Fatma Özdirek
Ana Kamp
- Mesajlar
- 27
- Tepkime Puanı
- 0
Bir dosttan öğrenmiştim Tebriz ile Urumiye arası ulaşımın göl üzerine yapılan bir köprü ile kolaylaştığını. Hem köprüyü hem de tuz gölü üzerindeki renk oluşumlarını merak ediyor, sayesinde yolu da kısaltmayı umuyordum.
Otelden terminale bir dolmuşla ulaştık. Terminalden Urumiye'ye gitmek için otobüs araştırdık, saatleri bize uygun olmayınca dolmuşta karar kıldık. Bindiğimiz araçta iki de asker var. Biraz sonra anladık ki bayram izninde Urumiye’deki ailelerini ziyarete gidiyorlar.
İran’ın hemen her yerinde öyledir ama bu bölge Azeri bölgesi olduğu için Türk deyince akan sular durur. Kendimi buralarda Türkiye’nin doğu illerindeymişim gibi rahat hissederim, onlar böyle hissettirirler. Nasıl ki doğu illerimizde bize daima İstanbul’u sorup anlattırırlarsa, burada da Türkiye’yi sorup sorgula(tı)rlar.
Askerlerden birinin adı Şaban’mış. Biraz çekingen ama sohbeti yerinde. “Daha önce sizde Şaban adı duymamıştım, demek ki sizde de varmış” dedim. Diğeri “Yok abla. O inek Şaban’a benzediği için biz ona Şaban deriz, adı başka.” dedi. Türk televizyonlarının en yoğun izlendiği ülke İran olmalı.
Sohbet eşliğinde yol alıyoruz, gözüm de çevrede. Sanayi bölgelerini geçip sonunda göl kenarına vardık. Urumiye Gölü, bilindiği gibi bir tuz gölü. Tuzlu suyun oluşturduğu değişik renkler ve sahillerdeki beyaz doku oldukça etkileyici. Elim göğsümdeki fotograf makinesinin deklanşöründe olmasına rağmen, keskin öğle ışığı beni durduruyor. Ayrıca içinde bulunduğumuz araç da taksi değil bir dolmuş. “Şurada durur musunuz? Birkaç kare çekeyim.” diyemiyorum, gerçi desem itiraz edilmeyeceğini de biliyorum, fakat çekiniyorum yine de.
Ramanlu’ya bir buçuk saatte vardık. Arabalı vapur kuyruğu var. Bilet almak istedim, piyadelere gerek yokmuş. Atladık vapura, hemen kalktı. Asker arkadaşlar da bizimle. Hem sohbete devam ediyor, hem de gölün çevresinden büyülenmiş izliyoruz.
Buralarda hemen her yerde çay içilir. Yolcular da termosla çaylarını getirmişler ya arabalarının üstünü ya da vapurun aksesuarlarını masa yerine kullanıp sefa yapıyorlar.
Biraz ilerimizde köprü ayakları görünüyor. Asker arkadaşlara “Ben buradan Urumiye’ye köprü olduğunu duymuştum. Nerede o köprü?” diyorum, bilmiyorlar. Köprü ayakları görülüyor, fakat bağlantı yok. Demek ki daha bitmemiş diye düşünüyorum.
Kısa bir süre sonra karşı kıyıya vardık. Nasılsa bir dolmuş ya da taksi buluruz diye düşünüyorum. Şaşılası bir şey, ne taksi ne dolmuş. Sadece vapurdan inen arabalar var, onlarda da boş yer yok. Eğer boş yer olsa “Bizi Urumiye’ye bırakır mısınız?” diyerek özel arabaları da cüzi bir bedel karşılığı dolmuş ya da taksi gibi kullanacağımızı biliyorum.
Askerlerle kente doğru yürüyoruz. Çocuklara “Buralarda taksi bulamaz mıyız?” diyorum, bilmiyorlar. “Peki siz nasıl gideceksiniz?” diyorum onu da bilmiyorlar. Hay Allah! ne yapacağız şimdi? Zaman hızla akıyor. Şehre doğru gidenlere neredeyse yalvaran gözlerle bakıyorum. Sonunda bir dört çeker yanımda durdu. Sürücüsü camı açıp İngilizce “Size yardım edebilir miyim?” dedi. Türkçe “Çok sevinirim, eğer Urumiye’ye gidiyorsanız sizinle gelebilir miyiz?” dedim. “Buyurun” dedi. “Ama biz dört kişiyiz, arabaya sığabilir miyiz?”. Arka koltuktaki dosyalar, açıkta duran fotograf makinesi, çantası toparlandı ve biz arabaya sığıştık.
Arabasına konuk olduğumuz Hüseyin bey arkeoloji ve sismoloji eğitmeniymiş. Bir süre Urumiye Müzesi’nin müdürlüğünü de yapmış. Fotografa ilgimi öğrenince gölün yanında arabayı durdurup bize çevreyi anlattı. Fırsattan yararlanıp tuzun taşlarda oluşturduğu dokuyu fotograflamak için göl kıyısına indim.
Askerler terminale yakın indiler. İnerken de “Borcumuz ne?” demeyi ihmal etmediler. Hüseyin bey onlara “Size desem yüz bin ve bunu bana verseniz sevinmem ki sizin ananıza, nişanlınıza kavuşmanızın verdiği sevinç kadar.” dedi. Söz yerine, biz de kente varmıştık.
Urumiye’yi görmek istiyorum ya açıkçası kesin olarak neresini de göreceğimi bilmiyorum. Zaman da kısıtlı; aklımca merkezde iner pazar, cami, kilise belki müzeye bir göz atarız diye düşünüyordum.
Hüseyin beye “Biz yolunuzun üzerinde merkeze yakın bir yerde inelim.” dedim. Hüseyin bey baktı biz kararlı olarak şurada inelim demiyoruz. “Buraya yakın bir köy var, eğer isterseniz sizi oraya götüreyim. Fakat hanım beni bekliyordu, önce onu bir arayalım; o başının çaresine baksın.” dedi. “Olmaz öyle şey. Bizi burada bırakın, biz şehri dolaşırız.” dedim. “O Türkleri çok sever eğer sizi burada bırakırsam bana kızar.” deyip itirazlarımıza aldırmadan eşini aradı.
Dönüşte onlara uğramak şartıyla izin çıkmıştı. Şehrin içinden geçerek kıvrılan yolla yukarılara doğru çıkmaya başladık. Yanımız yöremiz tarım alanları. Hüseyin bey “Burada durup Urumiye’ye bir bakmak gerek.” dedi. Urumiye aşağılarda, üzerinde bulunduğumuz tepe ile göl arasında sessiz sakin görünüyordu.
Tepelerdeki Sır köyüne vardık. Bir Ermeni yerleşkesiymiş. 3 yy Sasani döneminden kalma bir de kilisesi var. Dıştan restorasyon geçirdiği belli. Kapısı kilitli. Hüseyin bey görevliyi bulup, kapıyı açtırdı. İçeride onarım sürüyor, iskeleler var. Ermeni köylüler Türkiye’den konuk olduğumuzu duyunca sevindiler. İkramsız bizi uğurlamak istemiyorlar, Hüseyin bey “Hanım çay hazırladı, bizi bekliyor.” dedi de vedaya izin verdiler.
Urmiye’yi izleyerek Hüseyin beylerin evine vardık. Sokakları pırıl pırıl, düzenli bir mahallede durduk. Otomatik kapı açıldı, arabayla bahçeye girdik. Nefis bir bahçe; meyve ağaçları, çiçekler ve bir o kadar güzel bir villa… Mahin hanım bizi kapıda karşılayıp eve buyur etti. Yüz yıllık tanışmışız gibi sevinçle sarıldı. “Ah keşke kızım da burada olsaydı.” dedi. Kızları Seher Tahran’da tıp okuyormuş. Havuzlu oturma salonuna geçip nefis çayları içip, tarlalarından elde ettikleri yemiş ve meyveleri yedik. Yiyemediklerimizi de bir torbaya koyup elimize tutuşturdular.
Hüseyin bey Erzurum Üniversitesine arkeoloji doktorası yapmak için başvurmuş, fakat orada arkeoloji bölümü olmadığı için gidememiş. “Ankara Üniversitelerini deneseydiniz.” dedim. “Orası çok uzak, Erzurum bizim kapı komşumuz sayılır, sık sık eve gidip gelebilirdim. Eşim hemşire, iki yıl sonra emekli olacak. Belli mi olur belki o zaman Ankara’yı denerim.” dedi.
Mahin hanım “Kusura bakmayın benim bir ziyarete gitmem gerek sizinle uzun süre kalamayacağım. Ne olur akşama bizde kalın uzun uzun konuşalım.” dedi. Kendileriyle tanışmaktan ne kadar mutlu olduğumuzu ama zamanımız olmadığı için dönmek zorunda olduğumuzu anlatmaya çalıştık. Burada bayramlarda ölü evleri ziyaret edilirmiş. Yani bayramdan bir süre önce ölenlerin aileleri. Arkadaşlarıyla bir aileye gitmek için sözleşmişler. Fotograflar çekildi, adresler alınıp verildi. Mahin hanım arabasına atladı gitti. Biz de onunla bahçeye çıkmıştık. Yanımıza verdikleri yetmez gibi ısrarları üzerine incir, elma ve cevizlerden toplayıp çantalarımıza doldurduk. Onlarda da konuk yolluksuz yolcu edilmezdi. Hüseyin bey bizi garaja götürdü. “Otobüs uzun sürer dolmuşla gidin.” dedi. Dolmuşun ücreti Tebriz terminaline kadar Taksim Kadıköy dolmuş ücretinin üçte biri.
Yavaştan gün akşama dönmekte. Yeniden araba vapurundayız. Güverte yok. Kaptan köşkünü çevreleyen minik balkona çıktık, çevreyi yukarıdan izliyoruz. Uzaklarda İlhanlılar döneminin kalıntılarından Süleyman Tahtı görülmekte yarına varamadığımız için hayıflanmaktayız. Arabalarından inmiş Acemler, Azeriler, Türkler, Kürtler, askerler, siviller… Sohbetten fırsat buldukça gölün çevresindeki mor dağlardan göle yansıyan büyülü görüntüleri ve günbatımının gölü renkten renge bulayışını fotograflamaya çalışıyoruz.
Vapur karaya yanaşınca, birkaç kare çekeyim diye sahile koştum. Binmek için vapurdan çıkacak dolmuşumuzu bekliyoruz. Bizi Tebriz’den getiren şoföre rastladık. “Hadi gidelim.” dedi. “Bizim arabamız var.” dedik. “Ben sizi burada bekliyordum, niye başka arabaya bindiniz” diye sitem etti. Hay Allah, biz nerden bilelim bu kadar zaman bizi bekleyeceğini. Gelip sizi alırım gibi bir şeyler söylemişti, lakin biz pek ihtimal vermemiştik. Neyse ki hemen müşteri buldu da vicdan azabından kurtulduk.
Tebriz’i Urumuye’ye bağlayan köprünün gölün tuzuyla başa çıkamayıp eridiğini, yine de yapım çalışmaları olduğunu öğrenmiştik. Geçenlerde internette hava fotograflarına baktım, bizim gördüğümüz ayaklardan başka kuzeyde iki yakayı birbirine bağlayan bir köprü görünüyor, fakat bir kısmı yıkık.
Terminalde Kermanşah için bilet aldık. Kent merkezine gidiş için taksi pazarlığını bir türlü tutturamıyorduk ki yine bizim sürücüyle karşılaştık. “Fiyatta anlaşalım bizi İl Gülü’ne götür.” dedik. “Para gerekmez.” dedi. “Olmaz öyle şey, madem ücretini söylemiyorsunuz biz de başka araba buluruz.” dedik. “Bin Tümen” dedi. Bırak şuraya uğur parası der gibi. Gece orada olmak keyifliydi. İl Gülü bir havuzun içinde, alt salon lokanta olarak kullanılıyor. Biz vardığımızda kapalıydı, yemek yiyemedik. Parkın dik merdivenlerinden yukarılara çıkıp kentin ışıklarını izledik. Kılık kıyafetimizden yabancı olduğumuzu anlayanların sohbetleriyle zaman geçirdik. Bu sohbetler sırasında benim canciğere kısmet çıkmış da haberimiz yokmuş. Sürücümüz ona “Kardeş senin aşın pişti!” diye takılıyor. Bu iyi haber, ele gitmeyecek bari. Nasıl olsa O da yüzyıllar öncesinin Horasan göçmenlerinin torunu. Bir çay bahçesine oturup sürücümüzün ikramı çay ve kahvelerimizi içtik. İran girişinde aldığımız Tümenler bitmek üzereydi. Yarın para bozdurmak ve çevreyi birlikte dolaşmak için onunla anlaştık.
Otele dönüyorduk ki “Telefonunuzu verir misiniz, kardeşimi arayayım.” dedi. Yetmedi “Kardeşim sizinle konuşmak istiyor.” deyip telefonu canciğere verdi. İtirazımız dinlenmedi. Biraz sonra kız kardeşlerin evindeydik. Biz gittiğimizde sakin olan ev biraz sonra gelen konuklarca dolduruldu. Erkek misafirler gelince kızlar yalan yanlış kapandı. Zira bir ay önce annelerini yitirmişler, bu nedenle ziyaretçiler çok. Babaları genç bir hatun yüzünden yıllar önce onları terketmiş. Annelerini de yitirince evde üç kız kardeş yalnız kalmasın diye bizim sürücümüzün oğlu onlarla kalmaya başlamış. Başlarına bir erkek gerekmiş. Yaşı her ne kadar küçük olsa da erkek ya halalarına ev reisliği yapıyor. Kızlardan ikisi eşlerinden ayrılınca ana evine dönmüşler. Burada da boşanmalar her geçen gün artıyormuş. En küçük kız kardeş mankenlere taş çıkartacak kadar zarif, güzelliği bir yana oturup kalkmasıyla da. Sonra öğrendik ki o da bunun farkında, gelecekten umudu, abisini ikna edebilirse Türkiye’ye gelip moda dünyasında ün kazanmakta. Bir başka kız kardeş daha varmış, ama o evliymiş. Onun sekiz yaşındaki kızı Anahita bizim gelişimize çok sevindi.
Salon oldukça büyük; bir tarafta erkekler, diğer tarafta canciğer ile kadınlar sohbette. Ben de iki ufaklıkla oynaşıyorum. Bir ara hatunların sohbetine katılayım dedim, Türkçe bilmeyen minik kız feryat etmeye başladı. Ne oluyor diye endişelendim. Meğer “O kadınlarla konuşuyor, sen de bizimle konuş.” diyormuş. Oysa o Türkçe bilmediği için Anahita ile beni dinlemekle yetiniyordu. Anahita’ya “Sen ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsun, yetmez gibi nasıl da güzel ve akıllısın.” dedim. Harflerin üstüne basa basa demez mi “Fatma hanımcığım o sizin güzel gören gözleriniz ve yüreğiniz.”. Aman Tanrım, ne denir bu söze yanıt olarak? İlerleyen dakikalarda Anahita'ya "Sen bana niye Fatma hanım diyorsun? Arkadaşlarım bana Fatma der, sen de artık benim arkadaşım oldun Fatma desen.” dedim. “Hayır efendim eğer öyle dersem size saygısızlık etmiş olurum ki siz büyüksünüz, diyemem.” dedi.
Geç saat Anahita’nın annesiyle babası geldi. Türkiye’yi iyi tanıyorlar. Tatil için Güney illerimize geliyorlarmış. Tatlılara doyuldu, sohbete doyulamadı. Yeni günün saatleri başladığında onlardan ayrılıp otelimize vardık ve paklandık. Canciğer uyudu. Benim günlüğümü yazmam gerek. Sigara olmadan da yazamayacağıma göre kapıyı kapayıp klozetin üzerine konuşlandım. Ne kadar yazdım bilmiyorum. Cebimde taşıdığım kapaklı kül tablası tıka basa dolmuş gözlerim uykusuzluktan yazdıklarımı göremez olmuştu.
Sabah uykusunu seven ben nasıl oluyorsa günün ilk ışıklarıyla kalkıyor, fotograf diye oradan oraya koştururken kendimi bir fırının önünde buluyordum. Erkekler solda, kadınlar sağda bekliyoruz. En önde olmama rağmen bir türlü ekmek alamıyorum. Erkekler alıp gidiyor, hatunlar bekliyor. Dün sabahtan beri doğru dürüst bir şey yemedim, açlık başıma vurmuş olacak ki ne oluyor diye hiddetlendim; sonuç yok. Başka bir fırına gideceğim ama bu fırının ekmeğini tercih ediyorum. Zira bu fırındaki ekmekler çakıl taşları üzerinde pişiyor ve bana daha lezzetli gibi geliyor. Ben ekmek deyip duruyorum ya İran’da bizdeki gibi ekmek bulunmaz. Çoğunlukla çeşitli boy ve incelikte pideler. Şu kadar nan istiyoruz deriz verirler. Fiyatı kaç kuruş hatırlamıyorum, sanırım yok pahasına; sonunda iki tane almayı başardım ki bize iki gün yeter. Birinin kenarından tırıklayıp, ekmekleri çantaya attım. Sabah ışığından yararlanayım diye Bağı Gülistan’a koşturdum. Birkaç kare fotograf, sonra doğru otel.
Ayaküstü kahvaltı sonrası çantaları topladık. Borcumuzu ödeyip, faturamızı aldık. Çantalarımızı akşama almak üzere otele bıraktık. Sürücümüz bizi dışarıda bekliyordu.
Havanın rengi her geçen dakika kararmakta, yağmur başladı başlayacak. Ace Kapı ilk durak. Çevresi iskelelerle çevrili, restorasyon çalışmaları var. Oradan Gök mescide geçtik. Onu bir kez daha hayranlıkla izleyip, Şairler mezarlığına gittik. Çevresinde birçok şairin kabrinin bulunduğu yere büyük bir anıt yapılmış altında çağdaş şairlerden Şehriyar sonsuz uykusunda. Mermer lahdi çevreleyen duvarlardaki şiirleri okuyup ilgiyle dolaşanları izliyoruz. Ziyaretçilerden biri Şehriyar’ın duvardaki resmine şaşılası derecede benziyor. Nasıl olduysa tanıştık, meğer yeğeniymiş. Bize kendisinin de şair olduğundan sözetti. Orada bulunanlar “Ona inanmayın, delinin tekidir.” dediler. “Merak etmeyin biz birbirimizi anlarız.” dedim.
Anıt binanın bitişiğindeki İmam Seyit Hamza Camisi ki küçük olmasına rağmen etkileyici bir mekana sahipti, içi ziyaret edilmeyip o mistik hava solunmadan geçilip gidilemezdi.
Cuma mescidi, minarelerinin havuza yansıyan görüntüleriyle daha bir etkileyiciydi. Biraz ilerisindeki özgün İran evine geçtik. Havuzu, merdiven üstü sütunları, tavan süslemesi ve vitraylarıyla zarif bir yapı. İçinde resim ve yörenin ilerigelenlerinden kalan anılar sergileniyor. Kapanmak üzereyken Doğunun en büyük ve en önemli kapalı çarşısı Tebriz Pazarına daldık. Sadece beş on işlik açık. Canciğere yazık oldu, ihtişamını görmek kısmet olmadı.
Öğrendiğimize göre burada bayramlarda bir gün izin yapılıyormuş, ilk kez bu bayram üç gün izin verilmiş. Bizde dini bayramlar en az üç gündür deyip şaşırdığımızı görenler; burada sadece yılbaşında, yani Nevruz'da uzun izin yapılır, onun dışında tüm bayram izinleri bir gündür dediler. Demek ki nereye gitsek kapalı bulmamızın nedeni bayram izninin uzamasıymış.
Dolar bozdurma faslı sinir bozucu geçti. 920 Tümen deyip 875’den bozdular. Bunu daha önce düşünüp sınırda, aslında en doğrusu bankada bozdurmalıydık.
Yağmur bir başladı pir başladı, öyle şiddetli yağıyor ki Bağlarbağını görmeden ve oradaki kahvede bir kahve içmeden Tebriz’den ayrılmak olmazdı, koşturduk lakin kahveler de kapalı.
Kermanşah’a gideceğimiz otobüsün saati yaklaşmak üzereydi. O kadar yolu aç almayalım dedik. Sürücümüz bizi kentin dışında yol üzeri lokantalarından birine götürdü. Buranın özgün yemeği abguştu seçtik. Abguşt etli nohut benzeri bir yemek. Özel bir kapta pişiyor, kabın toprak olması tercih ediliyor, şimdilerde metal kapların kullanıldığını da gördüm. Suyunu bir tasa boşaltıp içine ekmek doğrayarak çorba yerine, etiyle nohutları ezip ana yemek niyetine nane, maydanoz ve soğan gibi yeşilliklerle yeniyor.
Otelden sırt çantalarımızı alıp Kermanşah otobüsümüze yetiştik. Bu pek doyasıya görmek olmuyordu, fakat zaman da başkasına elvermiyordu. Koltuğa kıvrılıp uyumaya çalışırken beynimde Halil Cibran’ın “Biz gezginler bir günü bitirdiğimiz yerde yeni bir güne başlayamayız ve hiçbir şafak, gurubun battığı yerde bulamaz bizi.” sözcükleri terennüm ediyordu.
İstanbul, 13.03.2007 – Fatma Özdirek
Özgün halinde okuyup, fotografları izleyebilmek için:
http://fatmaozdirekiran.blogcu.com
Otelden terminale bir dolmuşla ulaştık. Terminalden Urumiye'ye gitmek için otobüs araştırdık, saatleri bize uygun olmayınca dolmuşta karar kıldık. Bindiğimiz araçta iki de asker var. Biraz sonra anladık ki bayram izninde Urumiye’deki ailelerini ziyarete gidiyorlar.
İran’ın hemen her yerinde öyledir ama bu bölge Azeri bölgesi olduğu için Türk deyince akan sular durur. Kendimi buralarda Türkiye’nin doğu illerindeymişim gibi rahat hissederim, onlar böyle hissettirirler. Nasıl ki doğu illerimizde bize daima İstanbul’u sorup anlattırırlarsa, burada da Türkiye’yi sorup sorgula(tı)rlar.
Askerlerden birinin adı Şaban’mış. Biraz çekingen ama sohbeti yerinde. “Daha önce sizde Şaban adı duymamıştım, demek ki sizde de varmış” dedim. Diğeri “Yok abla. O inek Şaban’a benzediği için biz ona Şaban deriz, adı başka.” dedi. Türk televizyonlarının en yoğun izlendiği ülke İran olmalı.
Sohbet eşliğinde yol alıyoruz, gözüm de çevrede. Sanayi bölgelerini geçip sonunda göl kenarına vardık. Urumiye Gölü, bilindiği gibi bir tuz gölü. Tuzlu suyun oluşturduğu değişik renkler ve sahillerdeki beyaz doku oldukça etkileyici. Elim göğsümdeki fotograf makinesinin deklanşöründe olmasına rağmen, keskin öğle ışığı beni durduruyor. Ayrıca içinde bulunduğumuz araç da taksi değil bir dolmuş. “Şurada durur musunuz? Birkaç kare çekeyim.” diyemiyorum, gerçi desem itiraz edilmeyeceğini de biliyorum, fakat çekiniyorum yine de.
Ramanlu’ya bir buçuk saatte vardık. Arabalı vapur kuyruğu var. Bilet almak istedim, piyadelere gerek yokmuş. Atladık vapura, hemen kalktı. Asker arkadaşlar da bizimle. Hem sohbete devam ediyor, hem de gölün çevresinden büyülenmiş izliyoruz.
Buralarda hemen her yerde çay içilir. Yolcular da termosla çaylarını getirmişler ya arabalarının üstünü ya da vapurun aksesuarlarını masa yerine kullanıp sefa yapıyorlar.
Biraz ilerimizde köprü ayakları görünüyor. Asker arkadaşlara “Ben buradan Urumiye’ye köprü olduğunu duymuştum. Nerede o köprü?” diyorum, bilmiyorlar. Köprü ayakları görülüyor, fakat bağlantı yok. Demek ki daha bitmemiş diye düşünüyorum.
Kısa bir süre sonra karşı kıyıya vardık. Nasılsa bir dolmuş ya da taksi buluruz diye düşünüyorum. Şaşılası bir şey, ne taksi ne dolmuş. Sadece vapurdan inen arabalar var, onlarda da boş yer yok. Eğer boş yer olsa “Bizi Urumiye’ye bırakır mısınız?” diyerek özel arabaları da cüzi bir bedel karşılığı dolmuş ya da taksi gibi kullanacağımızı biliyorum.
Askerlerle kente doğru yürüyoruz. Çocuklara “Buralarda taksi bulamaz mıyız?” diyorum, bilmiyorlar. “Peki siz nasıl gideceksiniz?” diyorum onu da bilmiyorlar. Hay Allah! ne yapacağız şimdi? Zaman hızla akıyor. Şehre doğru gidenlere neredeyse yalvaran gözlerle bakıyorum. Sonunda bir dört çeker yanımda durdu. Sürücüsü camı açıp İngilizce “Size yardım edebilir miyim?” dedi. Türkçe “Çok sevinirim, eğer Urumiye’ye gidiyorsanız sizinle gelebilir miyiz?” dedim. “Buyurun” dedi. “Ama biz dört kişiyiz, arabaya sığabilir miyiz?”. Arka koltuktaki dosyalar, açıkta duran fotograf makinesi, çantası toparlandı ve biz arabaya sığıştık.
Arabasına konuk olduğumuz Hüseyin bey arkeoloji ve sismoloji eğitmeniymiş. Bir süre Urumiye Müzesi’nin müdürlüğünü de yapmış. Fotografa ilgimi öğrenince gölün yanında arabayı durdurup bize çevreyi anlattı. Fırsattan yararlanıp tuzun taşlarda oluşturduğu dokuyu fotograflamak için göl kıyısına indim.
Askerler terminale yakın indiler. İnerken de “Borcumuz ne?” demeyi ihmal etmediler. Hüseyin bey onlara “Size desem yüz bin ve bunu bana verseniz sevinmem ki sizin ananıza, nişanlınıza kavuşmanızın verdiği sevinç kadar.” dedi. Söz yerine, biz de kente varmıştık.
Urumiye’yi görmek istiyorum ya açıkçası kesin olarak neresini de göreceğimi bilmiyorum. Zaman da kısıtlı; aklımca merkezde iner pazar, cami, kilise belki müzeye bir göz atarız diye düşünüyordum.
Hüseyin beye “Biz yolunuzun üzerinde merkeze yakın bir yerde inelim.” dedim. Hüseyin bey baktı biz kararlı olarak şurada inelim demiyoruz. “Buraya yakın bir köy var, eğer isterseniz sizi oraya götüreyim. Fakat hanım beni bekliyordu, önce onu bir arayalım; o başının çaresine baksın.” dedi. “Olmaz öyle şey. Bizi burada bırakın, biz şehri dolaşırız.” dedim. “O Türkleri çok sever eğer sizi burada bırakırsam bana kızar.” deyip itirazlarımıza aldırmadan eşini aradı.
Dönüşte onlara uğramak şartıyla izin çıkmıştı. Şehrin içinden geçerek kıvrılan yolla yukarılara doğru çıkmaya başladık. Yanımız yöremiz tarım alanları. Hüseyin bey “Burada durup Urumiye’ye bir bakmak gerek.” dedi. Urumiye aşağılarda, üzerinde bulunduğumuz tepe ile göl arasında sessiz sakin görünüyordu.
Tepelerdeki Sır köyüne vardık. Bir Ermeni yerleşkesiymiş. 3 yy Sasani döneminden kalma bir de kilisesi var. Dıştan restorasyon geçirdiği belli. Kapısı kilitli. Hüseyin bey görevliyi bulup, kapıyı açtırdı. İçeride onarım sürüyor, iskeleler var. Ermeni köylüler Türkiye’den konuk olduğumuzu duyunca sevindiler. İkramsız bizi uğurlamak istemiyorlar, Hüseyin bey “Hanım çay hazırladı, bizi bekliyor.” dedi de vedaya izin verdiler.
Urmiye’yi izleyerek Hüseyin beylerin evine vardık. Sokakları pırıl pırıl, düzenli bir mahallede durduk. Otomatik kapı açıldı, arabayla bahçeye girdik. Nefis bir bahçe; meyve ağaçları, çiçekler ve bir o kadar güzel bir villa… Mahin hanım bizi kapıda karşılayıp eve buyur etti. Yüz yıllık tanışmışız gibi sevinçle sarıldı. “Ah keşke kızım da burada olsaydı.” dedi. Kızları Seher Tahran’da tıp okuyormuş. Havuzlu oturma salonuna geçip nefis çayları içip, tarlalarından elde ettikleri yemiş ve meyveleri yedik. Yiyemediklerimizi de bir torbaya koyup elimize tutuşturdular.
Hüseyin bey Erzurum Üniversitesine arkeoloji doktorası yapmak için başvurmuş, fakat orada arkeoloji bölümü olmadığı için gidememiş. “Ankara Üniversitelerini deneseydiniz.” dedim. “Orası çok uzak, Erzurum bizim kapı komşumuz sayılır, sık sık eve gidip gelebilirdim. Eşim hemşire, iki yıl sonra emekli olacak. Belli mi olur belki o zaman Ankara’yı denerim.” dedi.
Mahin hanım “Kusura bakmayın benim bir ziyarete gitmem gerek sizinle uzun süre kalamayacağım. Ne olur akşama bizde kalın uzun uzun konuşalım.” dedi. Kendileriyle tanışmaktan ne kadar mutlu olduğumuzu ama zamanımız olmadığı için dönmek zorunda olduğumuzu anlatmaya çalıştık. Burada bayramlarda ölü evleri ziyaret edilirmiş. Yani bayramdan bir süre önce ölenlerin aileleri. Arkadaşlarıyla bir aileye gitmek için sözleşmişler. Fotograflar çekildi, adresler alınıp verildi. Mahin hanım arabasına atladı gitti. Biz de onunla bahçeye çıkmıştık. Yanımıza verdikleri yetmez gibi ısrarları üzerine incir, elma ve cevizlerden toplayıp çantalarımıza doldurduk. Onlarda da konuk yolluksuz yolcu edilmezdi. Hüseyin bey bizi garaja götürdü. “Otobüs uzun sürer dolmuşla gidin.” dedi. Dolmuşun ücreti Tebriz terminaline kadar Taksim Kadıköy dolmuş ücretinin üçte biri.
Yavaştan gün akşama dönmekte. Yeniden araba vapurundayız. Güverte yok. Kaptan köşkünü çevreleyen minik balkona çıktık, çevreyi yukarıdan izliyoruz. Uzaklarda İlhanlılar döneminin kalıntılarından Süleyman Tahtı görülmekte yarına varamadığımız için hayıflanmaktayız. Arabalarından inmiş Acemler, Azeriler, Türkler, Kürtler, askerler, siviller… Sohbetten fırsat buldukça gölün çevresindeki mor dağlardan göle yansıyan büyülü görüntüleri ve günbatımının gölü renkten renge bulayışını fotograflamaya çalışıyoruz.
Vapur karaya yanaşınca, birkaç kare çekeyim diye sahile koştum. Binmek için vapurdan çıkacak dolmuşumuzu bekliyoruz. Bizi Tebriz’den getiren şoföre rastladık. “Hadi gidelim.” dedi. “Bizim arabamız var.” dedik. “Ben sizi burada bekliyordum, niye başka arabaya bindiniz” diye sitem etti. Hay Allah, biz nerden bilelim bu kadar zaman bizi bekleyeceğini. Gelip sizi alırım gibi bir şeyler söylemişti, lakin biz pek ihtimal vermemiştik. Neyse ki hemen müşteri buldu da vicdan azabından kurtulduk.
Tebriz’i Urumuye’ye bağlayan köprünün gölün tuzuyla başa çıkamayıp eridiğini, yine de yapım çalışmaları olduğunu öğrenmiştik. Geçenlerde internette hava fotograflarına baktım, bizim gördüğümüz ayaklardan başka kuzeyde iki yakayı birbirine bağlayan bir köprü görünüyor, fakat bir kısmı yıkık.
Terminalde Kermanşah için bilet aldık. Kent merkezine gidiş için taksi pazarlığını bir türlü tutturamıyorduk ki yine bizim sürücüyle karşılaştık. “Fiyatta anlaşalım bizi İl Gülü’ne götür.” dedik. “Para gerekmez.” dedi. “Olmaz öyle şey, madem ücretini söylemiyorsunuz biz de başka araba buluruz.” dedik. “Bin Tümen” dedi. Bırak şuraya uğur parası der gibi. Gece orada olmak keyifliydi. İl Gülü bir havuzun içinde, alt salon lokanta olarak kullanılıyor. Biz vardığımızda kapalıydı, yemek yiyemedik. Parkın dik merdivenlerinden yukarılara çıkıp kentin ışıklarını izledik. Kılık kıyafetimizden yabancı olduğumuzu anlayanların sohbetleriyle zaman geçirdik. Bu sohbetler sırasında benim canciğere kısmet çıkmış da haberimiz yokmuş. Sürücümüz ona “Kardeş senin aşın pişti!” diye takılıyor. Bu iyi haber, ele gitmeyecek bari. Nasıl olsa O da yüzyıllar öncesinin Horasan göçmenlerinin torunu. Bir çay bahçesine oturup sürücümüzün ikramı çay ve kahvelerimizi içtik. İran girişinde aldığımız Tümenler bitmek üzereydi. Yarın para bozdurmak ve çevreyi birlikte dolaşmak için onunla anlaştık.
Otele dönüyorduk ki “Telefonunuzu verir misiniz, kardeşimi arayayım.” dedi. Yetmedi “Kardeşim sizinle konuşmak istiyor.” deyip telefonu canciğere verdi. İtirazımız dinlenmedi. Biraz sonra kız kardeşlerin evindeydik. Biz gittiğimizde sakin olan ev biraz sonra gelen konuklarca dolduruldu. Erkek misafirler gelince kızlar yalan yanlış kapandı. Zira bir ay önce annelerini yitirmişler, bu nedenle ziyaretçiler çok. Babaları genç bir hatun yüzünden yıllar önce onları terketmiş. Annelerini de yitirince evde üç kız kardeş yalnız kalmasın diye bizim sürücümüzün oğlu onlarla kalmaya başlamış. Başlarına bir erkek gerekmiş. Yaşı her ne kadar küçük olsa da erkek ya halalarına ev reisliği yapıyor. Kızlardan ikisi eşlerinden ayrılınca ana evine dönmüşler. Burada da boşanmalar her geçen gün artıyormuş. En küçük kız kardeş mankenlere taş çıkartacak kadar zarif, güzelliği bir yana oturup kalkmasıyla da. Sonra öğrendik ki o da bunun farkında, gelecekten umudu, abisini ikna edebilirse Türkiye’ye gelip moda dünyasında ün kazanmakta. Bir başka kız kardeş daha varmış, ama o evliymiş. Onun sekiz yaşındaki kızı Anahita bizim gelişimize çok sevindi.
Salon oldukça büyük; bir tarafta erkekler, diğer tarafta canciğer ile kadınlar sohbette. Ben de iki ufaklıkla oynaşıyorum. Bir ara hatunların sohbetine katılayım dedim, Türkçe bilmeyen minik kız feryat etmeye başladı. Ne oluyor diye endişelendim. Meğer “O kadınlarla konuşuyor, sen de bizimle konuş.” diyormuş. Oysa o Türkçe bilmediği için Anahita ile beni dinlemekle yetiniyordu. Anahita’ya “Sen ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsun, yetmez gibi nasıl da güzel ve akıllısın.” dedim. Harflerin üstüne basa basa demez mi “Fatma hanımcığım o sizin güzel gören gözleriniz ve yüreğiniz.”. Aman Tanrım, ne denir bu söze yanıt olarak? İlerleyen dakikalarda Anahita'ya "Sen bana niye Fatma hanım diyorsun? Arkadaşlarım bana Fatma der, sen de artık benim arkadaşım oldun Fatma desen.” dedim. “Hayır efendim eğer öyle dersem size saygısızlık etmiş olurum ki siz büyüksünüz, diyemem.” dedi.
Geç saat Anahita’nın annesiyle babası geldi. Türkiye’yi iyi tanıyorlar. Tatil için Güney illerimize geliyorlarmış. Tatlılara doyuldu, sohbete doyulamadı. Yeni günün saatleri başladığında onlardan ayrılıp otelimize vardık ve paklandık. Canciğer uyudu. Benim günlüğümü yazmam gerek. Sigara olmadan da yazamayacağıma göre kapıyı kapayıp klozetin üzerine konuşlandım. Ne kadar yazdım bilmiyorum. Cebimde taşıdığım kapaklı kül tablası tıka basa dolmuş gözlerim uykusuzluktan yazdıklarımı göremez olmuştu.
Sabah uykusunu seven ben nasıl oluyorsa günün ilk ışıklarıyla kalkıyor, fotograf diye oradan oraya koştururken kendimi bir fırının önünde buluyordum. Erkekler solda, kadınlar sağda bekliyoruz. En önde olmama rağmen bir türlü ekmek alamıyorum. Erkekler alıp gidiyor, hatunlar bekliyor. Dün sabahtan beri doğru dürüst bir şey yemedim, açlık başıma vurmuş olacak ki ne oluyor diye hiddetlendim; sonuç yok. Başka bir fırına gideceğim ama bu fırının ekmeğini tercih ediyorum. Zira bu fırındaki ekmekler çakıl taşları üzerinde pişiyor ve bana daha lezzetli gibi geliyor. Ben ekmek deyip duruyorum ya İran’da bizdeki gibi ekmek bulunmaz. Çoğunlukla çeşitli boy ve incelikte pideler. Şu kadar nan istiyoruz deriz verirler. Fiyatı kaç kuruş hatırlamıyorum, sanırım yok pahasına; sonunda iki tane almayı başardım ki bize iki gün yeter. Birinin kenarından tırıklayıp, ekmekleri çantaya attım. Sabah ışığından yararlanayım diye Bağı Gülistan’a koşturdum. Birkaç kare fotograf, sonra doğru otel.
Ayaküstü kahvaltı sonrası çantaları topladık. Borcumuzu ödeyip, faturamızı aldık. Çantalarımızı akşama almak üzere otele bıraktık. Sürücümüz bizi dışarıda bekliyordu.
Havanın rengi her geçen dakika kararmakta, yağmur başladı başlayacak. Ace Kapı ilk durak. Çevresi iskelelerle çevrili, restorasyon çalışmaları var. Oradan Gök mescide geçtik. Onu bir kez daha hayranlıkla izleyip, Şairler mezarlığına gittik. Çevresinde birçok şairin kabrinin bulunduğu yere büyük bir anıt yapılmış altında çağdaş şairlerden Şehriyar sonsuz uykusunda. Mermer lahdi çevreleyen duvarlardaki şiirleri okuyup ilgiyle dolaşanları izliyoruz. Ziyaretçilerden biri Şehriyar’ın duvardaki resmine şaşılası derecede benziyor. Nasıl olduysa tanıştık, meğer yeğeniymiş. Bize kendisinin de şair olduğundan sözetti. Orada bulunanlar “Ona inanmayın, delinin tekidir.” dediler. “Merak etmeyin biz birbirimizi anlarız.” dedim.
Anıt binanın bitişiğindeki İmam Seyit Hamza Camisi ki küçük olmasına rağmen etkileyici bir mekana sahipti, içi ziyaret edilmeyip o mistik hava solunmadan geçilip gidilemezdi.
Cuma mescidi, minarelerinin havuza yansıyan görüntüleriyle daha bir etkileyiciydi. Biraz ilerisindeki özgün İran evine geçtik. Havuzu, merdiven üstü sütunları, tavan süslemesi ve vitraylarıyla zarif bir yapı. İçinde resim ve yörenin ilerigelenlerinden kalan anılar sergileniyor. Kapanmak üzereyken Doğunun en büyük ve en önemli kapalı çarşısı Tebriz Pazarına daldık. Sadece beş on işlik açık. Canciğere yazık oldu, ihtişamını görmek kısmet olmadı.
Öğrendiğimize göre burada bayramlarda bir gün izin yapılıyormuş, ilk kez bu bayram üç gün izin verilmiş. Bizde dini bayramlar en az üç gündür deyip şaşırdığımızı görenler; burada sadece yılbaşında, yani Nevruz'da uzun izin yapılır, onun dışında tüm bayram izinleri bir gündür dediler. Demek ki nereye gitsek kapalı bulmamızın nedeni bayram izninin uzamasıymış.
Dolar bozdurma faslı sinir bozucu geçti. 920 Tümen deyip 875’den bozdular. Bunu daha önce düşünüp sınırda, aslında en doğrusu bankada bozdurmalıydık.
Yağmur bir başladı pir başladı, öyle şiddetli yağıyor ki Bağlarbağını görmeden ve oradaki kahvede bir kahve içmeden Tebriz’den ayrılmak olmazdı, koşturduk lakin kahveler de kapalı.
Kermanşah’a gideceğimiz otobüsün saati yaklaşmak üzereydi. O kadar yolu aç almayalım dedik. Sürücümüz bizi kentin dışında yol üzeri lokantalarından birine götürdü. Buranın özgün yemeği abguştu seçtik. Abguşt etli nohut benzeri bir yemek. Özel bir kapta pişiyor, kabın toprak olması tercih ediliyor, şimdilerde metal kapların kullanıldığını da gördüm. Suyunu bir tasa boşaltıp içine ekmek doğrayarak çorba yerine, etiyle nohutları ezip ana yemek niyetine nane, maydanoz ve soğan gibi yeşilliklerle yeniyor.
Otelden sırt çantalarımızı alıp Kermanşah otobüsümüze yetiştik. Bu pek doyasıya görmek olmuyordu, fakat zaman da başkasına elvermiyordu. Koltuğa kıvrılıp uyumaya çalışırken beynimde Halil Cibran’ın “Biz gezginler bir günü bitirdiğimiz yerde yeni bir güne başlayamayız ve hiçbir şafak, gurubun battığı yerde bulamaz bizi.” sözcükleri terennüm ediyordu.
İstanbul, 13.03.2007 – Fatma Özdirek
Özgün halinde okuyup, fotografları izleyebilmek için:
http://fatmaozdirekiran.blogcu.com