leventvardar
Ana Kamp
İkinci günü sabahında aslında çok da sürpriz olmayan bir durumla karşılaştık : Yağmur…
Hava oldukça kapalıydı ve yağmur yağıyordu. Hemen ilerilere baktık ama umut yoktu. Gün boyu yağmurda yol alacağımızın ilk işaretini günün ilk saatinde almıştık. Ama bu bizi yolumuzdan alıkoyamazdı. Yağmur bizi normal bir yolculuktan daha çok etkileyecekti. Çünkü çok kısa aralıklarla duruyor ve fotoğraf ve video çekiyorduk. Bu cihazları yağmurun altında kullanmak zor olacaktı.
Vakit kaybetmeden yola koyulduk. İlk durak Çamlık İstasyonu. Bu istasyonun önceki ismi aslında daha güzel: Aziziye. Adını çam ağaçlarından alan Çamlık beldesinde olduğu için ismi de sonradan Çamlık İstasyonu olarak değişmiş. Aslında buranın ilk istasyonu da değil. İlk istasyon az sonra gideceğimiz Müze’nin sınırlarında kalmış.
Birkaç kilometre ileride Çamlık Buharlı Lokomotifler Müzesi’ne geçiyoruz. Geçenlerde grupla ziyaret etiğimiz bu müze yine bizi büyülüyor. Yağmurun ve kapalı havanın getirdiği ortam, lokomotiflerin hüznünü daha ön plana çıkartmış gibi geliyor bize.
Az önce de belirttiğimiz gibi buranın en eski istasyonu şu an bu müzenin sınırlarında. Aşağıdaki resimde gördüğünüz yapılar, tümüyle orijinaline bağlı kalınarak restore edilmiş. 1856 tarihinden bugüne taşınabilen ender güzellikler bu müzede saklanıyor.
Çamlık’tan sonra raylar bizi terk edip dağların içine giriyor. Biz de bunu fırsat bilip güzel virajların tadını çıkartıyoruz. Tekrar buluşmamız çok uzun sürmüyor. Buradan sonra tüm gün bir daha ayrılmıyoruz raylardan. Bütün gün boyunca rayların hep bir-kaç metre uzağından yol alıyoruz.
Önümüzde yine büyük sayılabilecek bir istasyon var: Ortaklar.
Tüm istasyon neredeyse orijinal. Tipik İngiliz mimarisi detaylarda ortaya çıkıyor. Bizim de en çok sevdiğimiz mimari tarz bu.
Ortakla İstasyonu, iki hattı birleştiriyor. Ana hattın yanında, bir tali hat olan Söke hattına da yol buradan veriliyor. İstasyonun önünde bekleyen yolcuları görünce yaklaşan bir tren olduğunu anlıyoruz. Bunu sık yaşamamız bu bölgede yoğun bir trafik olduğunu gösteriyor.
Nitekim az sonra İzmir’den kalkan Denizli Ekspresi istasyona giriyor. Bu lokomotif aslında hiç de yabancı değil. Dün akşam Selçuk’ta tanışıp çay içtiğimiz makinist arkadaşların kullandığı lokomotif bu. Eski bir dostla karşılaşmış gibi seviniyoruz.
Trendeki görevliler ile istasyon görevlileri arasındaki şakalaşma çok hoş. Kurdukları her cümlede birbirlerini kızdırmayı amaçlıyorlar. Galiba istasyon görevlileriyle tren görevlileri arasında böyle bir tatlı çekişme hep var. Bu atışmalardaki cümleler çok seviyeli ve her birinde taş gediğinde …
Buradan sonra yine rayların yanından yolumuz devam edip, Germencik İstasyonunu buluyoruz. İnanın bu istasyonları bulmak kolay değil. İlk gün de dediğimiz gibi, yerleşim yerlerinde “istasyon” tabelaları yok. Sora sora buluyoruz çoğu zaman.
Az önce karşılaştığımız tren buradaki yolcuları da aldığından istasyon boş. Yine de İstasyon Şefi’ne merhaba demek ve fotoğraf çekmek için izin belgemizi göstermek üzere binaya giriyoruz. Nispeten yeni bir bina. Eski taş yapıların güzelliğine sahip değil.
Germencik’ten sonra artık çalışmayan bir istasyonu buluyoruz: Erbeyli İstasyonu
Küçük bir yerleşim biriminde olması kapanmasının başlıca sebebi olabilir. Binanın fotoğraf ve video çekimlerini yaparken uzaklardan gelen düdük sesi ve sonradan görünen projektörün ışığı dikkatimizi trene çevirmemize neden oluyor. Tren çok hızlı bir şekilde düdük çalarak istasyondan geçiyor. Nasıl bu kadar hızlı gittiğine şaşırıyoruz. Yine de objektifimizden kaçamıyor.
Boş istasyonda çok vakit geçirmeden bir sonraki istasyonumuz olan İncirliova’ya doğru yola çıkıyoruz. Kısa bir sürüşten sonra en beğendiğimiz ve en çok vakit geçirdiğimiz İncirliova istasyonu’na geliyoruz. Görevliler bu istasyonun 1881 yılında hizmete girdiğini anlatıyorlar. 50 yıl sonra işletme Türk’lere geçtiğinde atılan bir betona da bu önemli tarih kazınmış.
Burada bir süre kalacağız çünkü yanımızda taşıdığımız laptopun şarj kablosu arızalanıyor. Kuşadası’ndan bize yeni bir laptop getirecek olan Bülent Ayata ile burada buluşacağız.
Biz gelip geçen trenlerle ilgilenirken Bülent de istasyona geliyor. Elinde tuttuğu torba aslında bir laptop çantası. Size torba gibi gelmiş olabilir. Bülent de yağmurdan nasibin almış vaziyette. Bu lojistik destek için kendisine teşekkür ediyoruz.
İncirliova İstasyonu’nda beklediğimiz süre içerisinde gelip giden tren sayısı bizi şaşırtıyor. Görevlinin hareket izni verdiği bu trenle birlikte biz de istasyondan ayrılıyoruz. Tam bu sırada bir BMW R1150GS bize korna çalarak yaklaşıyor. Bu sürücünün Aydın’dan Ömer Günday olduğunu anlıyoruz. Bizi karşılayıp bir süre beraber yol yapmak ve eşlik etmek için buraya geldiğiniz öğreniyor ve seviniyoruz.
Yağmurlu ve kısmen serin bir havada Aydın’a giriyoruz. İlk durağımız Ömer’in sahibi olduğu 09 Aydın Pide Salonu. Aydın’dan geçen bir çok motorcunun durağı zaten bu salon. Pidelerinin lezzetiyle de oldukça ünlü. Fırının sıcaklığı, hafif nemli olan bizlere iyi geliyor. Veeee pidelerimiz hazırlanıyor
Tatlı niyetine gelen tahinli pide ise muhteşem. Hadi bakalım kimlerin ağzı sulanıyor görelim.
Orada olduğumuzu bilen bazı motorcular da bize selam vermek için uğruyorlar. Tanımayanlar için hemen belirtelim, ayakta Levent’in yanında duran Ömer. Resimde sola oturan Gökçe, sağdaki ise Burak. Bir de dişhekimi arkadaşımız uğruyor yanımıza. O da Mutlu, ama resimde yok.
Yemekten sonra, hep beraber Aydın İstasyonuna geçiyoruz. İstasyon Aydın trafiğini karşılayacak kadar büyük. 1960’ların mimari özelliklerin taşıyor. Bu yüzden midir bilinmez bize yine sevimli gelmiyor.
İstasyonda bir motorcu arkadaşımızla daha tanışıyoruz. İsmi Utku. Bu karşılamalar hoşumuza gidiyor. Aydın Garı’ndaki modern yük vagonlarının önünde bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Tripot kurduğum yer alt geçidin hemen üstü olduğundan makineyi kaybetme riskimiz oldukça yüksek. Bakmayın ngülümsediğimize. Herkesin yüreği ağzında, fotoğref makinesi düştü düşecek.
İstasyon yolcularından bir-iki foto aktarabilmek için bayanlardan izin istiyoruz. Pek hoşlarına gidiyor ama biraz da çekiniyorlar. Ne de olsa öğle yemeklerini yiyorlar.
Aydın’da biraz daha vakit geçiriyoruz. Çünkü Levent’in telsiz kablosu arızalanıyor. Ömer buna da bir çare buluyor ve kendisi de motorcu olan bir elektronikçiye gidiyoruz. Bir çay içimi sürede tamirat gerçekleşiyor.
Sonra Ömer bize şehir çıkışına kadar eşlik ediyor ve burada vedalaşıyoruz. Aydın’lı sıcak insanlara buradan da bir kez daha selamlarımızı gönderiyoruz.
Aydın çıkışından bir süre sonra yağmur yine bastırıyor ve biz bir benzin istasyonuna giriyoruz. Fırsattan istifade burada depolarımızı da dolduruyoruz. Beklentimiz yağmurun biraz azalması.
Hemen yan tarafta gördüğümüz manzaraya şaşırıyoruz. Söyleyin Allah aşkına bu kadar kabağı bir arada gördünüz mü hiç
Yağmur azalınca tekrar yola çıkıyoruz. İlk durak küçük bir istasyon olan Umurlu. Bu istasyon da kasabanın içinde olduğundan bulmak için karşılaştığımız insanlara soruyoruz. Levent istasyonda karşılaştığı ve pek sevdiği ikizlerle sohbet ederken ben de rayların karşısına geçip basıyorum deklanşöre. Bu karşıda karşıya geçmelerde umuyorum başıma bir şey gelmez. Rayların üzeri gerçekten de korkutucu…
Tam istasyondan ayrılacağımız anda yaklaşan tren için tantanlar kapanınca Levent iki tantanın arasında kaldı. Bu konumu kaçırmamak için motordan inip, soyunup, çantadan makineyı çıkartıp çektim. Levent her şey yolundaymış da arada kalmamış edasını bir an bile bozmadı.
Önümüze Beyköy İstasyonu var. Aldığımız bilgiye göre o da kapanmış. Ama biz yine de onu arayıp buluyor ve içine giriyoruz. Sarı gri renkleriyle çok hoş bir bina. Hemen önündeki asırlık ağaçla bütünleşmiş sanki. Yerdeki sarı yapraklar sonbaharın hüznünü taşımış bu eski istasyona.
Girdiğimiz her istasyonda Levent’in bir görevi daha var. O da istasyonların yerlerini elindeki GPS cihazına kaydetmek. Bu arşivini internetteki GPS gruplar ile paylaşacak.
Burada kendisinden” Bekle bizi raylar geliyoruz” fotoğrafı rica ediyorum o da beni kırmıyor.
Sonraki durağımız olan Köşk İstasyonu en çok sevdiğimiz istasyonlardan biri. Çok küçük ama bir o kadar da orijinal. Keşke bütün istasyonlar böyle olsa diyoruz. Kullanılan malzeme ve seçilen renkler bizi büyülüyor.
Ege Bölgesi’nde Tren İstasyonu denince hemen göz önüne geliveren bir görüntüsü var. Yerlerdeki mozaik taşlardan binadaki kesme taşlara kadar her bir detayını pek seviyoruz, bu şirin istasyonun. Bir de Hareket Memurunun oğlu Yunus’u. Kendinden büyük şemsiyesiyle yağmurdan korunurken, oradan oraya koşturmayı da ihmal etmiyor.
Köşk İstasyonuna veda ettikten sonra yine yollardayız. Öyle bir yağmur bastırıyor ki sığınmaktan başka çaremiz yok. BU sırada fırsattan istifade programımızı gözden geçiriyoruz. İçtiğimiz çaylarla içimizi ısıtıp tekrar yola çıkıyoruz.
Biz bir sonraki istasyona girene kadar yağmur duruyor. Burası Sultanhisar İstasyonu. Arkamızda görünen bina ise istasyonun Bekleme Salonu. Kapısına kilit vurulalı kaç yıl oldu bilmiyoruz ama onlarca yıl yolcuları soğuktan ve sıcaktan koruyan bu yapıyı da pek seviyoruz.
İstasyonları ziyaret edenler bu manzarayla sık karşılaşırlar. Neredeyse bütün küçük istasyonlarda pencereler, ilan panosu gibidir.
Artık yavaş yavaş hava kararmak üzere. Bizim ise ziyaret etmemiz gereken iki istasyon var. Yani planlamalar tutuyor. Şimdi Atça İstasyonu’ndayız. Yine oradaki yolcu sayısı, çok yakında bir trenin geleceğinin habercisi. Ancak yolcu treninden önce tüm heybetiyle istasyona giren bir yük treni, hiç gaz kesmeden ve bizi selamlayarak yoluna devam ediyor.
Atça İstasyonunda yolcularla sohbetimiz hava kararana kadar sürüyor. Herkes kendine yakın bulduğu konuda konuşuyor. Kimi trenlerden, kimi motorlardan kimi de havadan bahsediyor.
Günün son durağı Nazilli Garı. Az önce geçen trenin aldığı yolculardan sonra akşamın sessizliğine bürünen bu güzel yapı, yine bizi zamanda bir yolculuğa çıkarıyor.
Muhtemelen ilk açıldığı günden beri burada olan iki nesne hemen dikkatimizi çekiyor. Bir saat ve bir Çan. Markası dahi olmayan bu saat büyük bir ihtimalle sadece Garlara konmak için üretilmiş, diye geçiriyoruz içimizden. Yüzyıldan fazla bir zamandan bugüne sıçrama yaptıran ise hemen altlarında duran kask.
İkinci günün akşamı Nazilli’de kalacağız. Hemen bir Otel bulup yerleşiyor ve üstümüzü değişip yemeğe çıkıyoruz.
Bütün gün istasyonlarda dolaşan birileri olarak akşam yemeğini de Gar Restaurant’da yememiz kadar doğal bir şey yok.
Bir günü de böylece tamamladık. Yarın Denizli’ye doğru yola çıkacağız….
Hava oldukça kapalıydı ve yağmur yağıyordu. Hemen ilerilere baktık ama umut yoktu. Gün boyu yağmurda yol alacağımızın ilk işaretini günün ilk saatinde almıştık. Ama bu bizi yolumuzdan alıkoyamazdı. Yağmur bizi normal bir yolculuktan daha çok etkileyecekti. Çünkü çok kısa aralıklarla duruyor ve fotoğraf ve video çekiyorduk. Bu cihazları yağmurun altında kullanmak zor olacaktı.
Vakit kaybetmeden yola koyulduk. İlk durak Çamlık İstasyonu. Bu istasyonun önceki ismi aslında daha güzel: Aziziye. Adını çam ağaçlarından alan Çamlık beldesinde olduğu için ismi de sonradan Çamlık İstasyonu olarak değişmiş. Aslında buranın ilk istasyonu da değil. İlk istasyon az sonra gideceğimiz Müze’nin sınırlarında kalmış.
Birkaç kilometre ileride Çamlık Buharlı Lokomotifler Müzesi’ne geçiyoruz. Geçenlerde grupla ziyaret etiğimiz bu müze yine bizi büyülüyor. Yağmurun ve kapalı havanın getirdiği ortam, lokomotiflerin hüznünü daha ön plana çıkartmış gibi geliyor bize.
Az önce de belirttiğimiz gibi buranın en eski istasyonu şu an bu müzenin sınırlarında. Aşağıdaki resimde gördüğünüz yapılar, tümüyle orijinaline bağlı kalınarak restore edilmiş. 1856 tarihinden bugüne taşınabilen ender güzellikler bu müzede saklanıyor.
Çamlık’tan sonra raylar bizi terk edip dağların içine giriyor. Biz de bunu fırsat bilip güzel virajların tadını çıkartıyoruz. Tekrar buluşmamız çok uzun sürmüyor. Buradan sonra tüm gün bir daha ayrılmıyoruz raylardan. Bütün gün boyunca rayların hep bir-kaç metre uzağından yol alıyoruz.
Önümüzde yine büyük sayılabilecek bir istasyon var: Ortaklar.
Tüm istasyon neredeyse orijinal. Tipik İngiliz mimarisi detaylarda ortaya çıkıyor. Bizim de en çok sevdiğimiz mimari tarz bu.
Ortakla İstasyonu, iki hattı birleştiriyor. Ana hattın yanında, bir tali hat olan Söke hattına da yol buradan veriliyor. İstasyonun önünde bekleyen yolcuları görünce yaklaşan bir tren olduğunu anlıyoruz. Bunu sık yaşamamız bu bölgede yoğun bir trafik olduğunu gösteriyor.
Nitekim az sonra İzmir’den kalkan Denizli Ekspresi istasyona giriyor. Bu lokomotif aslında hiç de yabancı değil. Dün akşam Selçuk’ta tanışıp çay içtiğimiz makinist arkadaşların kullandığı lokomotif bu. Eski bir dostla karşılaşmış gibi seviniyoruz.
Trendeki görevliler ile istasyon görevlileri arasındaki şakalaşma çok hoş. Kurdukları her cümlede birbirlerini kızdırmayı amaçlıyorlar. Galiba istasyon görevlileriyle tren görevlileri arasında böyle bir tatlı çekişme hep var. Bu atışmalardaki cümleler çok seviyeli ve her birinde taş gediğinde …
Buradan sonra yine rayların yanından yolumuz devam edip, Germencik İstasyonunu buluyoruz. İnanın bu istasyonları bulmak kolay değil. İlk gün de dediğimiz gibi, yerleşim yerlerinde “istasyon” tabelaları yok. Sora sora buluyoruz çoğu zaman.
Az önce karşılaştığımız tren buradaki yolcuları da aldığından istasyon boş. Yine de İstasyon Şefi’ne merhaba demek ve fotoğraf çekmek için izin belgemizi göstermek üzere binaya giriyoruz. Nispeten yeni bir bina. Eski taş yapıların güzelliğine sahip değil.
Germencik’ten sonra artık çalışmayan bir istasyonu buluyoruz: Erbeyli İstasyonu
Küçük bir yerleşim biriminde olması kapanmasının başlıca sebebi olabilir. Binanın fotoğraf ve video çekimlerini yaparken uzaklardan gelen düdük sesi ve sonradan görünen projektörün ışığı dikkatimizi trene çevirmemize neden oluyor. Tren çok hızlı bir şekilde düdük çalarak istasyondan geçiyor. Nasıl bu kadar hızlı gittiğine şaşırıyoruz. Yine de objektifimizden kaçamıyor.
Boş istasyonda çok vakit geçirmeden bir sonraki istasyonumuz olan İncirliova’ya doğru yola çıkıyoruz. Kısa bir sürüşten sonra en beğendiğimiz ve en çok vakit geçirdiğimiz İncirliova istasyonu’na geliyoruz. Görevliler bu istasyonun 1881 yılında hizmete girdiğini anlatıyorlar. 50 yıl sonra işletme Türk’lere geçtiğinde atılan bir betona da bu önemli tarih kazınmış.
Burada bir süre kalacağız çünkü yanımızda taşıdığımız laptopun şarj kablosu arızalanıyor. Kuşadası’ndan bize yeni bir laptop getirecek olan Bülent Ayata ile burada buluşacağız.
Biz gelip geçen trenlerle ilgilenirken Bülent de istasyona geliyor. Elinde tuttuğu torba aslında bir laptop çantası. Size torba gibi gelmiş olabilir. Bülent de yağmurdan nasibin almış vaziyette. Bu lojistik destek için kendisine teşekkür ediyoruz.
İncirliova İstasyonu’nda beklediğimiz süre içerisinde gelip giden tren sayısı bizi şaşırtıyor. Görevlinin hareket izni verdiği bu trenle birlikte biz de istasyondan ayrılıyoruz. Tam bu sırada bir BMW R1150GS bize korna çalarak yaklaşıyor. Bu sürücünün Aydın’dan Ömer Günday olduğunu anlıyoruz. Bizi karşılayıp bir süre beraber yol yapmak ve eşlik etmek için buraya geldiğiniz öğreniyor ve seviniyoruz.
Yağmurlu ve kısmen serin bir havada Aydın’a giriyoruz. İlk durağımız Ömer’in sahibi olduğu 09 Aydın Pide Salonu. Aydın’dan geçen bir çok motorcunun durağı zaten bu salon. Pidelerinin lezzetiyle de oldukça ünlü. Fırının sıcaklığı, hafif nemli olan bizlere iyi geliyor. Veeee pidelerimiz hazırlanıyor
Tatlı niyetine gelen tahinli pide ise muhteşem. Hadi bakalım kimlerin ağzı sulanıyor görelim.
Orada olduğumuzu bilen bazı motorcular da bize selam vermek için uğruyorlar. Tanımayanlar için hemen belirtelim, ayakta Levent’in yanında duran Ömer. Resimde sola oturan Gökçe, sağdaki ise Burak. Bir de dişhekimi arkadaşımız uğruyor yanımıza. O da Mutlu, ama resimde yok.
Yemekten sonra, hep beraber Aydın İstasyonuna geçiyoruz. İstasyon Aydın trafiğini karşılayacak kadar büyük. 1960’ların mimari özelliklerin taşıyor. Bu yüzden midir bilinmez bize yine sevimli gelmiyor.
İstasyonda bir motorcu arkadaşımızla daha tanışıyoruz. İsmi Utku. Bu karşılamalar hoşumuza gidiyor. Aydın Garı’ndaki modern yük vagonlarının önünde bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Tripot kurduğum yer alt geçidin hemen üstü olduğundan makineyi kaybetme riskimiz oldukça yüksek. Bakmayın ngülümsediğimize. Herkesin yüreği ağzında, fotoğref makinesi düştü düşecek.
İstasyon yolcularından bir-iki foto aktarabilmek için bayanlardan izin istiyoruz. Pek hoşlarına gidiyor ama biraz da çekiniyorlar. Ne de olsa öğle yemeklerini yiyorlar.
Aydın’da biraz daha vakit geçiriyoruz. Çünkü Levent’in telsiz kablosu arızalanıyor. Ömer buna da bir çare buluyor ve kendisi de motorcu olan bir elektronikçiye gidiyoruz. Bir çay içimi sürede tamirat gerçekleşiyor.
Sonra Ömer bize şehir çıkışına kadar eşlik ediyor ve burada vedalaşıyoruz. Aydın’lı sıcak insanlara buradan da bir kez daha selamlarımızı gönderiyoruz.
Aydın çıkışından bir süre sonra yağmur yine bastırıyor ve biz bir benzin istasyonuna giriyoruz. Fırsattan istifade burada depolarımızı da dolduruyoruz. Beklentimiz yağmurun biraz azalması.
Hemen yan tarafta gördüğümüz manzaraya şaşırıyoruz. Söyleyin Allah aşkına bu kadar kabağı bir arada gördünüz mü hiç
Yağmur azalınca tekrar yola çıkıyoruz. İlk durak küçük bir istasyon olan Umurlu. Bu istasyon da kasabanın içinde olduğundan bulmak için karşılaştığımız insanlara soruyoruz. Levent istasyonda karşılaştığı ve pek sevdiği ikizlerle sohbet ederken ben de rayların karşısına geçip basıyorum deklanşöre. Bu karşıda karşıya geçmelerde umuyorum başıma bir şey gelmez. Rayların üzeri gerçekten de korkutucu…
Tam istasyondan ayrılacağımız anda yaklaşan tren için tantanlar kapanınca Levent iki tantanın arasında kaldı. Bu konumu kaçırmamak için motordan inip, soyunup, çantadan makineyı çıkartıp çektim. Levent her şey yolundaymış da arada kalmamış edasını bir an bile bozmadı.
Önümüze Beyköy İstasyonu var. Aldığımız bilgiye göre o da kapanmış. Ama biz yine de onu arayıp buluyor ve içine giriyoruz. Sarı gri renkleriyle çok hoş bir bina. Hemen önündeki asırlık ağaçla bütünleşmiş sanki. Yerdeki sarı yapraklar sonbaharın hüznünü taşımış bu eski istasyona.
Girdiğimiz her istasyonda Levent’in bir görevi daha var. O da istasyonların yerlerini elindeki GPS cihazına kaydetmek. Bu arşivini internetteki GPS gruplar ile paylaşacak.
Burada kendisinden” Bekle bizi raylar geliyoruz” fotoğrafı rica ediyorum o da beni kırmıyor.
Sonraki durağımız olan Köşk İstasyonu en çok sevdiğimiz istasyonlardan biri. Çok küçük ama bir o kadar da orijinal. Keşke bütün istasyonlar böyle olsa diyoruz. Kullanılan malzeme ve seçilen renkler bizi büyülüyor.
Ege Bölgesi’nde Tren İstasyonu denince hemen göz önüne geliveren bir görüntüsü var. Yerlerdeki mozaik taşlardan binadaki kesme taşlara kadar her bir detayını pek seviyoruz, bu şirin istasyonun. Bir de Hareket Memurunun oğlu Yunus’u. Kendinden büyük şemsiyesiyle yağmurdan korunurken, oradan oraya koşturmayı da ihmal etmiyor.
Köşk İstasyonuna veda ettikten sonra yine yollardayız. Öyle bir yağmur bastırıyor ki sığınmaktan başka çaremiz yok. BU sırada fırsattan istifade programımızı gözden geçiriyoruz. İçtiğimiz çaylarla içimizi ısıtıp tekrar yola çıkıyoruz.
Biz bir sonraki istasyona girene kadar yağmur duruyor. Burası Sultanhisar İstasyonu. Arkamızda görünen bina ise istasyonun Bekleme Salonu. Kapısına kilit vurulalı kaç yıl oldu bilmiyoruz ama onlarca yıl yolcuları soğuktan ve sıcaktan koruyan bu yapıyı da pek seviyoruz.
İstasyonları ziyaret edenler bu manzarayla sık karşılaşırlar. Neredeyse bütün küçük istasyonlarda pencereler, ilan panosu gibidir.
Artık yavaş yavaş hava kararmak üzere. Bizim ise ziyaret etmemiz gereken iki istasyon var. Yani planlamalar tutuyor. Şimdi Atça İstasyonu’ndayız. Yine oradaki yolcu sayısı, çok yakında bir trenin geleceğinin habercisi. Ancak yolcu treninden önce tüm heybetiyle istasyona giren bir yük treni, hiç gaz kesmeden ve bizi selamlayarak yoluna devam ediyor.
Atça İstasyonunda yolcularla sohbetimiz hava kararana kadar sürüyor. Herkes kendine yakın bulduğu konuda konuşuyor. Kimi trenlerden, kimi motorlardan kimi de havadan bahsediyor.
Günün son durağı Nazilli Garı. Az önce geçen trenin aldığı yolculardan sonra akşamın sessizliğine bürünen bu güzel yapı, yine bizi zamanda bir yolculuğa çıkarıyor.
Muhtemelen ilk açıldığı günden beri burada olan iki nesne hemen dikkatimizi çekiyor. Bir saat ve bir Çan. Markası dahi olmayan bu saat büyük bir ihtimalle sadece Garlara konmak için üretilmiş, diye geçiriyoruz içimizden. Yüzyıldan fazla bir zamandan bugüne sıçrama yaptıran ise hemen altlarında duran kask.
İkinci günün akşamı Nazilli’de kalacağız. Hemen bir Otel bulup yerleşiyor ve üstümüzü değişip yemeğe çıkıyoruz.
Bütün gün istasyonlarda dolaşan birileri olarak akşam yemeğini de Gar Restaurant’da yememiz kadar doğal bir şey yok.
Bir günü de böylece tamamladık. Yarın Denizli’ye doğru yola çıkacağız….