mete
Zirve
- Mesajlar
- 1,851
- Tepkime Puanı
- 4
Osmanlının son üçyüz yılında 20.000 kişilik Devlet kadrosu içerisinde bir tek Türk asıllı memur yoktu. Devlet acemi ocaklarından yetişme devşirmeler ve Kadınlar tarafından ele geçirilmişti. Artık Türklere har Türk (eşek Türk), Edrak-ı bi idrak idraksız beyinsiz Türkler olarak hitap ediliyordu. Dönemin yabancı kaynaklı bürokratlarından Moltke dönemin padişahına aşağıdaki mektubu yazar.
MOLTKE’NİN KEHANETİ
....Moltke Türkiye hakkında ki son intibalarını ölüm tarihi olan 1891 den üç sene önce 1888 de neşretmişti. Bu tarih, Abdülhamid idaresinin en kesif devresi ve yunanlılığın yerli Rumluğu Megalo-İdea parolası ile tahrik ettiği, Rus siyasetininde, Pan-Slavizm’i ayaklandırdığı, Karadağ ve Sırp isyanlarının alıp yürüdüğü devredir. Karadağ ve Sırp isyanlarının alıp yürüdüğü devredir. Moltke o yıllarda ve Türk- Yunan 1897 savaşına dokuz, 1912 Balkan Harbine de yirmi dört sene varken Devlet-i Osmaniyenin mukadderatına dair başlıkla ve bizim için üçüncü kitabını teşkil eden eserinde bazı “kehanet”lerde bulunmuştur. Bunlar basit birer tahmin değildir: Dünyanın istikametini görebilmiş olan bir harp ve siyaset dehasının hissini iterek mantığını konuşturmasıdır.
Moltke şöyle diyordu: “- Balkanlardaki şekli sükûn, çok yakın bir istikbaldeki derin kaynaşmanın hazırlık alametidir. Osmanlı İmparatorluğunun bir Asya Devleti haline gelmesinin coğrafi hakikatı, O’nun Avrupa topraklarından atılması gayesini düşmanlarına ebedi hedef olarak telkin etmiştir. Devlet-i Osmaniye, daha Küçük Asyada tamamen istikrar sahibi olmadan, Rumelinde inkişaf etmiş, ilk büyük fütühatını orada yapmış, Macaristan ovalarına kadar sarktıktan sonradır ki, kendisini Avrupaya karşı emniyette hissetmiş ve bundan sonra Asya içerlerinde fetihlere koyulmuştur. Nitekim Timur’un Yıldırım Bayazıt’la yaptığı savaşlardan sonra, Osmanlı Devleti hayatiyetini elde edebilmek için de yine, Rumelindeki menbalarından istifade etmiştir.
Şayan-ı esef olan bu hakikatın Bâb-ı âli tarafından talî bir mesele halinde gözükmesidir. Bir Devletin vatanına yapacağı en şerefli hizmet tarihî mukadderatı kabul etmektir; Bugün Balkanlardaki ırklar, dinler ve milliyetler olduğu kadar, Devlet-i Osmaniyyeyi vesayet altına almış gözüken düvel-i muazzama da, Türklerin Balkanlarda daha uzun zaman kalmasına imkân vermemek kararı kat’îsinde gözükmektedirler. Bu hal karşısında Türk hükümetine düşen aslî vazife, Türklüğün asıl ve öz kaynağı olduğunu bir menba-ı feyyaz halinde nebean ettiğine gözlerimle şahid olduğum Anadolu’da, Türklüğün teali ve terakkisine vakf-ı ümid ve himmet etmektir. Çünkü Osmanlı anasırını teşkil eden milliyetler, ırklar ve dinler arasında, bu muazzam ve muhteşem devletin temelini teşkil eden Türkler, en az himmete nail olmuşlar ve Anadolu, en çok ihmal edilen diyar olmuştur. Harb sahalarında ölen Türkler öldükleri toprakların asıl sakinleri addedilen Türkten gayrı milliyet ve din eshabı tarafından hiç te lâyık oldukları muhabbet ve hürmetle kucaklanmamaktadırlar. Sahip olduğu fıtrî kahramanlık, zekâ, merdlik ve bilhassa vefa duygularının hayranı olduğum bu büyük Millet için temennim, kendi imkânlarını evvela kendi teali ve terakkisi için sarfetmesidir. Çünkü bu hakikati idrâk ettiği gün, bir çok fırsatlar, bu arada gafleti asla affetmiyen zaman kaybolmuş olacaktır...”
Moltke nin bu kehanetinin değerini, sadece yirmibeş senede, yarım milyon Türk çocuğunu gömerek ayrıldığımız Arab çöllerinden dönüşünde, vagonun pencerelerini sımsıkı kapıyarak başı önde İstanbul’a dönen Dördüncü Ordu Kumandanı, Bahriye Nazırı ve İttihat ve Terakki’nin Üç büyüklerinden, İttihad-ı Osmanî hayâlinin bir numaralı takipcisi Cemal Paşanın hatıralarında okuyacağız: Bir efsane uğruna harcanmış milyonların kanı ve nesillerin ümidinin hazin bedeli!..
MOLTKE’NİN KEHANETİ
....Moltke Türkiye hakkında ki son intibalarını ölüm tarihi olan 1891 den üç sene önce 1888 de neşretmişti. Bu tarih, Abdülhamid idaresinin en kesif devresi ve yunanlılığın yerli Rumluğu Megalo-İdea parolası ile tahrik ettiği, Rus siyasetininde, Pan-Slavizm’i ayaklandırdığı, Karadağ ve Sırp isyanlarının alıp yürüdüğü devredir. Karadağ ve Sırp isyanlarının alıp yürüdüğü devredir. Moltke o yıllarda ve Türk- Yunan 1897 savaşına dokuz, 1912 Balkan Harbine de yirmi dört sene varken Devlet-i Osmaniyenin mukadderatına dair başlıkla ve bizim için üçüncü kitabını teşkil eden eserinde bazı “kehanet”lerde bulunmuştur. Bunlar basit birer tahmin değildir: Dünyanın istikametini görebilmiş olan bir harp ve siyaset dehasının hissini iterek mantığını konuşturmasıdır.
Moltke şöyle diyordu: “- Balkanlardaki şekli sükûn, çok yakın bir istikbaldeki derin kaynaşmanın hazırlık alametidir. Osmanlı İmparatorluğunun bir Asya Devleti haline gelmesinin coğrafi hakikatı, O’nun Avrupa topraklarından atılması gayesini düşmanlarına ebedi hedef olarak telkin etmiştir. Devlet-i Osmaniye, daha Küçük Asyada tamamen istikrar sahibi olmadan, Rumelinde inkişaf etmiş, ilk büyük fütühatını orada yapmış, Macaristan ovalarına kadar sarktıktan sonradır ki, kendisini Avrupaya karşı emniyette hissetmiş ve bundan sonra Asya içerlerinde fetihlere koyulmuştur. Nitekim Timur’un Yıldırım Bayazıt’la yaptığı savaşlardan sonra, Osmanlı Devleti hayatiyetini elde edebilmek için de yine, Rumelindeki menbalarından istifade etmiştir.
Şayan-ı esef olan bu hakikatın Bâb-ı âli tarafından talî bir mesele halinde gözükmesidir. Bir Devletin vatanına yapacağı en şerefli hizmet tarihî mukadderatı kabul etmektir; Bugün Balkanlardaki ırklar, dinler ve milliyetler olduğu kadar, Devlet-i Osmaniyyeyi vesayet altına almış gözüken düvel-i muazzama da, Türklerin Balkanlarda daha uzun zaman kalmasına imkân vermemek kararı kat’îsinde gözükmektedirler. Bu hal karşısında Türk hükümetine düşen aslî vazife, Türklüğün asıl ve öz kaynağı olduğunu bir menba-ı feyyaz halinde nebean ettiğine gözlerimle şahid olduğum Anadolu’da, Türklüğün teali ve terakkisine vakf-ı ümid ve himmet etmektir. Çünkü Osmanlı anasırını teşkil eden milliyetler, ırklar ve dinler arasında, bu muazzam ve muhteşem devletin temelini teşkil eden Türkler, en az himmete nail olmuşlar ve Anadolu, en çok ihmal edilen diyar olmuştur. Harb sahalarında ölen Türkler öldükleri toprakların asıl sakinleri addedilen Türkten gayrı milliyet ve din eshabı tarafından hiç te lâyık oldukları muhabbet ve hürmetle kucaklanmamaktadırlar. Sahip olduğu fıtrî kahramanlık, zekâ, merdlik ve bilhassa vefa duygularının hayranı olduğum bu büyük Millet için temennim, kendi imkânlarını evvela kendi teali ve terakkisi için sarfetmesidir. Çünkü bu hakikati idrâk ettiği gün, bir çok fırsatlar, bu arada gafleti asla affetmiyen zaman kaybolmuş olacaktır...”
Moltke nin bu kehanetinin değerini, sadece yirmibeş senede, yarım milyon Türk çocuğunu gömerek ayrıldığımız Arab çöllerinden dönüşünde, vagonun pencerelerini sımsıkı kapıyarak başı önde İstanbul’a dönen Dördüncü Ordu Kumandanı, Bahriye Nazırı ve İttihat ve Terakki’nin Üç büyüklerinden, İttihad-ı Osmanî hayâlinin bir numaralı takipcisi Cemal Paşanın hatıralarında okuyacağız: Bir efsane uğruna harcanmış milyonların kanı ve nesillerin ümidinin hazin bedeli!..