Türkiye'si, Ortaçağ Türkiye'sinde yapılan bu eseri tamir edememektedir... Bir müddet sonra, Geyve'ye geldik. Burası şirin bir kasaba, eski adı da Tottoeum'dur. Şimdi, kavun, karpuzu ile meşhurdur. Burada fazla oyalanmadık."
"PAMUKOVA'DA MÜKEMMEL BİR KONAKLA KARŞILAŞTIK"
"İznik şehrine doğru yolumuza devam ettik. Akhisar'a (şimdiki Pamukova'ya. F.T.) geldik. Geceyi geçirmek için bir hana indik. Fakat çok geçmeden nahiye müdürünün uşakları ve subayları gelerek, bizi konağa davet ettiler. Müdürün konağı bir meydana bakıyor. Türk mimari zevkini aksettiren çok güzel bir yapıdır. Beni ve arkadaşımı doğruca selâmlığa aldılar. Doğrusu, Anadolu'da fakir bir nahiyede böylesine mükemmel bir konakla karşılaşmak bizi hem şaşırttı hem de sevindirdi. Nahiye müdürü ve adamları da bize son derece yakınlık gösterdiler. Bizi misafir ettikleri salonun güzelliğini tarif etmeme imkân yok. Gravüre bakınca bunu anlamakta zorluk çekmeyeceksiniz. Akşam yemeğinde şiş kebabı, yaprak dolması, kaymak, yoğurt ve pilâv yedik. Üstüne de kavun, karpuz ikram ettiler".
E. D. Moustier daha sonra Mekece'ye gelir. Buradan Lefke (şimdiki Osmaneli F.T.) yoluna değil, batıya İznik şehrine giden koluna sapar. Moustier, bu tanımları ile yöreyi bir başka ciheti ile tanıtmış olur. Akhisar (Pamukova) örneğinde, yapıların dıştan görünüşsüz, fakat içten harika olduğu anlaşılıyor. Bu Fransız Kontu daha sonra Efes'e doğru yoluna devam edecektir.31
FREDERİK BURNABY'İN (1876) SAKARYA'SI
Aslında bir İngiliz subayı olan F. Burnaby, 1876'da, Osmanlı - Rus Savaşı öncesinde, İzmit, Sapanca, Geyve ve Taraklı güzergâhını kullanmıştır. Yolculuk notları hayli ilgi çekicidir. Bazı sosyal davranışlara da yer vermekte ve şunları belirtmektedir:32
"Öğleden sonra bir Ermeni piskoposunun ziyaretine gittim. Türklerle Hıristiyanlar, başka birçok kentlerde olduğu gibi, İzmit'te de farklı semtlerde oturuyorlardı. Piskoposun eski tarzdaki, garip evi de Hıristiyan mahallesindeydi. Gümüş bir tepsiyle yiyecekler ve içecekler getirildi. Küçük gümüş kâseler içinde çeşitli reçeller ikram edildi. Bir kaşık reçeli ağzına götüren konuk, bunu yutmak zorundadır; arkasından da bir bardak su içer. Az miktarda reçel çok kişiye yetebildiğine göre, bu ekonomik bir ikram olsa gerek.
Oradakilerden biri, "Beğendiniz mi?" diye sordu.
"Çok beğendim" dedim. Bu arada ağzımdaki tat beni çocukluk günlerime götürmüş, yaşlı dadımın bize yutturduğu gri tozları hatırlatmıştı: "Çok güzel."
Yaşlı bir Ermeni, "Biz konuklarımıza daima bu şekilde ikramda bulunuruz" dedi. "Ulusal geleneğimizdir."
"BAZI TÜRK MEMURLAR ERMENİLER TARAFINDAN ÖVÜLÜYOR""
Bundan sonra İzmit'teki Türklerden söz açıldı. Oradaki Türk memurlardan bazılarının Ermeniler tarafından bile övülmesi, kulağa hoş geliyordu.
Odadakilerden biri, "Buradaki polis müdürü mükemmel bir adam" dedi. Bizimkilerden biri Ramazan ayında sokakta tütün içiyormuş. Onu gören bir Müslüman, adama sopayla vurmuş. Oradan geçen polis müdürü de bu sahneye tanık olmuş. Yaklaşarak, "O adama niçin vurdun?" diye sormuş. "Ramazanda sigara içiyordu" yanıtını almış. "Sigarasını gözüne mi soktu?" "Hayır." "Öyleyse ona vurmaya hakkın yoktu. Hapishaneye gidince, ileride daha iyi davranmayı öğrenirsin" demiş polis müdürü.
Konuklardan bir diğeri, "Evet" diye atıldı. Türk gazeteleri bu öyküyü bastı ve polis müdürünün davranışını övdü."
Üçüncü bir bey, Türk Hükümeti aslında kötü değil" diye belirtti, "Bütün
ülkede adaletin taraf tutulmadan eşit olarak yerine getirilmesini istiyor, ama kadılar, bir Hıristiyan'ın sözünü kanıt olarak kabul etmedikleri sürece, burada rahat etmemiz zor." Devam etti: "Bu tür haksızlıklar ne yazık ki Türk subaylarının arasında da yaygın. Kur'an, bir Hıristiyan tanığın ifadesi kanıt olarak kabul edilmeli diyor, ama birçok Müslüman günümüzde Kur'an'ı unuttu."
Osman'ı zaten eşyamı Sapanca'ya kadar taşıması için bir yük beygiri kiralamaya yollamıştım. Tam İzmit'ten ayrılacağım sırada, iki zaptiye ve atlı polis çıkageldi. Paşadan, İzmit'e yaklaşık otuz kilometre uzaklıkta ve Ankara yolu üstündeki küçük bir köy olan Sapanca'ya kadar bana eşlik etme emrini almışlardı. Mavi ceketleri, kırmızı pantolonları ve püsküllü uzun çizmeleriyle çok şık görünen gençlerdi. Bellerini saran koyu kırmızı kuşağa birer tabanca sıkıştırmışlardı. İkisi de omuzlarında mükerrer ateşli birer tüfek taşıyorlardı. Kılıç kayışlarına da, eli koruyan kabza mahfazaları olmayan kısa palalar takılıydı.
Ateşli silahlar başta olmak üzere, modern teçhizatı benimsemiş olan Türk askeri yetkililerinin, kılıç yapımında hala bu kadar geri olmaları çok garipti. Kabza mahfazası olmayan bir Türk kılıcı kuşanmış bir Türk atlı askerinin kendi silahlarımızdan birini taşıyan bir İngiliz süvarisiyle girişeceği göğüs göğüse bir çarpışmada, pek az şansı olurdu.
"OSMAN BİRA İÇMİYOR, ŞARABA BURUN KIVIRIYOR"
Patika şimdi, daha önce gördüklerimizin hepsinden beter olmuştu. Bazı yerlerde bir metreden daha derin çamur vardı. Bu çamur, atlarımızın kolanlarına kadar çıktığından, patikada ilerlerken bayağı zorlanıyorduk.
Çok geçmeden, yolun üstündeki bir dere yatağına ulaştık. Dört öküz tarafından çekilen bir araba, burada mıhlanıp kalmıştı. Yalnızca boyunlarıyla omuzları çamurun dışında kalan hayvanlar, kederli bir yüzle önlerine bakıyorlardı. İki arabacı, pantolonlarıyla iç çamaşırlarını çıkarmışlardı. Gömlekleri bile koltuk altlarına kadar sıyrılmıştı. Kara balçığın içinde bata çıka ilerliyor, öküzleri dürte dürte yürütmeye çalışıyorlardı.
Ağır tekerleklerden müthiş bir gıcırtı sesi yükseliyordu. Dört öküz tüm güçlerini zorluyordu, ama boşuna. Bir tanesi arabayı biraz yana çekti, araç anında devrildi ve yarısına kadar balçığa gömüldü. Üstlerinde, küçük kırmızı feslerinden ve yukarı sıyrılmış gömleklerinden başka bir şey olmayan iki adam, içler acısı bir tablo oluşturuyordu. Kemiklerinin üstünde fazla et yoktu, bellerine kadar yükselen çamur tabakası, kaburgalarıyla omuz kemiklerini büsbütün meydana çıkarmıştı. Çamurun içinden bize doğru gelen biri, Osman'dan piposu için ateş istedi: Arkadaşından da kederli gözüken öteki adamın piposu yoktu, o da mümkünse bir sigara istedi.
Osman, "Burası feci bir yer, efendim" dedi. "Bizim de öteberimiz devrilebilir. Atlarımız dünyada buradan geçemezler. Siz iyisi mi, İzmit'e dönün ve çamur kuruyuncaya kadar bekleyin."
"Hayır, devam et. Atlar, öküzlerin, geçemediği yerlerde yürüyebilirler."
Osman'ın yüzü sarardı. Benim biraz ötemdeydi. Bataklığın derinliğini sınamak için ileriye yollanmasından hiç hoşlanmamıştı.
Radford, ona bakarak dudak büktü. "Zavallı yaratık! Ama ondan başka ne bekleyebiliriz? Bira içmiyor. Şaraba burun kıvırıyor. Osman'ın kanının bulaşık suyundan ince olduğuna bir sterlinine bahse girerim."
Öbür yakaya ayak bastığımızda, heybelerimiz çamura bulanmıştı. Yanımda atını sûren Osman, bizi güvenliğe çıkardığı için kendi kendini kutladı. "Yüzün bembeyazdı" demekten kendimi alamadım. "Evet, efendi. Kanım donmuştu. Ama kendim için değil, efendi için. Boğulmasından korktum. Osman, efendinin elinde, ona ne istersen yapabilirsin."
"SOLUMDA BÜYÜ BİR GÖL, SAĞIMDA RENGARENK OTLAR"
Yol şimdi sertleşmişti. Bulgaristan'dan dönen bazı başıbozuklarla karşılaştık. Çoğu Çerkez asiliydi, bir tanesi de Rusça biliyordu. Yurduna dönmesi emredildiği için çok sinirliydi. Parlak çelik ucu en az otuz santim uzunluğundaki mızrağını sallayarak, birkaç Rus gâvurunu mıhlamak fırsatını kaçırdığına hayıflanıyordu.
"Çok kadın öldürdünüz mü?" diye sordum.
Çerkez, "Öldürülen kadınlar oldu" dedi. "Bu yüzden de üzüldük. Ama adamlarımız ne yapsalardı? Bazılarının anneleriyle kız kardeşleri Rusların tecavüzüne uğramış, ve doğranmıştı."
"Akrabalarınızdan böyle bir muameleye hedef olanlar olur mu?" diye sordum. "Hayır, olmadı" dedi, "ama Gümrü'ye uzak olmayan bir köyde inanılmaz gaddarlıklar yaşandı. Birçok kadınla çocuk öldürüldüler, hem de sırf Rusya'dan ayrılıp Türkiye'ye gitmek istedikleri için."
Devam etti: "Annem veya kız kardeşim öldürülmüş olsaydı, bunun ne şekilde intikamını alacağımı umursamazdım. Bu Rus alçakları bize örnek oldular." Başıbozukların kıyafetlerinde herhangi bir benzerlik yoktu. Her biri, keyfine göre giyinmişti. Bellerini saran kuşaklarda tabancalar ve kamalar dikkat çekiyordu. Ateşli silahları en ilkel tipteydi. Bazı adamların eski model çifteleri vardı. Diğerleri, çakmaklıdan kapsüllüye dönüştürülen çift namlulu tüfeklerle silahlanmışlardı. Atları, bana yeterince sağlam ve güçlü göründü. Bu hayvanlar genelde yüz kırk santimden daha boylu değillerdi. Sert ve kaba tüylü postlarıyla bana, Don Nehri dolaylarında gördüğüm Kazak atlarını anımsattılar. Sapanca'ya yaklaşırken manzara güzelleşti. Geçtiğimiz düz araziler yerini dağlara bırakıyordu. Batı yönünde görüş mesafemizi engelliyorlardı. Solumda büyük bir göl vardı. Ayaklarımızın hemen dibinde ayna gibi uzanıp gidiyordu. Berrak sulara inen yamaçlar, rengârenk otlar ve çalılarla bezeliydi. İngiltere'de Leicestershire'li bir çiftçinin ağzının sularını akıtacak genişlikte dönümlerce mera, Sapanca'nın dört bir yanını sarmıştı. Köye girdik. Burası kerpiçten yapılmış yaklaşık iki yüz evden oluşuyordu. Geceyi geçirmemiz için bin bir güçlükle bir yer buldum.
"DEVE KERVANININ ÖNÜNDE EŞEK VAR"
Gün daha doğmadan yine atlarımızın üstündeydik. Yolumuz, dağların arasındaki geçitlerden geçiyordu. Gölün yüzeyinden kocaman sis bulutlan yükseliyordu. Boşluk içinde yüzerek uzaklaşıyor, ufukta buzdağları gibi karşımıza dikiliyorlardı. Demiryolu inşaatı için hazırlıkların yapıldığı bir yerden geçtik. Yarım kalmış bir toprak setin yanında vagonlar dikkat çekiyordu. Sorunca, burada iki yıldır hiçbir çalışma yapılmadığını öğrendik. Ankara'ya kadar bir demiryolu inşa edilecekti, ama bu konuda yönelttiğim sorularıma aldığım yanıt, "Para yok" oldu.
Daha ileride, Ankara'ya giden çay yüklü bir katır kervanına rastladık. Yol çok dardı, iki atın yan yana geçmesi için bile yeterince yer yoktu. Başını bayır yanına çeviren bir katır bütün yolu tıkamıştı, ama zaptiyenin şaklattığı kırbaç aklını başına getirdi. Birkaç metre gerileyince, ayağı kaydı ve yüküyle birlikte bayırdan aşağı yuvarlandı. Hayvanın sahibi küfrü bastı, arkasından gelen öbür katırcılar ise arkadaşlarının sıkıntısından zevk duymuş görünüyorlardı.
Yol giderek daha düzleşti. Deve kervanlarına rastlıyorduk. Hayvanlar, burunlarına geçirilmiş bir halkaya bağlı iple değil, boyunlarına gevşekçe bağlanmış yularla güdülüyorlardı.
Kaba kıllarla kaplı güzel hayvanlardı. Kıllarının yılın belli mevsimlerinde kırpıldığını, sonra da çadır ve halı örmede kullanılan bir dokumaya dönüştürüldüğünü bana anlattılar. Her kervanın önünde eşeğe binmiş bir adam yol alıyordu. Eşek, arkasındaki kocaman develerden biraz daha hızlıydı.
"TARLALAR, BAĞLAR VE DUT AĞAÇLARIYLA GEYVE"
Sakarya'nın sol kıyısı boyunca yolumuza devam ettik. Yaklaşık altmış metre genişliğinde ve dik kıyıları olan bir nehirdi bu. Çok geçmeden, yarı yarıya harap bir taş köprüden geçerek nehri aştık. Köprünün orta bölümü çöküp gitmiş, oluşan boşluk, toprakla örtülü kalaslarla kapatılmıştı. Bir süre sonra tarlalar, bağlar ve dut ağaçlarıyla kaplı geniş bir vadiye geldik. O geceyi geçirmek için Geyve köyünde mola verdik. Bir tür belediye başkanı olan köyün yöneticisi, bizi karşıladı ve konuğu olmam için ısrar etti. Çok konuşkan bir adamdı. Yakup Han'ın, Padişah'ı desteklemek için 50.000 kişilik bir ordu getireceğini haber verdi. "Nasıl gelecekler ki?" diye sordum.
Kaşgar'la ilgili pek iyi coğrafi bilgisi olmayan ev sahibimiz, "Deniz yoluyla" diye yanıtladı. Sonra bana, İran'ın Rusya'yla dost olduğunun söylendiğini, Türklerin İranlılardan nefret ettiklerini ama çarla birlik olduklarına inandıkları Rumlar dışındaki Hıristiyanlardan hoşlandıklarını açıkladı.
Geyve'den çıkılınca, vadi dairesel bir biçim alır ve en az dört bucuk kilometre çapında uzanır. Top ateşi açmaya elverişli yamaçları olan tepeler dört bir yanını çevirirler. Derinliği sadece diz boyu olan küçük Karasu Irmağı da bu bölgeden geçer ve birkaç kilometre aşağıda Sakarya'ya dökülür. Geyve Vadisi, dikkatsiz bir generale pusu kurmak için ideal bir konumdur. Doğu yönündeki çıkış, son derece sarp kenarları olan dik bir yoldadır. Batıda ise Sakarya Nehri tarafından tıkanmıştır.
"TARAKLI; BARINAKLARINA GÖTÜRÜLEN KEÇİLERİN MELEYİŞLERİ.."
Böylece yaklaşık sekiz yüz evli küçük Taraklı kasabasına vardık. Her ev, başkente giden askerlerle doluydu. Biz dar sokaklardan geçerken güneş, dorukların üzerine doğru alçalmaktaydı. Yüzlerce başıbozuk aşağıdaki ovada dörtnala koşan bir atın üstünden bir hedefe ateş ediyor; diğerleri seyircileri tehlikeye atmak pahasına tüfeklerini ellerinde döndürüyorlardı. Bu gerilla tipi askerlerle seyircilerin çok renkli giysileri, manzarayı ışığa boğuyordu. Atlıların bağırışları dağlardan yankılanıyordu. Çobanlar tarafından barınaklarına götürülen keçilerin meleyişleri uzaktaki tepelerden belli belirsiz duyuluyordu. Bu ses, sığırların böğürmesine ve aşağıdaki nehrin hışırtısına karışmaktaydı. Romantik bir tabloydu karşımızdaki. Carlista Savaşı sırasında, Bask eyaletlerindeki bazı sahneler hayalimde canlandı.
Askerler ertesi sabah, saat dörtte harekete geçtiler. Sokaklardan geçerken koro halinde türküler söylüyorlardı. Bir saat sonra dağlık bir bölgeden geçiyorduk. Granit bloklar etrafa saçılmıştı. Çok geçmeden, Sakarya'nın bir başka kolu olan küçük Göynük suyunu aşıyorduk. Burada manzara vahşiydi. Tepeler, Titanlar tarafından fırlatılmış gibi bin bir şekil almıştı. Kâh sert beyaz kayalardan yontulmuş doğal hisarlar ve mazgallar görüyordunuz; kâh kayağan taşından bir dağa yaklaşıyor, etrafa saçılmış bir kara taş bolluğuyla çevrili buluyordunuz kendinizi. Derken, iki tarafı uçurum olan bir patikada ilerlemeye başladık. Yolumuz, önümüzü gözden gizleyen kayalıkları arasında bir iplik gibi dolanıyordu.
"MUDURNU 800 KERPİÇ EVLİ BİR KASABA"
Bundan sonraki durağımız olan Mudurnu'yla aramızda dokuz saatlik bir yolculuk vardı. Yol çok dağlık bir bölgeden geçiyordu. Mudurnu köyü ya da kasabasında, 800 kerpiç ev vardı. Her ailenin beş bireyi bulunduğunu varsayarsak, bu 4000 nüfus demekti. Anadolu'nun bu yöresinde yolculuk eden bir gezgin, dükkânların yokluğunu fark etmeden geçemez. Bir sürü köyden ve kasabadan geçse de, eğer o gün pazar yoksa, hiçbir şey satın alamaz.
Bizi yolcu etmek için bir kalabalık toplanmıştı. Mudurnu'daki insanların bir İngiliz'e gösterdikleri ilgi, Londra halkının bir şempanzeye veya yeni gelen bir gorile gösterecekleri ilgiden farksızdı. Asyalıların, imalat yeteneklerimize büyük saygıları vardır. Anadolu'nun hemen bütün büyük kentlerinde İngiliz mallarıyla karşılaşabilirsiniz; Türkler İngiliz mallarını, Belçika veya Amerika'dan yollanan daha ucuz fakat daha düşük kaliteli eşyaya tercih ediyorlar.
Benimle gelen zaptiye muhteşem bir delikanlıydı. Keskin bakışları ve özenle kırpılmış bir sakalı olan, uzun boylu ve esmer bir Çerkez gözünüzün önüne getirin. Çerçeveleyen kocaman beyaz sarık da çarpıcı bir tezat yaratıyordu. Arkasında kırmızı bir şeritle çevrili yeşil bir ceket vardı. Bunun altında mavi bir yelek göze çarpıyordu. Yeşil bir pantolon ve kırmızı deri çizmeler bu kıyafeti tamamlıyordu; Kılıç ve bir tabancayla silahlanmıştı. Yolun uygun olduğu zamanlarda atına talim yaptırıyordu. Hayvanı kâh elli metre kadar dört nala koşturuyor, kâh dizginleri hızla çekerek, atı şaha kaldırıyor, sonra başka bir yöne sevk ediyor ve eyer kayışından aşağı sarkarak yere dokunuyordu. Bütün bunları çok büyük zarafet ve kolaylıkla yapıyor, atla binicisi sanki tek parçaymış izlenimini uyandırıyordu. Bu tür manevralara izin veren hafif kumluk araziyi çok geçmeden arkamızda bıraktık. Dik yamaçlı bir dağ sırasının aşılması gerekiyordu. Çamur örtüsü her an daha kalınlaşıyor atlar taşıdıkları yüklerle yamaçlara tırmanmada büyük güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Hemen hemen dikey olan bir bayırla boğuşuyorduk. Ayaklarımızın dibinde en az kırk metre derinlikte olan uçurum, insanı ürpertiyordu."
-----
1) Prof.Dr. Enver Konukçu, "Sakarya ve Gezginler", Sakarya İli Tarihi, SAÜ Yayını, C.I., Sakarya-2005, s.124-132.
Foto altları:
1) Sapanca Gölü ve Yüzevler – Hüsnü Gürsel (Sakarya Valiliği Arşivi),
2) Beşköprü – 1908 – Ed. Osman Köker,
3) Geyve Boğazı – 1940 (SBB Arşivi),
4) Geyve Genel Görünümü – 1940 – (Namık Cihan Arşivi),
5) Taraklı Genel Görünümü-1994 – Hüsnü Gürsel (Sakarya Valiliği Arşivi)
YASAL UYARI: . Portalımızda yayınlanan haberler ise, kaynak gösterilmek ve portalımızın ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.