Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu
Yol hikayeleri 9 - 10. ve 11. hafta
Şiddetli yağmurlar ve hastalık!
Doğu Karadeniz, Karadeniz Bölgesi’nin en dağlık, en fazla yağış alan ve nem oranının en yüksek olduğu bölümüdür. Gazete ve televizyonlarda bu bölgedeki aşırı yağışlardan dolayı meydana gelen sel ve heyelanların bölge halkına ne kadar zarar verdiğini görmüş ve okumuşuzdur. Burada yağmur dinsin de yoluma devam edeyim deme şansınız yoktur. Şayet yağmurun dinmesini bekleyeceğim diyorsanız günleri ve haftaları gözden çıkarmanız gerekiyor. Doğu Karadeniz’de bunları yaşayacağımı bildiğimden dolayı Trabzon’dan Rize’ye gideceğim gün yağan yağmura aldırış etmeden yağmurluğumu giyinip yola çıkmaya karar veriyorum. Trabzon’da kaldığım bir hafta boyunca beni evlerinde misafir eden Öznur, babası Adil Amca ve annesi Aysel Teyze Trabzon’un çıkışına kadar bana arabalarıyla eşlik edip yolcu ediyorlar. Karadeniz’in hırçın dalgaları kayalıkları döverken çıkan sesin ritmi ve yağan yağmurun hoşurtusuyla oluşan melodiye kendimi kaptırmış pedal çevirirken bir petrol istasyonunun önünde gelişimi videoya kaydeden birini fark ediyorum. Biraz daha yaklaştığımda bu kişinin Sinek Kafe’nin sahibi Tuncay Akçair olduğunu anlıyorum. Tuncay fanatik bir Trabzonspor taraftarıdır. Beni Trabzon’un çıkışında beklemesinin çok anlamlı bir nedeni var. Yanında getirdiği poşeti açıp içinden bir Trabzonspor atkısı çıkararak bana uzatıyor ve bu atkıyı gördüğüm ilk Trabzonsporlu çocuğa vermemi istiyor. Onun bu talebini seve seve yerine getireceğime söz veriyorum ve o atkıyı özenle katlayıp çantama koyduktan sonra Rize’ye doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Yağmur gittikçe şiddetini artırıyor, giyindiğim yağmurluğun hiçbir etkisi olmadığı gibi yanımdan geçen araçların sıçrattığı suyla da sırılsıklam oluyorum. Gözlüğümün iç tarafı nefesimin sıcaklığıyla buharlaşırken dış tarafı da yağmur damlacıklarıyla kapanıp görmemi zorlaştırıyor. Asfalttaki su birikintilerine girdikçe hızım yavaşlıyor ve pedal çevirmek için daha fazla efor sarf etmem gerekiyor. Bir taraftan üşürken bir taraftan da kan ter içinde pedal çevirmeye çalışıyorum. Sürmene’’ye vardığımda bir dinlenme tesisine girip soluklanıyorum. Tesis çalışanları ve müşterilerin bana acıyarak baktıklarını hissedince ben de kendi halime gülüyorum. Bana ikram edilen bir bardak sıcak çayı içtikten sonra vakit kaybetmeden tekrar bisikletime binip, yağmura meydan okurcasına, ıslak asfaltı eze eze pedal çeviriyorum. Of, İyidere, Derepazarı derken 35 km hiç durmadan, yağmur altında pedal çevirip nihayet Rize’ye varıyorum. Rize merkezde yağmur şiddetini düşürmüş hafifçe serpiştiriyor, ben ise soğuktan tir tir titremeye başlıyorum. Birkaç hafta önce Rize’deki sel felaketinin verdiği korkuyla da dışarıda çadır kuramayacağımı biliyorum. Böyle zor durumlarda kaldığım zaman mecburen kamu kurum ve kuruluşlardan yardım istiyorum. Belediyeye giderek basın ve halkla ilişkiler müdürü Fahrettin Bey’le görüşüp kalacak yer konusunda yardımcı olmalarını istiyorum. Sağ olsun bana bir otelde yer ayırttırıyor. Otelde üzerime yapışan elbiseleri çıkartıp duş aldıktan sonra uyumak için yatağa geçiyorum. Ancak gün boyunca yağmur altında ıslandığımdan dolayı hafiften üşüyorum ve ara ara öksürüyorum. Sabaha kadar öksürmelerim ve üşümem bir türlü geçmiyor. Sabah uyandığımda sesimin kısıldığını ve tir tir titrediğimi fark ediyorum. Camdan dışarı baktığımda yağmurun devam ettiğini görünce tekrar yatağa dönüp battaniyenin altına girerek ısınmaya çalışıyorum. O gün akşama kadar otelden çıkmıyorum. Ertesi gün hava biraz açınca çıkıp çarşıda biraz dolaşıyorum. Biraz sonra telefonum çalıyor, arayan Amasra’da Barış Akarsu’nun evinde tanıştığım Hasan Güçlü.
Hasan benim Rize’de olduğumu öğrenmiş ve kendi köylerinde misafir etmek istediğini söylüyor. Öğleden sonra Hasan’la buluşuyoruz ancak onun evi Çayeli’ne bağlı Çilingir Köyü’nde olduğu için ve ben hasta bir halde pedal çeviremediğim için o gün köye gitmiyoruz. Birlikte Rize Kalesi’ni gezdikten sonra ertesi gün onların köyüne gideceğime söz verip Hasan’ı yolcu ediyorum. Akşam yemeğini belediyenin kurduğu iftar çadırında yiyip otele dönüyorum. İlk yardım çantamdan vitamin ve soğuk algınlığına iyi gelen ilaçlarımı da içip uyuyorum.
‘’Rize’de haftada iki defa yağmur yağar biri üç gün, diğeri dört gün sürer.’’
Biliyorsunuz Rize denince akla ilk gelen şey çaydır. Türkiye’deki çay üretimin neredeyse tamamı Rize’de yapılıyor. Trabzon’un Of ilçesinden Rize’ye girdiğiniz andan itibaren gördüğünüz yeşilliklerin hepsi çaylıklardır. Biz çay bahçesi diyoruz fakat orada yaşayanlar çay yetiştirdikleri alanlara çaylık diyorlar. Şehir merkezi ve yol kenarlarında onlarca çay fabrikasına rastlamak mümkün. Zaten Rize sınırları içerisinde bulunduğunuz sürece fabrikalarda işlenen çayın o ıslak kokusunu hemen hissedersiniz. Çay, bol yağış ve nem ister. Rize çay yetiştiriciliği için en ideal yerdir. Gökyüzünde kara bulutların olmadığı anlara rastlamak çok nadirdir. Hemen hemen her gün yağmur yağar. Hatta Rize’liler buna karşı çıkıp derler ki; ‘’Rize’de haftada iki defa yağmur yağar biri üç gün, diğeri dört gün sürer.’’ İnsanları da pratik zekalı ve çok komikler. Aslında çok ciddiler. İşte komik olan ise onlarla yaşadığınız komik olaylardaki ciddiyetleridir. Duyduğunuz Karadeniz fıkralarının çoğu Trabzon ve Rize’de geçer. Şiveleri ise ilçeden ilçeye, köyden köye değişir. Yüksek sesle konuşurlar ama siz bir şey anlamazsınız. Alfabedeki C ve U harflerini o kadar çok kullanırlar ki, bu harflerin Rize’li olduğunu sanırsınız. İftar çadırında yemek yerken kendi aralarında yüksek sesle konuşan bir gruba kulak misafiri oldum. İçlerinden biri ce-ci-cu diyor, diğerleri kahkalara boğuluyor. Yahu bunlar ne konuşuyor ne anlatıyor diye biraz daha kulak kabartıyorum ama ce-ci-cu’dan başka hiçbir şey anlamıyorum. Kesinlikle onların böyle konuşmasını yadırgamıyorum aksine güzel ülkemin çeşitliliğini gördüğüm için gurur duyuyorum.
Sel ve heyelanlardaki ölümler bölge halkının kaderi değil!
Neyse Çayeli’nde Hasan’la buluşmak üzere Rize’den yola çıkacağım sırada otelin önünde gördüğüm Erdem adında bir çocuğa Tuncay’ın bana emanet ettiği Trabzonspor atkısını veriyorum… Önceki gün bir çay firmasının genel müdüründen çay fabrikasında çekim yapmak için de izin istemiştim. Yolumun üzerinde o çay fabrikasına uğrayıp, çayın nasıl işlenip sofralara hazır bir hale getirilişini de fotoğraflıyorum. Ardından üç hafta önce sel ve heyelan felaketiyle 13 kişinin hayatını kaybettiği Gündoğdu ilçesine giriyorum. Aradan üç hafta geçmesine rağmen sel felaketinin en derin izlerini hala görebiliyorsunuz. Yıkılan evler, toprakla birlikte kayıp giden çay bahçeleri, çamurlar içindeki ev eşyaları ve o eşyaları ve evlerini çamurdan temizleyeme çalışan sel mağdurları… Maden ocaklarındaki göçüklerde ve grizu patlamalarındaki ölümler nasıl madencilerin kaderi değilse, Türkiye’nin en bol yağış alan bölgesindeki sel ve heyelanlardaki ölümler de o bölge halkının kaderi değil. Bütün bunlar yeterli önlem alınmadığından kaynaklanıyor…
Ateşim yüksek ve sürekli öksürüyorum!
Çayeli’nde Hasan’la buluşup Çilingir Köyü’ne gidiyoruz. Çay bahçelerinde tulum eşliğinde horon tepilecek ve ben de onları fotoğraflayacaktım. Ne yazık ki kapalı hava buna müsaade etmiyor ve çok geçmeden tekrar yağmur yağmaya başlıyor. Hasan’ın annesinin pişirdiği lezzetli yemekleri yiyip geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Sabah uyandığımızda tulumlu horonlu fotoğraf çekmek için havanın müsait olmadığını görünce artık çekimden vazgeçiyoruz ve ben Ardeşen’e doğru yağmurlu havada pedal çevirmeye devam ediyorum. Ardeşen’e vardığımda ayakta duracak halim kalmıyor. Sürekli öksürüyor, ateşimin yükseldiğini hissediyorum. Doktorumla telefonda görüştüğümde ilaçlarımı düzenli bir şekilde içip en az bir hafta dinlenmem gerektiğini söylüyor. Tanıdıklar vasıtasıyla Ardeşen’de üç gün öğretmen evinde kalıp hastalığımın geçmesini bekliyorum. Ancak ne havalar düzeliyor ne de benim hastalığım geçiyor. Dışarı çıkıp fotoğraf bile çekemiyorum. Öğretmen evinde tıkanıp kalmak canımı sıkınca daha fazla dayanamayıp bayram arifesinde bisikletime binerek yine yağmurlu havada Artvin’in Arhavi ilçesine geçiyorum.
Gürkan Genç’i duymuşsunuzdur. O da bisikletin bir ulaşım aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekmek için 3 Nisan’da Samsun’dan Japonya’ya gitmek için tek başına bisikletiyle yola çıkmıştı. Bana mail atmış eğer Arhavi’ye gidersem akrabalarını ziyaret etmemi, beni göreceklerine çok sevineceklerini söylemişti. Ben de Arhavi’de onun akrabalarını ziyaret ediyorum. Benim parasız gezdiğimi duyduklarında cebime para bile koymaya kalkışıyorlar ancak bunu kabul etmiyorum. Benimle çok yakından ilgilenip karnımı doyurduktan sonra yolcu ediyorlar.
Hopa’da kalacak yer bulamayınca yağmur altında bir o yana bir bu yana dolanıp duruyorum!
Öğleden sonra Hopa’ya vardığımda ilçe merkezinde bisikletimle birkaç tur atıyorum. Burada özellikle birkaç gün kalmak istiyorum. Çünkü Kazım Koyuncu’nun mezarını ziyaret etmek ve ailesiyle tanışmak istiyorum. Sarp Sınır Kapısı’nda çekim yapmak, bayramın nasıl bir havada geçtiğini görmek istiyorum. Ancak Hopa’da kalacak bir yer bulamıyorum. Yağmur her zamanki gibi çadır kurmama izin vermiyor, çarşıda bir o yana bir bu yana dolanıp duruyorum. Birkaç otele gidip çalışma karşılığında uyumam için yer vermelerini istiyorum kabul etmiyorlar. Ne yapacağımı şaşırmış ve çaresiz bir vaziyette kara kara düşünürken basın danışmanlığımı yapan Ebru Satır’ı, müzisyen olan yakın dostum Volkan Doğan Kayıkçı’yı ve Habertürk’ün spor müdürü Erdem Erol’u arıyorum. Üçü de on dakika sonra seni ararız deyip bana kalacak yer bulmaya çalışıyorlar. İlk arayan Erdem abi oluyor. Hopa’daki Doğu Matbaası’nın sahibi ve gazeteci Yüksel Yeğin’in beni misafir etmek için beklediğini söylüyor. Sonra Ebru arıyor o da arkadaşıyla görüşmüş ailesinin beni misafir edebileceğini ama köylerinin 20 km uzakta olduğunu söylüyor. Son olarak Doğan arıyor o da Kazım Koyuncu’nun kardeşi Niyazi’yle görüşmüş fakat ailesinin şehir dışında olduğunu döndüklerinde beni misafir edebileceklerini söylüyor. O an en mantıklı olan Erdem abinin önerisi oluyor. Çünkü hava kararmış ve benim acilen sığınacak bir yere geçmem gerekiyor. Hemen Doğu Matbaası’na gidip Yüksel Yeğin’le buluşuyorum ve iki gün onun misafiri oluyorum…
Gürcistan’a pasaportsuz kaçak giriş yapıyorum!
Bayramın ilk günü hava biraz açınca bisikletime binerek Sarp Sınır Kapısı’na doğru yola çıkıyorum. Hep televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz sınır kapılarındaki kilometrelerce uzunluğundaki tır kuyruklarıyla karşılaşıyorum. Bayramı aileleriyle geçirmeleri gereken aile babalarının ekmek parası için günlerce bu kuyruklarda bekleyişlerine şahit oluyorum. Kimisi şoför mahallinde başını ellerinin arasına almış uykulu gözlerle sıranın kendisine gelmesini beklerken, kimisi de tünelin içinde iskemlesini kurmuş, tırın ön tekerleklerinin yanındaki küçük bagajı sehpa yaparak yemek pişirmek için sebze doğruyor. Tır katarlarını geçip sınır kapısına ulaştığımda Gürcistan’a girmek için sıra bekleyenlerin sadece tır şoförleri olmadığını anlıyorum. Yüzlerce kişi ellerinde pasaportları sıranın bir an önce kendilerine gelmelerini sabırsızlıkla bekliyorlar. Kapı o kadar kalabalık ki güvenlik görevlileri bu kalabalık kitleyi düzgün sıraya koymak için güçlük çekiyorlar. Madem buraya kadar gelmişim o halde bir ayağım Türkiye’de bir ayağım Gürcistan’da sınırın tam ortasında bir fotoğraf çekileyim diyorum. Fakat yanımda pasaportum olmadığı için bunu yapmamın imkansız olduğunu da biliyorum. Ne yapıp edip karşıya geçmem gerekiyor diyorum ve o kargaşadan yararlanıp birinci kapıyı çaktırmadan geçiyorum. İkinci kapıya vardığımda yine kalabalığın arasından bir şekilde sıyrılıp geçiyorum. Evet, artık üçüncü kapıya geliyorum. Bu kapıyı geçtiğim anda Gürcistan sınırlarına girmiş olacağım. Yalnız burayı geçmem biraz zor, çünkü güvenlik görevlisi sayısı fazla ve onların dalgın olduğu bir anı yakalamam gerekiyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; sınır kapısında fotoğraf çekmek yasak. Elinizde fotoğraf makinasının olduğunu gördükleri anda hemen uyarıyorlar. Ben de makinamı çantamdan henüz çıkarmamışım. Bir anda güvenlik görevlisinin dalgınlığında faydalanıp bisikletimin pedallarını hızlı bir hareketle çeviriyorum ve o üçüncü kapıyı geçerek Gürcistan sınırlarına giriyorum. Henüz elimi çantama atıp makinamı çıkarmadan güvenlik görevlisine yakalanıyorum. Heyecandan kalbim küt küt atarken bakın aramızda nasıl bir diyalog geçiyor.
- Heyy!
- Efendim!
- Türk müsün?
- Evet.
- Pasaport?
- Abi pasaport yok.
- Nasıl pasaport yok, ne işin var burada, nasıl geldin buraya kadar?
- Abi gözünü seveyim bak İstanbul’dan buraya bisikletle geldim. Şuracıkta bir fotoğraf çekilip çıkacam.
- Lan manyak mısın sen, hem pasaport yok hem de fotoğraf çekip çıkacam diyorsun.
- Abi gözünün yağını yiyim, sadece bir fotoğraf.
- (kolumdan tutup çekerek) gel lan buraya.
- Abi fotoğraf, sınır, ka…
- Bak hala fotoğraf diyor.
- Abi fot…
- (beni zorla geri çekerek) başımı belaya mı sokacan lan! S.tir git buradan.
- ....
- Bla bla bla…
Sıra bekleyen pasaportlu vatandaşların şaşkın bakışları arasında saniyeler içerisinde yaka paça sınır dışı ediliyorum. Sınırın tam orta yerinde fotoğraf çekilemiyorum ancak bisikletimle sınırları aştığım için kendimle gereksiz! bir gurur duyarak kapıdan biraz uzak bir yerde fotoğraf çekiliyorum…
Kimi seversek erken terk ediyor bizi
Sarp Sınır Kapısı’ndan Kazım Koyuncu’nun doğduğu ve mezarının bulunduğu Hopa’ya bağlı Sugören köyüne gidiyorum. Köylüler Kazım’ın annesi ve babasının yaşadığı evi gösteriyorlar. Ancak evde kimse olmadığı için oradaki bir köy kahvehanesinde oturup bekliyorum. Kazım Koyuncu’yu hepiniz tanıyorsunuzdur. Tanımasanız bile vapurda, otobüste, markette, sokakta herhangi bir yerde mutlaka bir şarkısını, türküsünü dinlemişsinizdir. O da Çernobilin azizliğine uğramış her Karadenizli gibi talihsizdi. Televizyon ekranlarında çay içen, yabancıların radyasyonlu diye almadığı; elde kalan fındıkları okullarda dağıtanların kurbanı oldu. Bu memleketin en yeşil dağlarının, en kara bulutlarının, en deli dalgaların çocuklarının kalbine, nefesine, içtikleri suya zehirli ellerle dokunanların kurbanı. Kazım gibi nice çocuklarını yitirdi Karadeniz ve biz sadece arkalarından onların gidişlerine baktık. Buradaki ölümler ansızın bastıran bir yağmur gibi, kendince vakti gelen bir ölüm değil, ağır bir cinayettir. Ve hala bu cinayetler için temeller kazılıyor Karadeniz’de, doğa yok ediliyor, canlılar ölüyor biz ise sadece izliyoruz. Yükseltemiyoruz sesimizi, engel olamıyoruz bunlara… Oysa hepimizden daha umutluydu Kazım, dünyanın pisliğine karşı; gitarıyla, şarkılarıyla, duruşuyla en güzel ‘’hayır’’ diyen oydu. İçimizden biriydi. Sadece Karadenizlileri değil, farklı yörelerden, başka kültürlerden insanları bile bir araya getirebilecek kadar koca bir yüreği olan şair ceketli çocuktu Kazım. Bir yumruk gibi boğazımda düğümleniyor kelimeler, ellerimin titremesine engel olamıyorum onu anlatırken. Işık, umut, sevgi, güzel olan her şey vardı onda. Ama kimi sevsek erken terk ediyor bizi. Ölüm sana hiç yakışmadı be Kazım, vay ‘’ölüm sen ölesin’’
‘’Aradan beş yıl geçti alışamadık yokluğuna’’
Köy kahvehanesinde Kazım’ın abisi Hüseyin Koyuncu’yla buluşup Kazım’ın mezarına gidiyoruz. Akşam’da Hüseyin abi beni evine götürüyor. Annesi ve babası geç geldiği için o akşam onları göremiyorum. Ertesi sabah Cavit amca ve Hüsniye teyzeyi evlerinde ziyaret ederek ellerini öpüp bayramlarını kutluyorum. Hüsniye teyze oğlunun odasını gösteriyor bana, aldığı ödüller, okuduğu kitaplar, giyindiği kıyafetler ona ait ne varsa duruyor odasında. Evin duvarları Kazım Koyuncu fotoğraflarıyla süslü. Hüsniye teyze; ‘’Aradan beş yıl geçti alışamadık yokluğuna, fotoğrafları ve eşyalarıyla avunmaya çalışıyorum ama olmuyor, yüreğime oturuyor her şey’’ diyor. Cavit amca ise oğlunun verdiği toplumsal mücadelelerden bahsediyor, sokak çocuklarını anlatıyor. ‘’Geri kalmış ülkelerin en büyük sorunlarından biri sokaklarda zayi olan çocuklardır. Bizim çocuklarımızdır onlar, ne büyük ızdıraplar çekiyorlar sokaklarda ama kimse bilmiyor. Bu çocuklara devletin sahip çıkması lazım. Benim canım nasıl Kazım için yanıyorsa aynı zamanda onlar içinde yanıyor.’’ Diyor.
Cavit amca ve Hüsniye teyze her fırsatta oğullarının mezarını ziyarete gidiyorlar. Bugün ben de onlarla birlikte bir kez daha Yeşilköy’deki anıt mezara gidiyorum. Yüksek bir yerde, doğayla iç içe, muhteşem manzarası olan yemyeşil bir yerde yatıyor Kazım. Birlikte dualar okuyoruz onun için, huzur içinde uyumasını diliyoruz tanrıdan. Annesi özenle yabani otları koparıyor mezarın üzerinden, arada şefkatle okşuyor mezar taşını, sonra etrafı kontrol ediyor dağınık bir şey var mı diye. Ziyaretçisi çok olur Kazım’ın yine taze karanfiller bırakılmış toprağın üzerine. Mezardan ayrılırken Cavit amca ve Hüsniye teyze her zaman yaptıkları şeyi yapıyorlar ve son kez dokunuyorlar duvarda asılı olan oğullarının fotoğrafına…
Şehir tabelası var ama şehir görünmüyor!
Artık Hopa’dan ayrılmanın vakti geliyor. Kazım Koyuncu’nun ailesiyle vedalaşıp Artvin’in Borçka ilçesine doğru bisikletimle yol almaya devam ediyorum. En son Sinop’tan Samsun’a giderken yüksek rakımlı dağlardan ve rampalardan geçmiştim. Hopa’dan sonraki yollarım yine eskisi gibi dar virajlı ve rampalı olacak. İlk olarak 690 rakımlı Cankurtaran Geçidini tırmanıyorum. Uzun zamandır deniz seviyesinde pedal çevirdiğim için bir anda bu tırmanışı yapmam beni çok yoruyor. Ancak zirveye ulaştığımda Borçka’ya kadar neredeyse hiç pedal çevirmeden gidiyorum. Geceyi Borçka’da geçirmek istiyorum ancak Borçka Emniyetine uğradığımda burada çadır kuramazsın denilince Artvin’e geçmek zorunda kalıyorum. Sağ tarafımda Çoruh nehrini takip ederek akşam karanlığında Artvin tabelasına varıyorum. Tabelayı görüyorum fakat şehri göremiyorum. Allah Allah! Bu tabelayı yanlış yere mi dikmişler diye düşünüp etrafa bakınca gökyüzündeki yıldızların bu kadar yakın ve çok ışık verdiğini de ilk defa görüyorum. Yolda karşılaştığım insanlara Artvin’in nerede olduğunu sorduğumda bana yukarda yıldızlara benzettiğim ışıkların şehrin ışıkları olduğunu söylüyorlar. Adamlar dağın başında kale gibi bir şehir kurmuşlar. 6 km’lik virajlı ve dik yolları tırmandıktan sonra akşam 10 gibi şehir merkezine varıyorum. Oradaki insanlara nerede çadır kurabileceğimi soruyorum, onlar da bana; ‘’en az 7 km daha tırmanınca çadır kurulabilecek kamp alanına ulaşabilirsin’’ diyorlar. O saatte ve o yorgunlukta değil 7 km, 7 metre bile pedal çevirebilecek takatim kalmıyor ve gördüğüm ilk parka çadır kurmak istiyorum. O sırada yanıma bir kaç adam yaklaşıyor ve ne yapmaya çalıştığımı öğrenmek istiyorlar. Ben de burada çadır kurmak istiyorum diyorum. İçlerinden biri havanın soğuk olması ve güvenlik açısından çadır kurmamın uygun olmayacağını belirtip otelde kalmamın daha iyi olacağını tembihliyor. Ben de üzerimde hiç para olmadığını söyleyince içlerinden biri diğerlerine dönerek; ‘’bunu öğretmen evine götürün benim gönderdiğimi söyleyin para almasınlar’’ diyor. Bu takım elbiseli, kravatlı adamın kim olduğunu öğretmen evinde kaydım yapılınca öğreniyorum. Meğer bu adam DİSK’in Artvin bölge temsilcisi Selim Bilgin imiş. Rize taraflarında yediğim yağmurdan dolayı aldığım soğuk algınlığı henüz geçmediği için iki gün hiç dışarı çıkmadan Artvin öğretmen evinde dinleniyorum.
Artvin genellikle Livane ve Çoruh adıyla bilinir. İl nüfusunun çoğunluğunu Kıpkaç Türkleri ve sırasıyla Gürcü ve Lazlar oluşturur. Artvin’de Karadeniz ve Kafkas kültürü hakimdir. Kafkas kültürü Kıpkaç Türklerinde ve kısmen Gürcülerde vardır. Karadeniz kültürü ise Laz, Hemşinli ve Gürcülerde vardır. Mısır unu yaygın kullanılır. Ayrıca kıyıda hamsinin her çeşidi tüketilir. Kara lahana Artvin’de özellikle Gürcü ve Lazlarda vazgeçilmez bir üründür. Yöresel çalgılar; tulum, akordeon ve Karadeniz kemençesidir. Artvin yöresinde adı Artvin Barı olan ancak Atatürk’e ithafen adı Atabarı olarak değiştirilen halk oyunu Artvin ile özdeşleşmiştir. Artvin’in simgesi boğadır. Her yıl geleneksel boğa güreşleri festivali yapılır. Artvin’deki Kafkasor yaylasında düzenlenen Kafkasor Festivali ise bunların içinde en ünlüsüdür.
Dağ başında susuz kalınınca ne yapılır?
Artvin’den doğu illerine gidebilmek için tırmanılması gereken 15 km’lik bir Varyant yokuşu var. Yokuşlarda bisikletle en fazla 7 km hız yapılabiliyor. Zaten normal bir insanın yürüme hızı saatte 5-7 km arasında değişiyor. Ha bisiklete bindin ha yürüyerek gittin hiç fark etmiyor. Ancak yük fazla olduğu için bisikleti iterek gitmeye kalkışıldığında yürüme hızı da saatte 3 km’ye kadar düşebiliyor. Bacak kaslarınızdan duman çıkana kadar pedal basıp tırmanmaktan başka alternatifiniz yoktur. Varyant’ı tırmanırken çabuk yorulup çok da fazla su tükettiğim için daha yolun yarısına bile gelmeden mataramdaki bütün suları içiyorum. Dağ başında ne bir ev, ne petrol istasyonu, ne de bir dinlenme tesisi var. Yol kenarında susuz nasıl gideceğim diye kara kara düşünürken gelen yolcu otobüsünü gördüğümde kafamda bir ampul yanıyor. El etsem durmayacağını biliyorum, konuşmadan derdimi şoföre ancak işaretlerle anlatabilirdim ve sol elime matarayı alıp sağ elimle de su içme hareketi yaparak gelen otobüsün durup bana paket paket tek içimlik su vermesini sağlıyorum. Dinlenerek ve yavaş gittiğim için Varyant’ı 3.5 saatte tırmanarak bitiyorum. Varyant’ı tırmanırken sağ tarafta 251 metre yüksekliğiyle Türkiye’nin en yüksek dünyanın ise en yüksek altıncı barajı olan Deriner barajını görebilirsiniz.
Şavşat’ta karşılıksız arsasını vermek isteyen aile!
Bir kere bile pedal çevirmeye gerek duymadan Varyant yokuşundan Şavşat ve Erzurum yol ayrımına kadar iniyorum. Buradan Şavşat yoluna sapıp çok da fazla eğimli olmayan yolu takip ederek akşama doğru Şavşat’a varıyorum. Yalnız Şavşat da tıpkı Artvin gibi bir dağın yamacında olduğu için orada da 5 km’lik bir rampayı tırmanmak zorundayım. Yine nefes nefese rampayı tırmanırken yanımda bir pikap duruyor. Şoför arabanın benim tarafıma bakan camını indirip şöyle sesleniyor:
- How are you today?
- Eyvallah abi, yorgunum valla!
- Are you ok?
- Abi seninle Türkçe konuşuyorum.
- Where are you from?
- Türkiye, Muş Muşşş
- Neeeeeeeeeeeeyyyy! Muş mu?
- He ya, Muş
- Vay senin canını yiyim, ben de 15 yıl Muş’ta kaldım ha!
- Valla mı? Sen de Muş’lu musun?
- Yoo ben Şavşatlıyım ama orada çok kaldık.
- Hmm
- Dur bisikletini arabaya bindirelim, bırakmam seni bu akşam misafirimsin.
Emrah Uzun babasının memuriyetinden dolayı ailesiyle 15 yıl Muş’ta yaşamış. Kendisi 1987 yılından beri kickbox ile uğraşırken aynı zamanda İstanbul’da diş hekimliği yapıyor. Bugüne kadar sayısız maçlarda milli forma giyerek Türkiye’yi temsil etmiş ve onlarca kupa ve madalya almış. Şu an hem diş hekimliği hem de hakemlik yapıyor. Şavşat’a gelmesinin nedeni de Cevizli köyünde yaşayan annesine yeni bir ev yapıp rahat etmesini sağlamak. Bisikletimi pikapın arkasına bindirip Cevizli köyüne gidiyoruz. Yaşlı annesi misafir geldiğini görünce hemen yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Bir de Muş’lu olduğumu öğrenince beni el üstünde tutuyor. Yaşadıkları köy o kadar güzel bir yer ki, insan ömrünün sonuna kadar burada yaşamak ister. Orada bir gün kalmayı planlıyordum ancak Emrah ve annesi beni bırakmadıkları için iki gün kalıyorum. Hatta Emrah’ın annesi bana karşılığında hiç para vs. istemeden arsa vermek istiyor ama ben kabul etmiyorum. Çünkü bir şartı var. ‘’Eğer evlenirsen ve burada ev yapıp bana komşuluk yapacaksan o zaman sana arsa veririm.’’ diyor. Onların bu sıcak ilgisi karşısında mahcup olmamak elde değil. Ama maalesef yerleşik hayata geçmem biraz zor olduğu için oradaki arsaya da sahip olamayacağım…
Karadeniz Bölgesini 2799 rakımlı Sahara Dağını tırmandıktan sonra bitiriyorum
Şavşat, Karadeniz Bölgesinin en son ilçesidir. Şavşat ve Ardahan arasındaki 2799 rakımlı Sahara Dağı’nı tırmandıktan sonra Karadeniz Bölgesi’ni bitirmiş oluyorum. Bu dağ öyle kolay aşılacak bir dağ değil. Eğim bazı yerlerde yüzde 50-60 gibi görünüyor. Şavşat rampası haricinde 23 km tırmanış yapıldıktan sonra ancak Zirve’ye ulaşılabiliyor. Eğer zirveye ulaşırsam bisiklet yolculuğumun en büyük tırmanış rekorunu kırmış olacağım. Bütün cesaretimi toplayıp vitesi bire attıktan sonra pedal çevirmeye başlıyorum. Dediğim gibi eğim fazla olduğu için pedal çevirmek büyük bir işkenceye dönüşüyor. Her 100 metrede bir bisikletten inip biraz nefes aldıktan sonra tekrar pedal çevirerek yol almaya başlıyorum. Molalarımdaki mesafeleri arttırabilmek için bacak kaslarımın alışması gerekiyor. 100 metrede bir verdiğim molaları önce 150 metre sonra yavaş yavaş 300 metreye kadar çıkarıyorum. Yolda Emrah abinin bana aldığı bisküviler ve çikolataları yiyerek enerji biriktirip tekrar pedallara asılıyorum. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra yol üstünde alabalık tesisleri bulunan Laşet Restaurant’a bir mola daha veriyorum. Gelen bisikletliyi gören restaurant çalışanları yanıma gelerek hoş geldin diyorlar ve beni bahçeye davet ederek yemek ve çay ikram ediyorlar. Benim gibi parasız, hatta binlerce km yolu yürüyerek giden turistler de buraya uğradıkları için Laşet çalışanları ve yetkilileri beni gördüklerine çok da şaşırmıyorlar ve ellerinden geldiği kadarıyla yardımcı olmaya çalışıyorlar. Yemeği de yedikten sonra biriken enerjimi pedallara enjekte edip tırmanışa devam ediyorum. Bu arada Sahara Dağı’ndan önce iki dağ daha var o dağları tırmandıktan sonra Sahara’ya tırmanılıyor. Tabii bu dağlar Sahara’nın yanında tepe gibi göründüğü için onları da Sahara’ya dahil edip tek dağ diye bahsediyorum. Yolda kaynak sularına çok fazla rastladığımdan dolayı su sıkıntısı çekmiyorum. Gelen geçen arabalar beni görünce korna çalarak destek veriyorlar. Nihayet toplamda molalarla birlikte sekiz saatlik bir tırmanıştan sonra zirveye ulaşıyorum. Sahara Dağı’nın yarısı Karadeniz Bölgesine diğer yarısı ise Doğu Anadolu Bölgesine ait. Zaten bunu zirveye çıktığınızda anlayabilirsiniz. Çünkü dağın bir tarafı yemyeşil iken diğer tarafı çöl gibi sapsarıdır. Bir anda iklimin değiştiğini gözle görebilirsiniz. Ardahan’ın rakımı 1800 olduğu için Sahara’dan iniş çok da fazla uzun sürmüyor. Karadeniz Bölgesini 75 günde 2000 km pedal çevirerek tamamlamanın haklı gururunu yaşıyorum. Artık bisikletimi Ardahan’da bırakıp Trabzon’a otobüsle dönerek Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları ‘’Karadeniz’’ sergisini açmanın vakti geliyor. Ebru Satır’ın önceden telefonla yaptığı görüşmeler sonucu bisikletimi Ardahan Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne bağlı bir spor salonuna bırakıyorum. Aynı zamanda ben de bu spor salonunda üç gece kalıyorum.
Projem ilk meyvesini veriyor
Yolculuğumun 11. Haftasının tamamı ise Trabzon’da sergi hazırlıklarıyla geçiyor. Öznur yine her zamanki gibi İstanbul’dan gelerek koşuşturmalarımda bana yardımcı oluyor. Bisikletle parasız pulsuz yol gitmek yaptığım diğer işler kadar zor değil. Zihinsel yorgunluk fiziksel yorgunluktan her zaman daha zor ve ağırdır. Bir de hepsini bir arada yapmaya çalıştığımı düşünün ve neler çektiğimi artık siz tahmin edin…
Sergiden bir gün önce çok güzel bir sürprizle de karşılaşıyorum. Abim Mehmet Söylemez’in geleceğinden haberim yokken bir anda onu karşımda görüyorum. Onun gelişi ve ailemin desteğini bir kez daha yanımda hissetmem beni çok duygulandırıyor. Sergi gelirlerini bağışlayacağım Kansere Umut Vakfı’nın başkanı Mehmet Öktem ve sergi boyunca oradaki misafirlerle ilgilenecek olan Kenan’da sergi günü sabah uçağıyla İstanbul’dan geliyorlar. 25 Eylül Cumartesi günü saat 13:30’da Trabzon Sanat Evi’nde Trabzon Valisi Dr. Recep Kızılcık, Belediye Başkanı Dr Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, Trabzonspor yönetim kurulu üyesi Ergin Aydın, çevre illerden gelen yol hikayelerimin kahramanları ve çok sayıda sanatseverin katılımıyla serginin açılışını yapıyoruz. Açılışta Trabzonspor yönetim kurulu üyesi Ergin Aydın benim için özel yaptırdığı bir Trabzonspor forması hediye ediyor. Samsun’un Yakakent ilçesinde fahri hemşeri olduktan sonra Trabzon’da da fahri Trabzonsporlu oluyorum. Yardım edip misafirperverliğini gösterdiği için Karadeniz halkına buradan bir kez daha gönülden teşekkür ediyorum…
Not 1: Havaların bir anda değişmesinden sonra Doğu Anadolu Bölgesi’nin sert ve soğuk kışına yakalanmamak için bu bölgeyi çok çabuk geçmem gerekiyordu. Bu nedenle yazılara fazla vakit ayıramadım. Şu an Şırnak’tayım ve toplamda 3400 km yol katettim. Yol hikayelerimi 3 hafta geriden takip ediyorsunuz. Fırsat buldukça aradaki bu farkı daraltmaya çalışacağım. Yanımda olmasanız bile bu yolculuğu benimle birlikte yaptığınız için hepinize teşekkür ediyorum.
Levent Kılıç anısına…
Karadeniz fotoğrafları slayt gösterisi
http://vimeo.com/16066075