Kim çaldı lan cüzdanımı?
(Bir İstanbul gezisi)
İstanbul’u gezmeye geldim ya, kolay değil öyle elini kolunu sallaya, sallaya sokaklarda dolaşmak. Dikkat edeceksin, gözlerin fır, fır dönecek.
Önüm arkam sağım solum ebe der gibi olacaksın. O arada belediye çukuruna düşersen ona bir şey demem. Açsaydın gözünü.
İstanbul 40 sene önce, belki de daha önceleri yaşanası bir şehirdi.
Beyoğlu gerçekten şık elbiseli beylerin, bayanların gezdiği bir semt idi.
Galatasaray, Taksim arasındaki İstiklal caddesinde Desoto taksilerin çalıştığı zamanlarda bile hem trafikte çalışan arabalara, hem de insanlara gezecek kadar yer vardı.
Şimdi ise, ortası pislik ve inşaat artıkları, sağında solunda Suriyeli burnu akan dilenci çocuklar, onları uzaktan kontrol eden büyükleri. İş güç olmayınca da en kolay yol kapkaççılık, yankesicilik.
Allah kahretsin, yıllardır cüzdan kullanmadım, ne kadar rahattım. Kartlar çoğaldı, kimlikler çoğaldı. Bunları da pantolon cebinde bozuk para ile yan yana koyunca çabuk bozuluyorlar.
Sağından, solundan kıvrılmalar, kalkmalar başlıyor.
Bir de bozuk atıyorlar,
-Kağıt paran yok muydu da bizi bozuk yanına koydun? Tam hela kokusundan kurtulduk derken, hop başka bozuk paralar da yanı başımızda.
İstanbul’u çok severim. Benim gibi taşralılar için ye, iç, gez ve kaç.
Valla kaçmazsan seni kaçırırlar, kafayı yedirirler.
Mahallenin muhtarını bulamazsın arkadaş. Nüfus idaresine gideceksin, Google bile götüremez. Sakın güvenmeyin. Yürüyerek, sora, sora en güzel yöntem.
Gerçi İstanbul’da soracak adam da kalmadı, bilenlerin hepsi rahmetli oldu.
Yüzde bilmem kaçı bulunduğu mahalleden çıkamamış, ortalıkta başıboş dolaşan sadece Suriye’liler kalmış.
Neyse, ben yola koyuldum ama kimseye bir şey sormuyorum. Bildiğim, herkesin bildiği uluslar arası caddelerde dolaşıyorum. Buralarda kime sorsan gösterir. Alman, İngiliz, Fransız fark etmez.
Hey gidi yıllar heyy..
Galata köprüsünden Eminönü tarafına geçtim. Rahmetli Sülün Osman öldükten sonra meydan ortasında duran saati gerçekten satmış. Sordum, kimseler bilmiyor.
Cüzdan arka cebimde kabarık duruyor, içinde bir sürü kartlar, insanı zengin gösteriyor. Oturduğum zaman hep kıçıma değecek. Orada bir şeyler hissetmem lazım.
Herhangi bir yerde oturdum, hissettim, artık orasını ellememe gerek yok.
Ama kalktığında muhakkak bir kere ellerim. Elime geliyorsa her şey yolunda, yoksa işler sarpa sardı demektir. Hem de arap saçı dedikleri cinsten. Durum karmaşıklaşır, içinden çıkılır da, zor çıkılır.
Mısır çarşısı yanından sağ tarafta kalan, Hasırcılar caddesinden devamla aradaki sokaklara göz gezdirerek İMÇ’nin alt ucuna geldim.
Kalabalık içine girmediğimden ve herhangi bir yere de oturmadığımdan cüzdan hala benimle.
Zeyrek tarafına geçip, Fatih camiine kadar geldim.
“Ücretsiz hela” yazmasa gireceğim yoktu ya, prostat fazla sıkıştırmadan balast basma zamanını daha fazla geçirmek istemedim.
İsmailağa camisine kadar yetişemeyebilirdim.
Hadi saldım, gittim desem pantolon kolay kurumaz. Ön taraf ıslak, ıslak ta gezilmez ki.
Çarşamba semtine gelmişim. Beni yol nereye götürürse oraya gidiyorum.
Google’a falan bir şey sormuyorum. Yol beni tarihi bir caminin yanından aşağıya doğru, yani Haliç’e doğru götürecek. Cami ismi pek yabancı gelmedi, İsmail amcayı tanıdığımdan değil, tanıdık, bildik bir cemaatin yuvası.
Tüm mahallenin erkekleri sakallı, şalvar pantolonlu, sallaya, sallaya…
Kadınlar da yerlere kadar uzanan kara çarşaflarıyla, yeldire, yeldire geziyorlar.
Elimde fotoğraf makinesi ile beni görenler kafalarını çeviriyorlar. Sanki çok hevesliyim ben de onların fotoğraflarını çekmeye.
Sokaktan aşağıya indikçe evler biraz daha eskimiş, bakımsızlıktan. Belli ki miras yoluyla paylar iyice küçülünce kimse umursamamış, yıkılsa da apartman yaptırsak diye düşünür olmuşlar.
Yüzyıllarca iki din, üç din, beş din hepsi bir arada yaşamış da, şimdi niye insanlar birbirlerine düşman gibi bakar olmuşlar ki!
Bakıyorum, kilise ile cami yan yana. Medrese ile papaz okulu aynı sokakta. Herkes sabah olunca birbirine gülümseyerek,
-Hayırlı işler, diyor.
Onları hissettim, o günleri yaşadım.
Arada cüzdanı yokluyorum, alacak kimse yok. Yanımdan geçen selam verip geçiyor. Uzaktan beni gözüne kestirmek için bakınan kimse de yok.
Balat’ta eski ve köhne evlerde kiralar ucuz. Hala kilim ve halılar sokakta yıkanıyor, deterjanlı sular yokuş aşağıya doğru akıyor. Çocuklar ellerindeki çalı çırpı ile suların önünü kesip göl yapmaya çalışıyorlar.
Haliç kenarına indikçe birbiri ile tamamen tezat yeni bir yaşam tarzı başlıyor. Modern kafeteryalar, sokak arası ev yemekleri lokantaları, kıraathaneler, barlar yan yana sıralanmış, yeni misafirlerini bekliyorlar.
Aman cüzdana dikkat! Anlamazsınız valla bir anda nasıl gittiğini.
Sahildeki yola paralel, içerden ilerliyorum.
Kapısında iri yarı nöbetçi olan bir yere geldim, gelen giriyor, kimse de bir şey sormuyor.
Yolumu çevirdim,
-Affedersiniz, burası neresi, herkes giriyor içeriye? diye sordum.
-Fener Rum Patrikhanesi kardeş, dedi.
-Girebilir miyim, ziyaret etmek istiyorum da, dedim.
-Tabii, memnun oluruz, dedi.
İç avluya girdim, etrafıma bakıyorum. İki ya da üç katlı ahşap binalar var. Birileri gidiyor, birileri geliyor. Hepsi de gravatlı, belli ki orada çalışanlar. Kendi aralarında Rumca konuşuyorlar. Tamam işte, ne güzel.
Bizim zengin olmamızın sebebi bu zaten. Kültürel zenginlik.
Giriş kapısının karşısında yine çok eski bir kilise var. İnsanlar içeriye giriyor. Bende Allah korkusu olduğundan böyle yerlere girmeye hep çekinmişimdir. Başkasının evinde ne işim var diyerek. Girenlerin de, ya borcu vardır, ya da alacağı. Onlar ile Allahın arasındaki mesele beni ilgilendirmez.
Merak işte, kafamı uzattım içeriye.
-Buyur, dedi içeride volta atan görevli.
Ne yapsın adamcağız, on metre gidiyor, on metre dönüyor, bu görevi de huşu içerisinde yapıyor. Allahın evini bekliyor ya.
Fotoğraf makinesi boynumda, boyumu kısa gösteriyor ama ne yapayım.
Hepsi bu kadar zaten.
Hiç olmazsa şimdi duvarcı ustalarının şakuli gibi aşağıya doğru bakıyor. Eskiden göbeğimin üstünden bir sağa gidiyor, bir sola gidiyordu. Göbeğimin yuvarlaklığından duracak yer bulamıyordu zavallı makine.
Neyse, içeriye girdim. Hemen sol yanımda mumlar yanıyor. Adak adayanlar, dileklerinin olmasını isteyenler yakıyor herhalde. Arka tarafına baktım yarım, yarım bir sürü mum duruyor. Dilimin ucuna kadar geldi,
-Bunları niye söndürdünüz be kardeşim, bırak yansaydı, bitseydi mum. Kadıncağızın dilekleri yarım kalırsa ne olacak?
Onları düşünen yok tabii. Eritip yeniden döküyorlardı anlaşılan. Bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur, birkaç mumdur.
-Hoop! Erit hocam, buradan beş mum daha çıkarırız biz. Pis kapitalist düzen.
Kadıncağızın bütün dilekleri teşebbüs aşamasında kalacak. Onlar mumdan para kazanmayı düşünüyorlar.
Tabii, kilisenin içi loş ve mistik havası var. 1601 yılında buraya taşınmış. Demek ki çok daha önceleri yapılmış. Ben sağa sola bakınarak fotoğraf çekmeye çalışırken bir kadın geldi ve avuçlarını göğe doğru kaldırarak,
-Allah’ım, sen bu kiliseyi kuranları, buraya yardım edenleri koru yarabbim.
Halkların ve insanların barış içinde yaşamalarına fırsat tanı, onları kötülüklerden ve savaşlardan koru yarabbim. Sokakta dolaşan hayvanları koru onlara yardım et, yem alanlara keselerine bereket ver Allah’ım. Kedileri, köpekleri tekmeleyenlerin, onları aç bırakanların tez zamanda belasını ver yarabbim, dedi ve arkasından kocaman,
-Aminn ! dedi.
Ben de sessizce,
-Allah kabul etsin, dedim.
Ben Türkçe, onların ve bizim Allah’ımızın anlayacağı dilde dualarımı ettim, iyi dileklerde bulundum. Onlar da, ben de keyifliydim. Allah’ın her dili bildiğine inanıyordum.
İspanyol, İtalyan, Fransız da cennete gitmek için dua ediyordu. Arap, Arapça yapıyor yapıyordu duasını.
Türkçe dua eden Arap gördünüz mü acaba?
Görevimi huşu içerisinde yerine getirmenin mutluluğu ile oradan ayrıldım.
Yolum, yönüm aynı, bu yol beni Kadir Has Üniversitesinin arka tarafından Unkapanı köprüsünün oraya götürecekti.
Tam öğle saati, üniversiteli gençler sanki etrafa serpiştirilmiş gibi oturmuşlar keyif ve neşe içerisinde gençliğin de verdiği enerjiyle doymayacakmış gibi yemek yiyorlardı.
Kızlar çok konuşmaktan önlerindeki tabak hala geldiği gibi duruyor, karşılarında oturan erkekler de yemese de ben yesem açgözlülüğü ile kızın gözlerinin içine bakacağına, tabağa bakıyorlardı.
Unkapanı’nın altından geçip, durmak yok, yola devam felsefesi ile yürümeye devam ediyorum. Hasırcılar çarşısının içinden bir kez daha geçerek Mısır çarşısına girdim.
Aman Allah’ım, ne kalabalık! İlerleyemiyoruz. Önümde giden kişiye ilk değen benim fotoğraf makinesi oluyor. Onu hisseden hemen yana geçiyor.
Allah beterinden korusun yarabbim.
Bir elimle fotoğraf makinesini, diğer elimle de kıç cebimdeki cüzdanımı yokluyorum. Hala yerinde duruyor. İnşallah hiç birbirimizden ayrılmayız.
Kendime mola yeri olarak Sarayburnu’nu seçtim.
Sallana, sallana giderken en azından bir saat daha yolum var demekti. Mısır çarşısından çıktıktan sonra o kadar güzel kokular gelmeye başladı ki burnuma. Tok olan insan bile acıkır.
Kokoreç, tavuk, köfte kokuları birbirine karışmıştı. Yolda olan insanlar hangisini seçeceğini şaşırır, işte o aç tavuk gibi diyoruz ya, her tarafa saldırır gibi bakan gözler,
-Onu mu yesem, bunu mu yesem, diye birbirlerine soruyor.
Büyük posta hanenin önüne geldiğimde yolun çoğunun bittiğini anladım ve çocukluğumu tekrar hatırlayabilmem, yaşayabilmem için Sirkeci Tren garına girdim.
Sağ tarafımda bir kalabalık, “Metro” yazıyor. Boğazın altından karşıya geçecekler burayı kullanıyorlar demek ki.
Sol tarafımda kediler cirit atıyor. Kedinin biri beş tane yavrusu ile güneşte oynaşıyor, yüzleri gülüyordu.
Daha ileride bembeyaz gelinlikler içerisinde genç kız, oğlana elini öptürüyor.
Güldüm, şimdi elini öptürüyor, düğünden sonra olacakları düşünmek dahi istemedim.
Amaann ! ne halleri varsa görsünler, bana ne canım.
Eskiden bilet satılan gişelerin çoğu kapalı. İçlerinden bir tanesi açık, orada da memur sevgilisine mesaj yazıyor. Maşallah parmakları bir oraya, bir buraya dikiş makinesinin iğnesi gibi çalışıyor. Yavaş, yavaş Sarayburnu’na doğru gitme vakti geldi. Sirkeci arabalı vapur iskelesine inmeden sağa dönüp sahil yoluna girdim.
Sarayburnu’ndaki Atatürk heykelinin etrafını paravanlarla kapatmışlar. Paravandan denize doğru olan kısım ise mezbelelik dediğimiz tarzda her taraf pislik ve moloz yığını ile dolu.
İnsanların nefes aldığı, aileleri ile beraber gelebildiği, sütlü mısır ve kestane yiyebildiği tek yer olan Sarayburnu insanlarımıza kapalı.
Aşıklara kapalı. Birbirine sarılıp, kokularını içlerine çeken sevdalılara kapalı.
Ayyaşlara, berduşlara açık. Aynı Beyoğlu gibi.
İstavritçiler ucuz nafaka peşinde. Oltalar dolu, dolu geliyor. Bütün iğneler dolu.
Boğaz tam karşımda, Haliç’e giren, çıkan yolcu ve arabalı vapurlar ile motorlarının sayısı belli değil.
Her bir yolcu vapuru olsun, motoru olsun sevdalıları birbirine götürüyor, sevdaları bitenleri de meyhaneye.
Artık kim nereye giderse gitsin, benim bir tarafa gidecek halim kalmadı, yürüyecek takatim de. Artık bir yere oturup dinlenmenin zamanı gelmişti.
Gülhane, meşhur Gülhane… Gençlerin kuytu köşe aradığı yerde çalı çırpı da bırakmamışlar. Hepsini doğramışlar. Ne yapsın bu gençler. Surların üstüne çıkıp ayaklarını mı sallandırsınlar aşağıya doğru. Ayaklar aşağıda iken nasıl öpecek kızı. O ayakların birbirine paralel, düz bir zemin üzerinde uzanması lazım, arada dokunması lazım, yüreklerin çarpması lazım.
O gençlerin bütün günahları, park ve bahçeler müdürlüğünün.
İstanbul’da yeteri kadar hayvan olduğuna kanaat getirip hayvanat bahçesini de kaldırmışlar.
Sonunda oturacağım mekana ulaştım.
Boğaza karşı, Eylül ayının son günü, soğuk ve rüzgarlı hava, saçlarımı dağıtıp tepemdeki açık olan yeri kapatmak için çırpınırken, benim kafamı sağa sola çevirmemle birlikte bütün emekleri boşa gidiyordu.
Ehh, öğleni bayağı geçmişti. Kahraman bir şekilde onca kebapçının, dönercinin, dürümcünün önünden direnerek geçtim. Akşam yemeğine az kaldı, biraz daha bekleyeyim, benim büyük biraderi de çağırayım, akşam yemeğini beraber yeriz diye düşündüm.
Rüzgardan korunmuş bir yer buldum kendime. Cüzdan hala yerinde duruyordu.
İstanbul burası, gürültüsü ile, kalabalığı ile yoruyordu insanı.
Oturduğum yerde, rüzgarın ağaçlarda çıkardığı hışırtı sesiyle arada sırada başım boynuma doğru düşüyordu.
Hoop, hiçbir şey olmamış gibi yeniden toparlanıyordum. Tabii, farkında olmadan da kaykılmışım. İnşallah, birader beni bu pozisyonda yakalamaz diyorum içimden de.
-Hee, sen hala kendini genç zannediyorsun, baksana oturduğun yerde uyukluyorsun, demesin diye kulaklarım etrafı dinliyor. Her geçen çıtırtıyı duyuyorum.
Neyse, tam onun geldiği sırada uyanıktım Allah’tan, bu tür konuşmayla karşılaşmadım.
Merhaba faslından sonra, hadi yemeğe inelim dedik.
Güzelce yemeklerimizi yedik, bir gece önce yeteri kadar rakıladığımız için bu akşam sadece bira ile yetinecektik.
Onun İstanbul film ekiminde programı varmış, ben de bu arada özlediğim o İstanbul gecelerinin fotoğrafını çekmeyi düşünüyorum.
Yemek sonrası, Sirkeci garının birkaç fotoğrafını çektik. Eminönü’nden geçerken öğrencilik yıllarım aklıma geldi.
İbrahim Tatlıses inşaat ameleliğinden yeni kurtulmuş, türkünün adı “Kırmızı kurdele”, nakaratı ise “Kaytan bıyıklarımı sürsem nerelerine?”
Genç ve güzel bir kızla randevum var, vapur iskelesinin önünde buluşup, boğaz gezmeye gideceğiz. Vapurda kenarda oturduk. Her tarafı rahat görelim diye.
Allah beni kahretmesin e mi!
Ben kulağımın dibinde dakikalarca çalan türkünün (nasıl türkü ise) sadece nakarat kısmı kalmış aklımda, ben.
-“Kaytan bıyıklarımı sürsem nerelerine?” der demez, kız benden azıcık uzaklaşıp yüzüme baktı,
-“Ne diyorsun sen?” der gibilerden.
-Korkma kız, kaytan bıyık mı var bende, desem de ürktü sarı civciv bir kere.
Ondan sonra da aramız olmadı zaten.
Galata köprüsü aklıma geldi, Heybeliada’ya giderken köprüye bağlı dubalara yanaşırdı ada vapurları. Aman, bir kalkışları vardı oradan, dumanı rüzgarın yönüne göre ya Galata’ya doğru, ya da Eminönü’ne savrulurdu.
Şimdi ise her tarafı meyhane dolmuş. Sefa pezevengi bir memleket olmuşuz vesselam. Üzüldüm elbette. Hayallerimizi, gençliğimizi, hatıralarımızı aldılar bizden para kazanacağız diye.
Kış zamanı yaklaştığından Karaköy alt geçidinde esnaf dükkanlarını kapatmış, birkaç telaşlı insandan başka geçen yoktu.
1875 yılından beri çalışan Tünel tramvayı ile Beyoğlu’nun başlangıç noktasına ulaştık. Bizim muhite gelmiştik. Benim büyük birader buradan iki blok ileride oturuyordu.
Ama karşımızda dünyanın en büyük kentlerinden birinin en gözde semti değil de inşaat ve şantiye alanı ile karşı karşıya geldik.
İstiklal caddesi üzerinde lüks pastaneler, kafeteryalar, giyim kuşam mağazaları karşılıklı sıra, sıra dizilmişler, gelen geçen kişilere kendilerini beğendirmeye çalışanlar gibi ışıl, ışıl yanıyorlardı.
Galatasaray’a geldik, benim büyük biraderin yıllardır okuduğu okulun önünden ayrıldık, o sinemasına, ben de meyhanelere doğru yönelmiştim.
Eee, herkes uzman olduğu yöne doğru gayri ihtiyari yöneliyor.
Benim amacım tabii içmek değil, içenlerin fotoğrafını çekmekti.
Balıkçılar çarşısına girdim, yukarıdan aşağıya doğru sarkan ışıkların şavkında balıklar parlıyor, ye beni, ye beni diyordu.
Nevizade sokağının başında genel görünüm fotoğrafı çektim. Ohh, rakı kokuları mis gibi etrafa yayılıyor, ben de kokudan faydalanarak bedava kafayı buluyordum. Köşede bulunan barda çalışan iki genç karşımda durdu,
-Fotoğrafımızı çeker misiniz? dediler.
-Elbette, dedim.
Gençleri kırmak olmazdı.
-Fotoğrafı nasıl alacağız? dediler.
-Mail adresinizi verirseniz, gönderirim dedim.
Ama ne zaman gönderirim, Allah bilir.
St.Petersburg’da gelin ve damat ile arkadaşlarının fotoğraflarını çektim, mail adresini verdiler. Tam altı yıl sonra gönderdim.
Yoluma devam ettim, sağımdan solumdan bir sürü insan geçiyor, çarpmadan, dokunmadan geçmek imkansız gibi.
Oradan çıktıktan sonra hemen sağa saparak Rock kafelerin önünden keyifle geçtim. Çok güzel müzik yapıyorlardı ama sesleri rahatsız edici boyutta yüksekti.
Ulan, bizim zamanımızda bunlar vardı da biz mi görmedik?
Tekrar İstiklal caddesine geldim, bu sefer aynı yol üzerinden Çiçek pasajını görmeden gitmek olmazdı. Pasaja girdim, fotoğrafımı çektim,
-Şurada bir bira içeyim de eve öyle döneyim, diye aklımdan geçiriyorum.
Elimi cebime attım.
Bir daha daldırdım. Yok!
Düşecek gibi oldum, gözlerim karardı. Etrafta çığırtkan olarak çalışan garsonlar,
-Ne oldu abi? bir şey mi oldu? diye sorular soruyorlar ama ben hiç birini duymuyorum.
Buz gibi ter ensemden aşağıya süzüldü.
-Cüzdanımı çalmışlar, diyebildim.
-Bir şey var mıydı içinde? diye sordular.
-Olmaz mı, kredi kartları, bir miktar da dolar vardı.
Benim aklımdan kredi kartları geçiyor, nüfus kağıdı, ehliyet falan geçiyor. Onları tekrar çıkartmak demek bizim memlekette ölüm demekti.
Eskiden bir de gazetelere ilan verilirdi. “Kaybettim, hükümsüzdür” diye.
Çöktüm kaldım oracığa, bağırasım geldi,
-Cüzdanımı kim çaldı laannn !!! diye.
Kim derdi ki “Ben çaldım” diye. Gelen geçen bana bakıyor,
-Ne olmuş abiye? diye garsonlara soruyorlar.
Kulaklarım hala uğulduyor. Bir takım konuşmalar duyuyorum ama arada,
-Vah vah, tüh tüh seslerini duyunca, bittim lan ben şimdi. Kime derdimi anlatırım.
-Geçmiş olsun diyorlar.
Geçti anasını satayım, hem de fena geçti. Cüzdanımı çaldılar lan, daha ne olsun?
Ulan İstanbul ben sana ne diyeyim.
Her tarafın üç kağıtçı, yankesici, hırsız dolu lan!
Cüzdan içindeki 150 doları da tam bir yıl oldu, kuruşuna kadar sakladım. Gemilerden kalan son hatıramdı. Anılarımı çaldılar.
Aklımdan,
-Pezevenk içindeki parayı alsın, cüzdanı bir yere atsa da hemencecik bulsam diye aklımdan geçiriyorum.
Biraz kendimi toparladım, nefes almam düzene girdi. Alışacaktım arka cebimin hafifliğine.
Ulan en son ne zaman yokladım ben kıçımı ondan da haberim yok. Demek ki çok olmuş.
Yavaşcacık yerimden kalktım, geçmiş olsun uğurlamaları altında, iki büklüm, keyifli gece çok kötü son bulacaktı.
Tekrar Nevizade’ye geldim. Bu sefer de gözlerim etrafta fıldır, fıldır dönüyor ama başım etrafa değil, yere bakıyor. Doğruca bizim gençlerin yanına gittim.
-Hayırdır abi, niye geldin yeniden? diye sordu.
Gözyaşlarıma zorla hakim oldum, bir damla bile çıkmasına müsaade etmedim. Sadece,
-Cüzdanımı çalmışlar az önce, acaba buralarda mı düşürdüm? diye soruyorum ama oralarda hiç oturmadım ki.
-Hani ben fotoğraf çekerken, etrafımda dolanan hırpani kılıklı gelip geçen, bana omuz atan insanlar var mıydı? diye sorsam alacağım cevabı da tahmin ediyordum.
-Abi, etrafından geçenleri sen bilmiyorsun, ben nereden bileyim? diye karşı soru ile karşılaşsam söyleyecek lafım yok.
Sadece,
-Karakol ne tarafta? diye sorabildim.
Tarif ettiler, gerisin geriye kös, kös döndüm.
Birkaç kişiye daha sorduktan sonra, Taksim Polis Karakoluna ulaştım.
Ben buralara düşecek adam mıyım diye aklımdan geçiriyorum. Ya içerisi ağzındaki sakızı bir sağa, bir sola atan, arada sırada balon yapıp patlatan, dudaklarının etrafına yapışanları da eliyle toplayıp, tekrar ağzına atan değişim mi, evrim mi geçirmiş insanlar varsa.
Ehh, benim palabıyıklardan korkarlar mı acep, bilmem ki.
Off yaa…
Ben ne için gidiyorum oraya, aklımdan neler geçiyor.
Genç bir polis memuru,
-İfade verecekler burada beklesin, sırayla alacağız içeriye.
Disipline etmişler, kimse sesini çıkartamıyor. Gıkını çıkartanı öbür tarafa alıyorlar.
Ama benden de başka kimse yok.
-Senin neyin var amca? dediler.
-İfade vermeye geldim.
-Niye ifade vereceksin ki?
-Yahu, ayıptır söylemesi, cüzdanımı çaldılar.
-Nerde çaldırdın?
Yahu bilsem nerede nasıl çaldırdığımı, kaybettiğimi sana mı gelirim ben, gider orada beklerim. Belki insafa gelir de önüme boş cüzdanı atar diye.
-Amca sen bu arada, kartlarını iptal ettir. Ne varsa alırlar götürürler valla.
Ulan yıllardır kart kullanırım ama hep hazırcıyımdır. Bilmem ki nasıl iptal edileceğini.
Benimki tam “Ben bilmem eşim bilir” hesabı. Bende yalan yok.
Ulan nereyi arayacağım, nasıl arayacağım valla bilmiyorum.
Neyse bana devamlı mesaj gönderen bankaların 444’lü numaraları aklıma geldi. Her zaman onlar beni arayacak değil ya, bu sefer de ben onları arayacaktım.
Aradım, abi bu nedir yahu?
Eskiden, şu numaraya bas, bu numaraya bas derlerdi, şimdi ise sesli.
-Ne yapmak istiyorsunuz? Metalik bir ses. Söylüyorum kafası karışıyor,
-Bir daha söyle diyor.
Senin gibi makineyi konuşturanı da, icat edeni de başlayasım var ama kartlar iptal edilsin de ben sonra küfürlerimi ederim diyorum içimden.
Bir ara ne olduysa, demek ki içimden geçenleri hissettiler her halde,
-Buyurun, size nasıl yardımcı olabiliriz? diye bir ses duydum.
O andaki sevincimi tarif edemem. Bir insan evladı sesimi duymuştu.
Anlattım derdimi,
-Tamam abi, merak etme, hallederiz şimdi.
Halletti de, kartı iptal etti, bu saatten sonra kim bulursa bulsun kartı. İptal ettirmiştim bir kere.
Bankamatiklere yeni menü koymaları lazım. Çalıntı kartları kullananlara sağ elin başparmağının, ona en yakın iki parmağın arasından çıkmış halinin fotoğrafını göstermeliler.
O sırada ben oturur iken üç kişi içeriye girdi. Polis onlara da sordu,
-Ne oldu size?
-Arkadaş Levent’ten gelirken Metro’da cüzdanını çalmışlar.
O bilader de Taksim’de farkına varmış.
Demek ki ben tek değilmişim İstanbul’da. Benim gibi bir sürü insan vardı, bu geceyi karakolda sonlandıracak.
Neyse, buyurun beyefendi, sizi alalım içeriye.
İçeriye girdim, masanın arkasında polis memuru, genç birisi. Bilgisayarda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sonra soruyor, yazıyor.
Yazdı, yazdı, sorgu tutanağının formatı ile oynamış, ben anlatıyorum ama o bildiğini yazıyormuş. Kendisini düzelten arkadaşına da,
-Ben özet yazıyorum, diyor. Bana dönüp,
-Kredi kartlarını iptal ettin mi abi ?
-Evet, şükür o işi hallettim.
-Para var mıydı abi cüzdanda?
-Olmaz mı, hem de 150 dolar ve 10 yüro.
-Çok paraymış be !
-Valla bir senedir, çocuk gibi korudum onları, ama zoruma gidiyor be, dingilin bir tanesi çıkıp benim harcamaya kıyamadığım parayı çatır, çatır yiyor. Kahpe dünya.
-Abi, yemeyenin parasını yerler.
Ulan ne biçim polis bu, yaralı yüreğimin üstüne, üstüne geliyor. Felaket tellalı herif.
Ben de biliyorum, yiyor işte herif, sağındaki solundaki kızlara da ısmarlıyordur.
Off, Allah’ım ya…
Ben de çıkarken,
-Bundan sonra eline para geçip de yemeyenin! diye güzelce kendi kendimi kalayladım.
-Böyle maskara olursun işte! diyorum.
İfade tutanağını imzaladım,
İstiklal caddesinde yürüyorum, gözlerim köşe bucak aranıyor, belki bir ümit köşe başına atmıştır herif diye.
-Ulana salak hırsız, al parayı, ye iç işte anasını satayım. Helal olsun! Eh, kredi kartlarını da kullanamayacaksın. İstanbul, İzmit belediye otobüslerinde kullanılan indirimli kartı mı kullanacaksın? Bittiği zaman sanki para mı yükleyeceksin? Müze kartı ne yapacaksın?
Nüfus kağıdını hiç kullanamayacaksın.
Onca kart ve kimlikle pişti mi oynayacaksın? Beni uğraştırma, eve gidene kadar şansın var.
Bırak işte bir köşeye, beni de mutlu et. Hiç olmazsa bu gece avunayım, sen de güle, güle ye parayı.
Küçük biladerim de duymuş, çok üzüntülü, gecenin bir saatinde işten çıkıp beni teselli etmeye gelecek.
-Ben de seni uyanık bilirdim, derse… Başımı öne doğru öyle bekleyecektim. Diyecek bir şey yok ki.
-Ahh ulan ahhh !!!
-Kim çaldı lan cüzdanımı?
Eve geldim, aklım hala cüzdanda, sandalyeye oturdum, kıçımın altında hiç sertlik yok.
Doğrudan sandalyeye temas.
Zamanında kıymetini bilemedim, şimdi de arıyorum.
Saat gece yarısına doğru geliyor. Uyku tutmuyor. Hemen aşağıda bulunan barda gençler tepiniyor. Biraz sonra klarnetçi ve darbukacı da geldi.
Aman Allah’ım, dünya tepeme yıkılıyor. Darbukacının düm tekleri kalbime, kalbime vuruyor, o hızlandıkça benim de kalp ritmim hızlanıyor. Klarnetçi de o kadar güzel üflüyor ki, yanık, yanık hüzzam makamında, beni bitiriyor.
Benim hayatım hep böyle aksiyonlarla mı geçecek yahu.
Cüzdan aklıma geliyor, aşağıdan fasıl sesleri geliyor ben de yukarıda çıldırıyorum.
Herif aldı cüzdanı, içindeki dolarlarla,
-Ohh, bas, bas paraları Leyla’ya…
Yiyemeyenin parasını yerler.
Keşke Küba’da bitirseydim bütün paraları…
Üstelik ertesi gün de Küba’dan misafirlerimiz gelecek.
Uyuyup dinlenmeliydim. Ertesi sabah erkenden havalimanına gidecektik.
Gece gördüğüm rüyalarda oradan oraya deli dana gibi koşturuyordum, cüzdanımı bulacağım diye.
Sabah erkenden kalktık, kahvemizi içtikten sonra evden çıktık.
Metro’da havalimanı yolundayız.
Telefon çaldı, tanımadığım numara. Nezaketen,
-Alo ! dedim.
-Siz dün burada cüzdanınızı düşürmüşsünüz. Gelip teslim alabilirsiniz.
(Bir İstanbul gezisi)
İstanbul’u gezmeye geldim ya, kolay değil öyle elini kolunu sallaya, sallaya sokaklarda dolaşmak. Dikkat edeceksin, gözlerin fır, fır dönecek.
Önüm arkam sağım solum ebe der gibi olacaksın. O arada belediye çukuruna düşersen ona bir şey demem. Açsaydın gözünü.
İstanbul 40 sene önce, belki de daha önceleri yaşanası bir şehirdi.
Beyoğlu gerçekten şık elbiseli beylerin, bayanların gezdiği bir semt idi.
Galatasaray, Taksim arasındaki İstiklal caddesinde Desoto taksilerin çalıştığı zamanlarda bile hem trafikte çalışan arabalara, hem de insanlara gezecek kadar yer vardı.
Şimdi ise, ortası pislik ve inşaat artıkları, sağında solunda Suriyeli burnu akan dilenci çocuklar, onları uzaktan kontrol eden büyükleri. İş güç olmayınca da en kolay yol kapkaççılık, yankesicilik.
Allah kahretsin, yıllardır cüzdan kullanmadım, ne kadar rahattım. Kartlar çoğaldı, kimlikler çoğaldı. Bunları da pantolon cebinde bozuk para ile yan yana koyunca çabuk bozuluyorlar.
Sağından, solundan kıvrılmalar, kalkmalar başlıyor.
Bir de bozuk atıyorlar,
-Kağıt paran yok muydu da bizi bozuk yanına koydun? Tam hela kokusundan kurtulduk derken, hop başka bozuk paralar da yanı başımızda.
İstanbul’u çok severim. Benim gibi taşralılar için ye, iç, gez ve kaç.
Valla kaçmazsan seni kaçırırlar, kafayı yedirirler.
Mahallenin muhtarını bulamazsın arkadaş. Nüfus idaresine gideceksin, Google bile götüremez. Sakın güvenmeyin. Yürüyerek, sora, sora en güzel yöntem.
Gerçi İstanbul’da soracak adam da kalmadı, bilenlerin hepsi rahmetli oldu.
Yüzde bilmem kaçı bulunduğu mahalleden çıkamamış, ortalıkta başıboş dolaşan sadece Suriye’liler kalmış.
Neyse, ben yola koyuldum ama kimseye bir şey sormuyorum. Bildiğim, herkesin bildiği uluslar arası caddelerde dolaşıyorum. Buralarda kime sorsan gösterir. Alman, İngiliz, Fransız fark etmez.
Hey gidi yıllar heyy..
Galata köprüsünden Eminönü tarafına geçtim. Rahmetli Sülün Osman öldükten sonra meydan ortasında duran saati gerçekten satmış. Sordum, kimseler bilmiyor.
Cüzdan arka cebimde kabarık duruyor, içinde bir sürü kartlar, insanı zengin gösteriyor. Oturduğum zaman hep kıçıma değecek. Orada bir şeyler hissetmem lazım.
Herhangi bir yerde oturdum, hissettim, artık orasını ellememe gerek yok.
Ama kalktığında muhakkak bir kere ellerim. Elime geliyorsa her şey yolunda, yoksa işler sarpa sardı demektir. Hem de arap saçı dedikleri cinsten. Durum karmaşıklaşır, içinden çıkılır da, zor çıkılır.
Mısır çarşısı yanından sağ tarafta kalan, Hasırcılar caddesinden devamla aradaki sokaklara göz gezdirerek İMÇ’nin alt ucuna geldim.
Kalabalık içine girmediğimden ve herhangi bir yere de oturmadığımdan cüzdan hala benimle.
Zeyrek tarafına geçip, Fatih camiine kadar geldim.
“Ücretsiz hela” yazmasa gireceğim yoktu ya, prostat fazla sıkıştırmadan balast basma zamanını daha fazla geçirmek istemedim.
İsmailağa camisine kadar yetişemeyebilirdim.
Hadi saldım, gittim desem pantolon kolay kurumaz. Ön taraf ıslak, ıslak ta gezilmez ki.
Çarşamba semtine gelmişim. Beni yol nereye götürürse oraya gidiyorum.
Google’a falan bir şey sormuyorum. Yol beni tarihi bir caminin yanından aşağıya doğru, yani Haliç’e doğru götürecek. Cami ismi pek yabancı gelmedi, İsmail amcayı tanıdığımdan değil, tanıdık, bildik bir cemaatin yuvası.
Tüm mahallenin erkekleri sakallı, şalvar pantolonlu, sallaya, sallaya…
Kadınlar da yerlere kadar uzanan kara çarşaflarıyla, yeldire, yeldire geziyorlar.
Elimde fotoğraf makinesi ile beni görenler kafalarını çeviriyorlar. Sanki çok hevesliyim ben de onların fotoğraflarını çekmeye.
Sokaktan aşağıya indikçe evler biraz daha eskimiş, bakımsızlıktan. Belli ki miras yoluyla paylar iyice küçülünce kimse umursamamış, yıkılsa da apartman yaptırsak diye düşünür olmuşlar.
Yüzyıllarca iki din, üç din, beş din hepsi bir arada yaşamış da, şimdi niye insanlar birbirlerine düşman gibi bakar olmuşlar ki!
Bakıyorum, kilise ile cami yan yana. Medrese ile papaz okulu aynı sokakta. Herkes sabah olunca birbirine gülümseyerek,
-Hayırlı işler, diyor.
Onları hissettim, o günleri yaşadım.
Arada cüzdanı yokluyorum, alacak kimse yok. Yanımdan geçen selam verip geçiyor. Uzaktan beni gözüne kestirmek için bakınan kimse de yok.
Balat’ta eski ve köhne evlerde kiralar ucuz. Hala kilim ve halılar sokakta yıkanıyor, deterjanlı sular yokuş aşağıya doğru akıyor. Çocuklar ellerindeki çalı çırpı ile suların önünü kesip göl yapmaya çalışıyorlar.
Haliç kenarına indikçe birbiri ile tamamen tezat yeni bir yaşam tarzı başlıyor. Modern kafeteryalar, sokak arası ev yemekleri lokantaları, kıraathaneler, barlar yan yana sıralanmış, yeni misafirlerini bekliyorlar.
Aman cüzdana dikkat! Anlamazsınız valla bir anda nasıl gittiğini.
Sahildeki yola paralel, içerden ilerliyorum.
Kapısında iri yarı nöbetçi olan bir yere geldim, gelen giriyor, kimse de bir şey sormuyor.
Yolumu çevirdim,
-Affedersiniz, burası neresi, herkes giriyor içeriye? diye sordum.
-Fener Rum Patrikhanesi kardeş, dedi.
-Girebilir miyim, ziyaret etmek istiyorum da, dedim.
-Tabii, memnun oluruz, dedi.
İç avluya girdim, etrafıma bakıyorum. İki ya da üç katlı ahşap binalar var. Birileri gidiyor, birileri geliyor. Hepsi de gravatlı, belli ki orada çalışanlar. Kendi aralarında Rumca konuşuyorlar. Tamam işte, ne güzel.
Bizim zengin olmamızın sebebi bu zaten. Kültürel zenginlik.
Giriş kapısının karşısında yine çok eski bir kilise var. İnsanlar içeriye giriyor. Bende Allah korkusu olduğundan böyle yerlere girmeye hep çekinmişimdir. Başkasının evinde ne işim var diyerek. Girenlerin de, ya borcu vardır, ya da alacağı. Onlar ile Allahın arasındaki mesele beni ilgilendirmez.
Merak işte, kafamı uzattım içeriye.
-Buyur, dedi içeride volta atan görevli.
Ne yapsın adamcağız, on metre gidiyor, on metre dönüyor, bu görevi de huşu içerisinde yapıyor. Allahın evini bekliyor ya.
Fotoğraf makinesi boynumda, boyumu kısa gösteriyor ama ne yapayım.
Hepsi bu kadar zaten.
Hiç olmazsa şimdi duvarcı ustalarının şakuli gibi aşağıya doğru bakıyor. Eskiden göbeğimin üstünden bir sağa gidiyor, bir sola gidiyordu. Göbeğimin yuvarlaklığından duracak yer bulamıyordu zavallı makine.
Neyse, içeriye girdim. Hemen sol yanımda mumlar yanıyor. Adak adayanlar, dileklerinin olmasını isteyenler yakıyor herhalde. Arka tarafına baktım yarım, yarım bir sürü mum duruyor. Dilimin ucuna kadar geldi,
-Bunları niye söndürdünüz be kardeşim, bırak yansaydı, bitseydi mum. Kadıncağızın dilekleri yarım kalırsa ne olacak?
Onları düşünen yok tabii. Eritip yeniden döküyorlardı anlaşılan. Bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur, birkaç mumdur.
-Hoop! Erit hocam, buradan beş mum daha çıkarırız biz. Pis kapitalist düzen.
Kadıncağızın bütün dilekleri teşebbüs aşamasında kalacak. Onlar mumdan para kazanmayı düşünüyorlar.
Tabii, kilisenin içi loş ve mistik havası var. 1601 yılında buraya taşınmış. Demek ki çok daha önceleri yapılmış. Ben sağa sola bakınarak fotoğraf çekmeye çalışırken bir kadın geldi ve avuçlarını göğe doğru kaldırarak,
-Allah’ım, sen bu kiliseyi kuranları, buraya yardım edenleri koru yarabbim.
Halkların ve insanların barış içinde yaşamalarına fırsat tanı, onları kötülüklerden ve savaşlardan koru yarabbim. Sokakta dolaşan hayvanları koru onlara yardım et, yem alanlara keselerine bereket ver Allah’ım. Kedileri, köpekleri tekmeleyenlerin, onları aç bırakanların tez zamanda belasını ver yarabbim, dedi ve arkasından kocaman,
-Aminn ! dedi.
Ben de sessizce,
-Allah kabul etsin, dedim.
Ben Türkçe, onların ve bizim Allah’ımızın anlayacağı dilde dualarımı ettim, iyi dileklerde bulundum. Onlar da, ben de keyifliydim. Allah’ın her dili bildiğine inanıyordum.
İspanyol, İtalyan, Fransız da cennete gitmek için dua ediyordu. Arap, Arapça yapıyor yapıyordu duasını.
Türkçe dua eden Arap gördünüz mü acaba?
Görevimi huşu içerisinde yerine getirmenin mutluluğu ile oradan ayrıldım.
Yolum, yönüm aynı, bu yol beni Kadir Has Üniversitesinin arka tarafından Unkapanı köprüsünün oraya götürecekti.
Tam öğle saati, üniversiteli gençler sanki etrafa serpiştirilmiş gibi oturmuşlar keyif ve neşe içerisinde gençliğin de verdiği enerjiyle doymayacakmış gibi yemek yiyorlardı.
Kızlar çok konuşmaktan önlerindeki tabak hala geldiği gibi duruyor, karşılarında oturan erkekler de yemese de ben yesem açgözlülüğü ile kızın gözlerinin içine bakacağına, tabağa bakıyorlardı.
Unkapanı’nın altından geçip, durmak yok, yola devam felsefesi ile yürümeye devam ediyorum. Hasırcılar çarşısının içinden bir kez daha geçerek Mısır çarşısına girdim.
Aman Allah’ım, ne kalabalık! İlerleyemiyoruz. Önümde giden kişiye ilk değen benim fotoğraf makinesi oluyor. Onu hisseden hemen yana geçiyor.
Allah beterinden korusun yarabbim.
Bir elimle fotoğraf makinesini, diğer elimle de kıç cebimdeki cüzdanımı yokluyorum. Hala yerinde duruyor. İnşallah hiç birbirimizden ayrılmayız.
Kendime mola yeri olarak Sarayburnu’nu seçtim.
Sallana, sallana giderken en azından bir saat daha yolum var demekti. Mısır çarşısından çıktıktan sonra o kadar güzel kokular gelmeye başladı ki burnuma. Tok olan insan bile acıkır.
Kokoreç, tavuk, köfte kokuları birbirine karışmıştı. Yolda olan insanlar hangisini seçeceğini şaşırır, işte o aç tavuk gibi diyoruz ya, her tarafa saldırır gibi bakan gözler,
-Onu mu yesem, bunu mu yesem, diye birbirlerine soruyor.
Büyük posta hanenin önüne geldiğimde yolun çoğunun bittiğini anladım ve çocukluğumu tekrar hatırlayabilmem, yaşayabilmem için Sirkeci Tren garına girdim.
Sağ tarafımda bir kalabalık, “Metro” yazıyor. Boğazın altından karşıya geçecekler burayı kullanıyorlar demek ki.
Sol tarafımda kediler cirit atıyor. Kedinin biri beş tane yavrusu ile güneşte oynaşıyor, yüzleri gülüyordu.
Daha ileride bembeyaz gelinlikler içerisinde genç kız, oğlana elini öptürüyor.
Güldüm, şimdi elini öptürüyor, düğünden sonra olacakları düşünmek dahi istemedim.
Amaann ! ne halleri varsa görsünler, bana ne canım.
Eskiden bilet satılan gişelerin çoğu kapalı. İçlerinden bir tanesi açık, orada da memur sevgilisine mesaj yazıyor. Maşallah parmakları bir oraya, bir buraya dikiş makinesinin iğnesi gibi çalışıyor. Yavaş, yavaş Sarayburnu’na doğru gitme vakti geldi. Sirkeci arabalı vapur iskelesine inmeden sağa dönüp sahil yoluna girdim.
Sarayburnu’ndaki Atatürk heykelinin etrafını paravanlarla kapatmışlar. Paravandan denize doğru olan kısım ise mezbelelik dediğimiz tarzda her taraf pislik ve moloz yığını ile dolu.
İnsanların nefes aldığı, aileleri ile beraber gelebildiği, sütlü mısır ve kestane yiyebildiği tek yer olan Sarayburnu insanlarımıza kapalı.
Aşıklara kapalı. Birbirine sarılıp, kokularını içlerine çeken sevdalılara kapalı.
Ayyaşlara, berduşlara açık. Aynı Beyoğlu gibi.
İstavritçiler ucuz nafaka peşinde. Oltalar dolu, dolu geliyor. Bütün iğneler dolu.
Boğaz tam karşımda, Haliç’e giren, çıkan yolcu ve arabalı vapurlar ile motorlarının sayısı belli değil.
Her bir yolcu vapuru olsun, motoru olsun sevdalıları birbirine götürüyor, sevdaları bitenleri de meyhaneye.
Artık kim nereye giderse gitsin, benim bir tarafa gidecek halim kalmadı, yürüyecek takatim de. Artık bir yere oturup dinlenmenin zamanı gelmişti.
Gülhane, meşhur Gülhane… Gençlerin kuytu köşe aradığı yerde çalı çırpı da bırakmamışlar. Hepsini doğramışlar. Ne yapsın bu gençler. Surların üstüne çıkıp ayaklarını mı sallandırsınlar aşağıya doğru. Ayaklar aşağıda iken nasıl öpecek kızı. O ayakların birbirine paralel, düz bir zemin üzerinde uzanması lazım, arada dokunması lazım, yüreklerin çarpması lazım.
O gençlerin bütün günahları, park ve bahçeler müdürlüğünün.
İstanbul’da yeteri kadar hayvan olduğuna kanaat getirip hayvanat bahçesini de kaldırmışlar.
Sonunda oturacağım mekana ulaştım.
Boğaza karşı, Eylül ayının son günü, soğuk ve rüzgarlı hava, saçlarımı dağıtıp tepemdeki açık olan yeri kapatmak için çırpınırken, benim kafamı sağa sola çevirmemle birlikte bütün emekleri boşa gidiyordu.
Ehh, öğleni bayağı geçmişti. Kahraman bir şekilde onca kebapçının, dönercinin, dürümcünün önünden direnerek geçtim. Akşam yemeğine az kaldı, biraz daha bekleyeyim, benim büyük biraderi de çağırayım, akşam yemeğini beraber yeriz diye düşündüm.
Rüzgardan korunmuş bir yer buldum kendime. Cüzdan hala yerinde duruyordu.
İstanbul burası, gürültüsü ile, kalabalığı ile yoruyordu insanı.
Oturduğum yerde, rüzgarın ağaçlarda çıkardığı hışırtı sesiyle arada sırada başım boynuma doğru düşüyordu.
Hoop, hiçbir şey olmamış gibi yeniden toparlanıyordum. Tabii, farkında olmadan da kaykılmışım. İnşallah, birader beni bu pozisyonda yakalamaz diyorum içimden de.
-Hee, sen hala kendini genç zannediyorsun, baksana oturduğun yerde uyukluyorsun, demesin diye kulaklarım etrafı dinliyor. Her geçen çıtırtıyı duyuyorum.
Neyse, tam onun geldiği sırada uyanıktım Allah’tan, bu tür konuşmayla karşılaşmadım.
Merhaba faslından sonra, hadi yemeğe inelim dedik.
Güzelce yemeklerimizi yedik, bir gece önce yeteri kadar rakıladığımız için bu akşam sadece bira ile yetinecektik.
Onun İstanbul film ekiminde programı varmış, ben de bu arada özlediğim o İstanbul gecelerinin fotoğrafını çekmeyi düşünüyorum.
Yemek sonrası, Sirkeci garının birkaç fotoğrafını çektik. Eminönü’nden geçerken öğrencilik yıllarım aklıma geldi.
İbrahim Tatlıses inşaat ameleliğinden yeni kurtulmuş, türkünün adı “Kırmızı kurdele”, nakaratı ise “Kaytan bıyıklarımı sürsem nerelerine?”
Genç ve güzel bir kızla randevum var, vapur iskelesinin önünde buluşup, boğaz gezmeye gideceğiz. Vapurda kenarda oturduk. Her tarafı rahat görelim diye.
Allah beni kahretmesin e mi!
Ben kulağımın dibinde dakikalarca çalan türkünün (nasıl türkü ise) sadece nakarat kısmı kalmış aklımda, ben.
-“Kaytan bıyıklarımı sürsem nerelerine?” der demez, kız benden azıcık uzaklaşıp yüzüme baktı,
-“Ne diyorsun sen?” der gibilerden.
-Korkma kız, kaytan bıyık mı var bende, desem de ürktü sarı civciv bir kere.
Ondan sonra da aramız olmadı zaten.
Galata köprüsü aklıma geldi, Heybeliada’ya giderken köprüye bağlı dubalara yanaşırdı ada vapurları. Aman, bir kalkışları vardı oradan, dumanı rüzgarın yönüne göre ya Galata’ya doğru, ya da Eminönü’ne savrulurdu.
Şimdi ise her tarafı meyhane dolmuş. Sefa pezevengi bir memleket olmuşuz vesselam. Üzüldüm elbette. Hayallerimizi, gençliğimizi, hatıralarımızı aldılar bizden para kazanacağız diye.
Kış zamanı yaklaştığından Karaköy alt geçidinde esnaf dükkanlarını kapatmış, birkaç telaşlı insandan başka geçen yoktu.
1875 yılından beri çalışan Tünel tramvayı ile Beyoğlu’nun başlangıç noktasına ulaştık. Bizim muhite gelmiştik. Benim büyük birader buradan iki blok ileride oturuyordu.
Ama karşımızda dünyanın en büyük kentlerinden birinin en gözde semti değil de inşaat ve şantiye alanı ile karşı karşıya geldik.
İstiklal caddesi üzerinde lüks pastaneler, kafeteryalar, giyim kuşam mağazaları karşılıklı sıra, sıra dizilmişler, gelen geçen kişilere kendilerini beğendirmeye çalışanlar gibi ışıl, ışıl yanıyorlardı.
Galatasaray’a geldik, benim büyük biraderin yıllardır okuduğu okulun önünden ayrıldık, o sinemasına, ben de meyhanelere doğru yönelmiştim.
Eee, herkes uzman olduğu yöne doğru gayri ihtiyari yöneliyor.
Benim amacım tabii içmek değil, içenlerin fotoğrafını çekmekti.
Balıkçılar çarşısına girdim, yukarıdan aşağıya doğru sarkan ışıkların şavkında balıklar parlıyor, ye beni, ye beni diyordu.
Nevizade sokağının başında genel görünüm fotoğrafı çektim. Ohh, rakı kokuları mis gibi etrafa yayılıyor, ben de kokudan faydalanarak bedava kafayı buluyordum. Köşede bulunan barda çalışan iki genç karşımda durdu,
-Fotoğrafımızı çeker misiniz? dediler.
-Elbette, dedim.
Gençleri kırmak olmazdı.
-Fotoğrafı nasıl alacağız? dediler.
-Mail adresinizi verirseniz, gönderirim dedim.
Ama ne zaman gönderirim, Allah bilir.
St.Petersburg’da gelin ve damat ile arkadaşlarının fotoğraflarını çektim, mail adresini verdiler. Tam altı yıl sonra gönderdim.
Yoluma devam ettim, sağımdan solumdan bir sürü insan geçiyor, çarpmadan, dokunmadan geçmek imkansız gibi.
Oradan çıktıktan sonra hemen sağa saparak Rock kafelerin önünden keyifle geçtim. Çok güzel müzik yapıyorlardı ama sesleri rahatsız edici boyutta yüksekti.
Ulan, bizim zamanımızda bunlar vardı da biz mi görmedik?
Tekrar İstiklal caddesine geldim, bu sefer aynı yol üzerinden Çiçek pasajını görmeden gitmek olmazdı. Pasaja girdim, fotoğrafımı çektim,
-Şurada bir bira içeyim de eve öyle döneyim, diye aklımdan geçiriyorum.
Elimi cebime attım.
Bir daha daldırdım. Yok!
Düşecek gibi oldum, gözlerim karardı. Etrafta çığırtkan olarak çalışan garsonlar,
-Ne oldu abi? bir şey mi oldu? diye sorular soruyorlar ama ben hiç birini duymuyorum.
Buz gibi ter ensemden aşağıya süzüldü.
-Cüzdanımı çalmışlar, diyebildim.
-Bir şey var mıydı içinde? diye sordular.
-Olmaz mı, kredi kartları, bir miktar da dolar vardı.
Benim aklımdan kredi kartları geçiyor, nüfus kağıdı, ehliyet falan geçiyor. Onları tekrar çıkartmak demek bizim memlekette ölüm demekti.
Eskiden bir de gazetelere ilan verilirdi. “Kaybettim, hükümsüzdür” diye.
Çöktüm kaldım oracığa, bağırasım geldi,
-Cüzdanımı kim çaldı laannn !!! diye.
Kim derdi ki “Ben çaldım” diye. Gelen geçen bana bakıyor,
-Ne olmuş abiye? diye garsonlara soruyorlar.
Kulaklarım hala uğulduyor. Bir takım konuşmalar duyuyorum ama arada,
-Vah vah, tüh tüh seslerini duyunca, bittim lan ben şimdi. Kime derdimi anlatırım.
-Geçmiş olsun diyorlar.
Geçti anasını satayım, hem de fena geçti. Cüzdanımı çaldılar lan, daha ne olsun?
Ulan İstanbul ben sana ne diyeyim.
Her tarafın üç kağıtçı, yankesici, hırsız dolu lan!
Cüzdan içindeki 150 doları da tam bir yıl oldu, kuruşuna kadar sakladım. Gemilerden kalan son hatıramdı. Anılarımı çaldılar.
Aklımdan,
-Pezevenk içindeki parayı alsın, cüzdanı bir yere atsa da hemencecik bulsam diye aklımdan geçiriyorum.
Biraz kendimi toparladım, nefes almam düzene girdi. Alışacaktım arka cebimin hafifliğine.
Ulan en son ne zaman yokladım ben kıçımı ondan da haberim yok. Demek ki çok olmuş.
Yavaşcacık yerimden kalktım, geçmiş olsun uğurlamaları altında, iki büklüm, keyifli gece çok kötü son bulacaktı.
Tekrar Nevizade’ye geldim. Bu sefer de gözlerim etrafta fıldır, fıldır dönüyor ama başım etrafa değil, yere bakıyor. Doğruca bizim gençlerin yanına gittim.
-Hayırdır abi, niye geldin yeniden? diye sordu.
Gözyaşlarıma zorla hakim oldum, bir damla bile çıkmasına müsaade etmedim. Sadece,
-Cüzdanımı çalmışlar az önce, acaba buralarda mı düşürdüm? diye soruyorum ama oralarda hiç oturmadım ki.
-Hani ben fotoğraf çekerken, etrafımda dolanan hırpani kılıklı gelip geçen, bana omuz atan insanlar var mıydı? diye sorsam alacağım cevabı da tahmin ediyordum.
-Abi, etrafından geçenleri sen bilmiyorsun, ben nereden bileyim? diye karşı soru ile karşılaşsam söyleyecek lafım yok.
Sadece,
-Karakol ne tarafta? diye sorabildim.
Tarif ettiler, gerisin geriye kös, kös döndüm.
Birkaç kişiye daha sorduktan sonra, Taksim Polis Karakoluna ulaştım.
Ben buralara düşecek adam mıyım diye aklımdan geçiriyorum. Ya içerisi ağzındaki sakızı bir sağa, bir sola atan, arada sırada balon yapıp patlatan, dudaklarının etrafına yapışanları da eliyle toplayıp, tekrar ağzına atan değişim mi, evrim mi geçirmiş insanlar varsa.
Ehh, benim palabıyıklardan korkarlar mı acep, bilmem ki.
Off yaa…
Ben ne için gidiyorum oraya, aklımdan neler geçiyor.
Genç bir polis memuru,
-İfade verecekler burada beklesin, sırayla alacağız içeriye.
Disipline etmişler, kimse sesini çıkartamıyor. Gıkını çıkartanı öbür tarafa alıyorlar.
Ama benden de başka kimse yok.
-Senin neyin var amca? dediler.
-İfade vermeye geldim.
-Niye ifade vereceksin ki?
-Yahu, ayıptır söylemesi, cüzdanımı çaldılar.
-Nerde çaldırdın?
Yahu bilsem nerede nasıl çaldırdığımı, kaybettiğimi sana mı gelirim ben, gider orada beklerim. Belki insafa gelir de önüme boş cüzdanı atar diye.
-Amca sen bu arada, kartlarını iptal ettir. Ne varsa alırlar götürürler valla.
Ulan yıllardır kart kullanırım ama hep hazırcıyımdır. Bilmem ki nasıl iptal edileceğini.
Benimki tam “Ben bilmem eşim bilir” hesabı. Bende yalan yok.
Ulan nereyi arayacağım, nasıl arayacağım valla bilmiyorum.
Neyse bana devamlı mesaj gönderen bankaların 444’lü numaraları aklıma geldi. Her zaman onlar beni arayacak değil ya, bu sefer de ben onları arayacaktım.
Aradım, abi bu nedir yahu?
Eskiden, şu numaraya bas, bu numaraya bas derlerdi, şimdi ise sesli.
-Ne yapmak istiyorsunuz? Metalik bir ses. Söylüyorum kafası karışıyor,
-Bir daha söyle diyor.
Senin gibi makineyi konuşturanı da, icat edeni de başlayasım var ama kartlar iptal edilsin de ben sonra küfürlerimi ederim diyorum içimden.
Bir ara ne olduysa, demek ki içimden geçenleri hissettiler her halde,
-Buyurun, size nasıl yardımcı olabiliriz? diye bir ses duydum.
O andaki sevincimi tarif edemem. Bir insan evladı sesimi duymuştu.
Anlattım derdimi,
-Tamam abi, merak etme, hallederiz şimdi.
Halletti de, kartı iptal etti, bu saatten sonra kim bulursa bulsun kartı. İptal ettirmiştim bir kere.
Bankamatiklere yeni menü koymaları lazım. Çalıntı kartları kullananlara sağ elin başparmağının, ona en yakın iki parmağın arasından çıkmış halinin fotoğrafını göstermeliler.
O sırada ben oturur iken üç kişi içeriye girdi. Polis onlara da sordu,
-Ne oldu size?
-Arkadaş Levent’ten gelirken Metro’da cüzdanını çalmışlar.
O bilader de Taksim’de farkına varmış.
Demek ki ben tek değilmişim İstanbul’da. Benim gibi bir sürü insan vardı, bu geceyi karakolda sonlandıracak.
Neyse, buyurun beyefendi, sizi alalım içeriye.
İçeriye girdim, masanın arkasında polis memuru, genç birisi. Bilgisayarda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sonra soruyor, yazıyor.
Yazdı, yazdı, sorgu tutanağının formatı ile oynamış, ben anlatıyorum ama o bildiğini yazıyormuş. Kendisini düzelten arkadaşına da,
-Ben özet yazıyorum, diyor. Bana dönüp,
-Kredi kartlarını iptal ettin mi abi ?
-Evet, şükür o işi hallettim.
-Para var mıydı abi cüzdanda?
-Olmaz mı, hem de 150 dolar ve 10 yüro.
-Çok paraymış be !
-Valla bir senedir, çocuk gibi korudum onları, ama zoruma gidiyor be, dingilin bir tanesi çıkıp benim harcamaya kıyamadığım parayı çatır, çatır yiyor. Kahpe dünya.
-Abi, yemeyenin parasını yerler.
Ulan ne biçim polis bu, yaralı yüreğimin üstüne, üstüne geliyor. Felaket tellalı herif.
Ben de biliyorum, yiyor işte herif, sağındaki solundaki kızlara da ısmarlıyordur.
Off, Allah’ım ya…
Ben de çıkarken,
-Bundan sonra eline para geçip de yemeyenin! diye güzelce kendi kendimi kalayladım.
-Böyle maskara olursun işte! diyorum.
İfade tutanağını imzaladım,
İstiklal caddesinde yürüyorum, gözlerim köşe bucak aranıyor, belki bir ümit köşe başına atmıştır herif diye.
-Ulana salak hırsız, al parayı, ye iç işte anasını satayım. Helal olsun! Eh, kredi kartlarını da kullanamayacaksın. İstanbul, İzmit belediye otobüslerinde kullanılan indirimli kartı mı kullanacaksın? Bittiği zaman sanki para mı yükleyeceksin? Müze kartı ne yapacaksın?
Nüfus kağıdını hiç kullanamayacaksın.
Onca kart ve kimlikle pişti mi oynayacaksın? Beni uğraştırma, eve gidene kadar şansın var.
Bırak işte bir köşeye, beni de mutlu et. Hiç olmazsa bu gece avunayım, sen de güle, güle ye parayı.
Küçük biladerim de duymuş, çok üzüntülü, gecenin bir saatinde işten çıkıp beni teselli etmeye gelecek.
-Ben de seni uyanık bilirdim, derse… Başımı öne doğru öyle bekleyecektim. Diyecek bir şey yok ki.
-Ahh ulan ahhh !!!
-Kim çaldı lan cüzdanımı?
Eve geldim, aklım hala cüzdanda, sandalyeye oturdum, kıçımın altında hiç sertlik yok.
Doğrudan sandalyeye temas.
Zamanında kıymetini bilemedim, şimdi de arıyorum.
Saat gece yarısına doğru geliyor. Uyku tutmuyor. Hemen aşağıda bulunan barda gençler tepiniyor. Biraz sonra klarnetçi ve darbukacı da geldi.
Aman Allah’ım, dünya tepeme yıkılıyor. Darbukacının düm tekleri kalbime, kalbime vuruyor, o hızlandıkça benim de kalp ritmim hızlanıyor. Klarnetçi de o kadar güzel üflüyor ki, yanık, yanık hüzzam makamında, beni bitiriyor.
Benim hayatım hep böyle aksiyonlarla mı geçecek yahu.
Cüzdan aklıma geliyor, aşağıdan fasıl sesleri geliyor ben de yukarıda çıldırıyorum.
Herif aldı cüzdanı, içindeki dolarlarla,
-Ohh, bas, bas paraları Leyla’ya…
Yiyemeyenin parasını yerler.
Keşke Küba’da bitirseydim bütün paraları…
Üstelik ertesi gün de Küba’dan misafirlerimiz gelecek.
Uyuyup dinlenmeliydim. Ertesi sabah erkenden havalimanına gidecektik.
Gece gördüğüm rüyalarda oradan oraya deli dana gibi koşturuyordum, cüzdanımı bulacağım diye.
Sabah erkenden kalktık, kahvemizi içtikten sonra evden çıktık.
Metro’da havalimanı yolundayız.
Telefon çaldı, tanımadığım numara. Nezaketen,
-Alo ! dedim.
-Siz dün burada cüzdanınızı düşürmüşsünüz. Gelip teslim alabilirsiniz.