Kermanşah, Hamedan, Kum, Kaşhan...

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Fatma Özdirek Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 4
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 1,935

Fatma Özdirek

Ana Kamp
Mesajlar
27
Tepkime Puanı
0
Otobüsün boş olması büyük bir şanstı. Zira on üç saatlik yolculuk böylesi rahatsız koltuklarda işkence halini alabilirdi.

Gece yarısı yeşillikler içindeki bir mola yerinde durduk. Canciğer uykuyu yeğledi, ben sigarayı. Kurnasız bir çeşmeden akmakta olan suyun sesini dinleyerek tüttürüyorum. Mecburi görev yerleri Kermanşah’a gitmekte olan genç doktorlar yanıma geldi. Konuşma belalımın zararları ile başladı, mecburi hizmetin zorluklarıyla sürdü, Türkiye İran yorumlarında otobüsün kornasıyla son buldu. Mecburi hizmet bizdeki gibi orada da bir sorundu. Konuştuğum gençler bizdeki durumu bilmiyordu, onlara göre Türkiye bir masal ülkesiydi.

Kuzeyi ve Hazar civarı hariç genellikle İran’da görüntüye çıplak dağlar hakimdir. Buna rağmen yerleşim yerlerinin yeşilliği insanı şaşırtır. Orman kıyımı açısından Dünya sıralamasında Türkiye gibi İran da başı çeken ülkelerdendir. Hal böyleyken nasıl oluyorsa kentler, kentlerdeki parklar, caddeler, sokaklar inanılmaz bir yeşilliğe sahiptir.

Yine böyle gecenin koynunda daha da büyüyen mor dağlardan sonra Kermanşah’ın düzenli ve ağaçlı caddelerinden geçerek otobüs terminaline vardık. Taksi sürücüleri çantaları kapmış, abla götüreyim havasında; Farsça, Kürtçe seslenerek kapıda karşıladı bizi. Onlar ekmek parası, biz el yüz yıkamak derdinde. Temizlik faslından sonra soluklanıp günün planını gözden geçirirken İngilizce konuşan bir sürücü geldi. Sakin, temiz yüzlü, kardeşime benzer bir genç. Bisutun, Tag-ı Bostan ve Pave planımız için bir günlük taksiye ihtiyacımız olduğunu söyledik. 20.000 Tümen istedi. Pazarlıkla 13.000’e anlaştık. Onun İngilizcesi oldukça düzgün, benimki ise onunki kadar iyi olmadığı için yanlış anlama ihtimalini göze alarak 13.000 Tümeni önünde sayıp “Bu kadar ücrete anlaştık değil mi?” diyerek pantolonumun çok cebinden birine koydum. Çantalarımızı kaptık taksiye ilerliyoruz. Diğer sürücüler önümüzü kesti, gitmemize izin vermiyorlar. Biri bizi çekiştirerek bir büroya götürüp bir defter açtı. Defterdeki yazıları gösterip bir şeyler anlatıyor, bir türlü anlaşamıyoruz. Sürücümüz çekingen, biz şaşkın. Sıra sorunu olabilir mi, yoksa burada da Kamboçya gibi ören yerlerinin sürücüleri ayrı mı? gibi sorunlar kafamda dönüp duruyor. Sorunu anlayamadık ama biz anlaştığımız sürücüyle yola çıktık.

Tag-ı Bostan’a vardık. Terminale öylesine yakın ki neredeyse taksiye bindiğimizle indiğimiz bir oldu. Dağ oyularak oluşturulan iki takın içindeki ve hemen yanındaki rölyefleri rehber eşliğindeki bir Alman grupla birlikte izledik. Aynı yerde çevrede yapılan kazılardan bulunan sütun başları, heykeller de açık bir alanda yer almakta. Yani burası bir açık hava müzesi. Bisutun’a gitmek için arabaya döndük.

Mağaralara merakımı bilen dost Asya’nın en büyük mağaralarından birinin Kermanşah’da olduğunu muştulamıştı. Araştırdığımda yaklaşık altmış kilometre uzakta Pave’de olduğunu ve Asya’nın içi su dolu en büyük mağaralarından biri ve aynı zamanda da İran’ın en uzun mağarası olduğunu öğrenmiş, görebilme heyecanına kapılmıştım. Sürücümüzle pazarlık yaparken, bizim için önemli olduğunu mutlaka onu da görmek istediğimizi söyleyerek anlaşmıştık. Bunun için sanırım bize çok yakınlarda bir şelale ve mağara olduğunu görmek isteyip istemediğimizi sordu. Nasıl görmek istemezdik. İki üç dakika sonra oradaydık. Yani Tag-ı Bestan’a birkaç yüz metre uzaklıkta. Modern bir şekilde düzenlenmiş kent izleme mekanına arabayı park ettik. Sürücümüz de bizimle birlikte şelale ve mağaraya geldi. Boz dağlardan şırıl şırıl akmakta olan şelale basamaklar oluşturularak izleme mekanına yönlendirilmiş. Kermanşah’ı suyun sesiyle izliyoruz. Mağaranın gizemi, kentin sere serpe önümüzde uzanışı ve ziyaretçilerin devinimlerine dalmışım. Genç bir grup geldi. Mağara ağzında sırt çantalarını indirip teknik ekipmanlarını kuşandı. Ya kaya tırmanışı yapacak ya da mağara geçişi. Bulunduğum yeri ve zamanı unutmuş, gençlerin hareketlerine dalmıştım ki sürücümüz “Geç oluyor, gidelim…” dedi de kendime geldim. Gençlerle tanışmadık, konuşmadık. Bir gülümseme birimizin dilinden anladığımızın işareti oldu. Dik yokuşu çıktığımız gibi bir solukta indik. Ayrılık buysa oradan ayrıldık.

Arabaya bindik Bisutun’a doğru yol alıyoruz. Sürücümüz evini aramak için telefonumuzu istedi, canciğer verdi. Telefon konuşmasından sonra “Ben sizi götüremem.” dedi. “Neden, biz sizinle öyle anlaşmamış mıydık?” dedim. “Uzağa gidemem” dedi. Pek sakin biri sayılmam, yine de gezide kolayca iflas etmez sinirlerim. Herhalde bir yanlış anlaşılma var diye düşünüp sözcüklerin üzerine basarak “Kardeş ama biz seninle terminalde şuralara şu ücrete gideceğiz diye anlaşmadık mı? Şimdi niye vazgeçiyorsun. Biz burada nasıl araba bulacağız? Bize zaman kaybettiriyorsun, yetmez gibi sözünden dönüyorsun.” dedim. “Ben yalan söylemem Müslümanım, Kürdüm, dürüstüm. Benim paramı verin.” diyor. “İşini yarım yapanın parası bizde verilmez, sana ne kadar para vereceğiz. Birlikte gittiğimiz üç en fazla dört beş kilometre. Sana paranı versek, biz nereden taksi bulacağız?” dedim. Böylece girdik mi bir söz kavgasına. O diyor ben gidemem, ben diyorum biz böyle anlaştık sen anlaşmayı bozdun ben para vermem. Sonunda baktık çözüm yok. “O zaman bizi turizm polisine götüreceksin, derdimizi onlara anlatıp çözüm bulacağız.” dedim. “Burada turizm polisi yok” dedi. “Peki o zaman polis karakoluna götüreceksin bizi.”. Baktı olacak gibi değil, yol üzerindeki iki trafik polisinin yanında durdu, arabadan indik. “Buyurun size polis” dedi. Polise derdimizi anlatacağız, lakin adamcağızlar Farsçadan başka dil, biz Farsça bilmez. Sürücümüz sorunumuzu polise anlatıyor biz dinliyoruz, bir şey anlamadan. Arada da Arapça ve Farsçadan dilimize geçen sözleri yakalayıp yalan söylediğini düşünerek müdahale ediyoruz. Kent girişinde bir kavşakta oluyor bunlar. Bizim bağırıp çağırışımıza yanımız yöremiz insanla doldu. Bunlardan biri Azeri. Onun yardımıyla polisin dediklerini anlayabildik. O da, sizinle iki saat geçirmiş verin parasını gitsin bu adam siz başka birini bulun diyordu. Yani söyledikleri benim için soruna çözüm getirmiyordu. Bir günlük yaklaşık yüz otuz kilometre karşılığı tur için anlaştığımız 13.000 Tümen yerine, sürücümüze 4.000 Tümen’i iki saat ve yaklaşık beş kilometre için verecektik. Açıkçası içime hiç sinmiyordu. Ona emekleri karşılığı en fazla 2.000 Tümen veririm dedim. Başka çaresi olmadığı için kabul etti. Sürücümüzün Türkçe konuşmuyordu, fakat anladığını canciğerle konuşmalarımız sonunda bana söylediklerinden tahmin etmiştim. Parayı verdim ve Türkçe “Buradaki para değerini bilmiyorum, eğer emeğinden fazla aldıysan haram olsun.” dedim. Çıldırdı birden ve üzerime yürüyüp sol kolumu sertçe tuttu, diğer eli havada vurdu vuracak; kaba kuvvetinin yanıtını tekme olarak alıyordu ki polis de onu diğer kolundan çekip sarsmaya başladı.

Canciğer korkudan şaşkın, ben kızgın arabalara yöneldik. Azerice bilen arkadaş da bize yardım etme derdinde. Tanıştık, “Mohsin”miş adı. Güzel, dayımın adı da Muhsin, unutmam böylece. Ona garaja nereden araba bulabileceğimizi sorduk. “Ben sizi götüreyim” dedi. “Olmaz siz tarif edin biz gideriz.” dedik. Garajdan nereye gideceğimizi sordu, “Bisutun’a” dedik. Sonra zaman kazanmak için bulunduğumuz yerden bir taksi bulup gitmeye karar verdik, o da bizimle geldi.

Bizim söylencelerimizde Ferhat’ın deldiği Şahinkaya’yı yıllar önce görmüş, Nev-i’nin “Ferhad’a öz vücudu dağlarca hail idi / Yoksa değildi aciz ol Bisutun elinden” dediği Bisutun’u nihayet görebilecektim. Yol üzerinde mor dağlar sıralandıkça heyecanım kızgınlığımı unutturdu. Hem Mohsin ile söyleşiyor hem de yol alıyoruz. Sonunda geldik dağın yanına. Arabadan indik, bir yokuşu tırmandık, vardık rölyef ve yazılarla bezeli bir duvarın yamacına. Rölyefleri tam çözemesek de yorumluyorduk birikimimizce, lakin yazıları anlamak mümkün değil. “Mohsin, Darius ne demiş bu yazıtlarda?” dedim. “Yalan danışmayın, dürüstgar olun… demiş” dedi. “Ah Mohsin ah… O demiş de biz uygulamış mıyız?” dedim. Üzgün baktı, sanki biraz önceki tartışma onun suçuymuş gibi. Biraz ileride Herkül gücünün simgeleriyle bir kayanın yamacında oturmuş bizi izliyordu.

Dönüşe geçtik. Sağ yanımızda düzenli çam ağaçlarının hemen ardındaki Bisutun dağı bulutlardan süzülen ışığın renk oyunlarıyla daha bir görkemli. Hemen altındaki oyuntuyu uzak olmasına rağmen seçebiliyor, acaba bu mu Ferhat’ın aşk nişanesi diye düşünüyorum. Sürücümüze “Biraz yavaşlar mısınız? Birkaç kare çekeyim” dedim. Beni oraya götüreceğini söyledi. Arabanın gittiğince gittik, yanına ulaşmak zaman alacaktı. Çamların arkasına saklandı nişane.

“Ahlatın sapı, üzümün / çöpü ayıklandı. Yeniden göç / eylenildi Bisütun’a. Ferhad’ın / külüngü sürçtü; Şirin’i gören / olmadı bir daha!” diyordu ya şair Hüseyin Atabaş ben de görmedim, göçtüm…

Garaja döndük. Bu sürücümüz de sizi dağın yanına götürdüm diye anlaştığımızdan fazla para istedi, oysa gittiği yol beş yüz metreyi geçmezdi. Anlaşılan burada şoförlerle yapılan anlaşma pek işe yaramıyordu. Bu yeni gerginlik, taksi yerine yerel araçlara yönelmemizi sağladı.

Kengaver’deki Anahita Tapınağı’na gidecektik. Minibüsle gitmeyi seçtik. Mohsin de bizimle gelmek istedi. “Ne o Mohsin, senin işin yok mu?” dedik. “Var ama önemli değil, ben de oraları görmüş olurum.” dedi. Hay Allah! “Sen ne iş yapıyorsun?” dedim. “Kaçakçıyım. Şu dağların ardından Irak’a, bizim oralardan Türkiye’ye mal getirip götürürüm.” dedi. “Senin atın var mı?” dedim, şaşkın baktı. “Mohsin ben bir film gördüm, bu dağlardan Irak’a yapılan kaçakçılık üzerinden bir öykü anlatıyordu, sen bilir misin bu filmi” dedim. “Yok!” dedi. Ah Mohsin ah! Kengaver’e doğru minibüste Sarhoş Atlar Zamanı’nda düşüncelerle yol alıyorum. Yağmur başladı. Araba bozuldu. İndik arabadan. Otoyol önümüzde yükselerek uzamakta ve bir tepenin ardında kaybolmakta. Omzumuz, elimiz, kolumuz, göğsümüz çanta. Mohsin yardım etmek istiyor, zorla canciğerin büyük, benim küçük çantamı kaptı. Tepenin ardında karşımıza ne çıkacağını, ne kadar yürüyeceğimizi bilmeden ilerliyoruz. Geçen arabalar dolu. Tepeye varmadan aracımız tamir olmuş geldi. Arabaya bindik yağmur dindi. Kengaver’e yarım saat sonra vardık.

Tapınak girişinde bilet, Mohsin bize yardım etti diye onunkini de itirazına rağmen aldık. Koca bir ören yeri. Hava bir yağıp bir açıyor. Çantalarımızın bir kısmı Mohsin’de hızla dolaşıyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla kazı çalışmaları var. Fakat şu anda bize katılan çocuklarla bizden başka kimsecikler yok ortada. Tapınaktan günümüze kalan duvarlar ve birkaç kırık sütün. Yine de zamanındaki ihtişamını bunlardan anlamak mümkün.

Çevrede görülecek pek çok ören yeri olmasına rağmen zamansızlıktan Hamedan’a yöneldik. Bir taksi ile merkeze, oradan da dolmuşla Hamedan’a vardık. Öyle bir yağmur yağıyor ki anlatılır gibi değil. Kısa da olsa bizde yağmurluk var, ama Mohsin’in suyu çıktı. Ona “Sen işine git, biz gideriz, bizimle yorulma.” diyoruz. “Yok ben de sizinle geleyim.” diyor. Hay Allah! “Sağ ol, seninle işimiz kolaylaşıyor, gel gelmesine de nereye kadar?”. “İstanbul’a kadar gelirem.” diyor. Şaka yapıyor, burada ayrılır diye düşünüyoruz.

Mohsin’in önerisiyle Ebu Ali Sina Üniversite kampüsünün yanından geçerek beş kilometre uzaktaki Elevend dağının kayalıkları üzerine kazınmış Genç Name yazıtına gittik. Hemen yakınında bir şelale. Müthiş kalabalık ziyaretçi grupları. Çevrede mısır, bakla ve meyve kurularını haşlayıp satanlar. Renkli bir ortam, bir de yağmur dursa, keyfimize diyecek olmayacak.

Kent merkezine döndük. Bu arada fotograf makinesinin hafıza kartları doldu, pili bitti bitecek. Hemen bir çözüm bulmam gerek. Hava da kararmak üzere. Ünlü tabip ve filozof Ebu Ali Sina, yani bizim bildiğimiz adıyla İbni Sina’nın anıt mezarının üstünde müthiş bir sıralanışla kuş sürüleri devinim halinde dönüp durmakta. Çaresiz birkaç fotograf silerek yerine bunları kaydetmeye çalışmaktayım. İçine girmedik, geç kalmışız. Biraz ileride filozof, mistik rubaiyatcı Baba Tahir’in anıt mezarı, o da kapanmak üzere. Neyse ki içini görebildik. Bu ülkede yüzyıllar öncesi yitirilmiş kadim insanların mezarlarını ziyarette onların nasıl yaşatıldıklarını gördükçe açıkçası şaşırıp kalıyorum. Kıskançlıkla gönenmiyorum desem yalan olur.

Sağanak yağmur altında Hamedan’ın pek çok caddesini arşınlayıp CD kaydı yaptıracak bir mekan arıyoruz. Neden sonra bulduk. Kayıt için beklerken fark ettim dün akşamdan beri aç olduğumuzu. Ben bu kayıtları beklemek zorundayım, zira biraz sonra dükkanlar kapanacak, ama arkadaşlarımın beklemesine gerek yok. Canciğere “Siz Mohsin ile gidip bir şeyler yiyin.” dedim. Anlamlı şekilde gülerek “Hayır, üşüyorum. Burası sıcak burada bekleyelim.” dedi. Uygun bir zamanda da “Yahu bunu öyle rahat söylüyorsun ki bilmeyen Mohsin’i bizim yüzyıllık arkadaşımız sanır.” dedi. Kısaca bana sen ne çatlaksın demek istedi; haklıydı.

İşimiz bitti dolaşarak bir meydana vardık. Hamedan düzenli bir şehir, parkları, caddeleri, şehri süsleyen heykelleriyle bir Avrupa kentini andırıyor. Bu meydan öylesine düzenli ki Paris’in bilmem hangi meydanındaymışsınız hissi veriyor insana. Meydanın ortasında ışıklandırılmış rölyeflerle süslü bir anıt, meydanı çevreleyen binaların mimarisi ve caddelerin düzen ve güzelliğini safranlı cüce kebaplarımızı yiyerek izledik. Çıkıp otobüs terminaline doğru yürüdük. Baktık yol çok zaman alacak yağmur da var, dolmuşa atladık. Bir ailenin seyahate gidişini gösteren bir heykelin önünde indik. Merdivenlerden çıkıp terminal binasına girdik. Sıradan bir yapı değil burası, bir havaalanı terminalini aratmayacak kadar modern ve bir o kadar da zarif bina. Hamedan’a otobüsü Mohsin sordu. Biz de bu arada Mohsin’den nasıl ayrılacağımızı, açıkçası nasıl kurtulacağımızı düşünüyoruz. Bizi rahatsız ettiği yok, fakat biz nereye gidersek o da bizimle gelmeye kararlı görünüyor, bu da olası değil. Bir şekilde kırmadan nasıl ayrılırız? Bize yardım ediyor diye bindiğimiz arabalarda ona para ödetmemeye çalışıyorduk. Burada eğer onun parasını ödemezsek durumu anlar gelmez diye düşündük. Biletleri alırken ben iki kişi parası verdim. Mohsin yanlış anladığımı sanıp “Abla 6.300 Tümen” dedi. “Biliyorum, bu bizimki” dedim. Mohsincik “Ben sizi rahatsız ettim.” deyip adeta ruh gibi uçtu gitti, saniyeler içinde kayboldu. Ne rahatsızlığı sen bizim hayatımızı kolaylaştırdın deyip, teşekkür edememişken; arkasından bakakaldık. Adeta elim, kolum, dizim çözüldü. Düşündükçe de bana koydu ağladım, ağlayacağım, gözümdeki yaşları zor tutuyorum. Nasıl olur bu kadar yardımından sonra ondan bir teşekkürsüz ayrılmak?

Terminalin içindeki panoları izleyerek bu sıkıntıyı atmaya çalışıyoruz. Görünen o ki Hamedan oldukça ilginç bir yer. Günlerce burada kalınsa mağaraları, şelaleleri, antik bölgeleri gezmekle bitirilmez. Lakin artık yapılacak bir şey yok, biz Kum kenti için bileti almış biraz sonra kalkacak otobüsün hareket saatini bekliyoruz. Kum’a direkt otobüs de bu saatte olmadığı için aktarma yapacağız.

Üç saatlik bir yolculukla aktarma mekanı Save’ye gece yarısı saat ikide vardık. Geriye kaldı bir o kadar yol. Kavşakta üç taksi var. Şoförler bizi görünce koşturdu. Artık taksi pazarlığından ağzımız yandığı için taksi istemiyoruz, dolmuşla gideceğiz. Dolmuşa oturduk, bekle bekle bizden başka yolcu yok. Nice sonra bir otobüs iki yolcu daha getirdi. Hareket ettik. Bakü’lü çiftçi yoldaşlar bunlar. Hz. Mansume’yi ziyarete Kum’a gitmekteler. Eh bizim amaç da aynı olunca ve dil sorunu da olmayınca, sohbet koyulaştı. Saat dörtte Kum’a vardık. Türbenin yanında indik. Saat sanki sabahın dördü değil de işe gitme zamanı, her yer hıncahınç dolu ve devinim halinde. Birkaç otele baktık, yer yok. Sokaklardaki araba içleri, çadırlar, hatta her kuytuda insanlar yatak-yorgan uyuyor. Anladık ki burada yatacak yer bulmak olası değil. Çantaları bir otele bırakıp dolaşmaya karar verdik.

Hz. Mansume’nin türbesi çok büyük bir cami içinde. Bu mekana dört ana kapıdan girilebiliyor. İçeri girmek için çador gerek, her girişte mevcut. Canciğeri atalarının mekanında yabancıdan saymıyorlar, sarındı girdi. Bende bir gariplik var, yüzüme bakan el muamelesi yapıyor. Yetmez gibi fotograf makine ve çantası nedeniyle sarınmam da kar etmiyor, “Harici” deyip içeri almıyorlar. Yine de bir punduna getirip içeri girmeyi başardım. İçerisi ana baba günü. Kuran okuyan, dua eden, yalvaran, yakaran, ağlayan, inleyen, kapıya, eşiğe, duvara yüz sürüp öpenler… İnanılmaz bir atmosfer. Ben bile mezara dokunmanın büyüsüne kapılıp, ezilmeyi göze aldım. Canciğerle bazen birbirimizi kaybediyoruz. O benim gibi sadece gezip görmüyor, ibadetini de yapıyor. Onunla buluşmak için kapıda bekliyorum. Vakit öğleye yaklaştı. Bir de baktım bizim Mohsin. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Yüzlerce insanın hıncahınç dolaştığı bu mekanda Mohsin’e rastlamak inanılır değildi. Yahu bu adam ermiş miydi neydi? Böylece ona teşekkür etme fırsatı bulduk. Artık rahatlamıştık. Göksel güçlere şükrettim. Bize ne yapacağımızı sordu, Cemkeran’a gideceğimizi söyledik. “Hadi beraber gidelim.” dedi. Artık bu işi uzatmak istemiyorduk. “Sağ ol, bizim burada biraz işimiz var sonra gideceğiz.” diyerek vedalaştık.

Öğleye doğru şehir merkezine altı kilometre uzaktaki Kutsal Cemkeran camisine bir otobüsle gittik. Devasa bir avlu içinde. Bina ve çevresinde hummalı bir yenileme, genişletme çalışması var. Mezarları göremedik, zira bu camide kadınlar alt katta, erkekler üst katta ibadet ediyor. Yine otobüsle Hz. Mansume’ye döndük. Cuma namazı sonrası bir kez daha ziyaret etmeyi düşünerek çevrede zaman geçirdik. Hastalar, sakatlar cami yakınında bekliyorlar, ziyaretin dertlerine çare bulacağını düşündükleri için ülkenin her yanından onca yolu göze alıp gelmişler. Bize de “Burada dilekler dualar mutlaka gerçekleşir. Bizim en büyük ibadetgahımız İmam Reza ile Hz. Mansume’dir, aman ha dilekte bulunmayı ihmal etmeyesiniz.” diyorlar. İtiraf edeyim ki ben bile göle maya çalıyorum.

Hz. Mansume ve Kutsal Cemkeran Ehli Beyt dostlarının ziyaretçi akınına uğrarmış ve Kum kentinde üç yüzden fazla imamzadenin türbesi varmış. Biz de güzel bir rastlantı olarak Şeker Bayramı ertesinde burada olduğumuz için bu müthiş kalabalığa rastlamışız.

Otelden çantalarımızı aldık, taksi çağırdılar ama uzun bir süre gelmeyince umudu kesip yola çıkıp biriyle minibüs terminaline gitmek için anlaştık. Terminale gelince yol uzunmuş deyip fazla ücret istedi. Böylece yeni bir tartışma başladı, siz gideceğiniz yolun hesabını önceden bilmiyor musunuz diye. Anladık ki burada taksilerle pazarlık böyle olacak. Anlaştığımız parayı verdik, söylenerek gitti.

Minibüse bindik. Muavin benden Beş yüz Tümen istiyormuş, ben kızgınım ya beş bin anlıyorum. “Ne o bizi Şiraz’a mı götüreceksin?” diye kızıyorum. Canciğer uyardı da aklım başıma geldi. İki saat sonra Kaşhan’daydık.

Burada gecelemeyi düşünüyorduk. Çantalardan kurtulup kenti gezmek istiyoruz. Saat on altı otuz. Bulunduğumuz yerde bir otel iki misafirhane var. Misafirhanelerden biri kapalı. Otele baktık 27 Dolar. Diğer misafirhaneye gittik 6 Dolar. Odada iki yataktan başka bir şey yok, burada kalmaya razıyız fakat işletmeci Türk olduğumuzu öğrenince başladı “Hımm.. Apo… Siz Türkler…” falan filan demeye. Bana kalsa derdim değil, kalacağım, lakin canciğer öyle ürktü ki tutturdu ben burada kalmam diye. Hay Allah şimdi ne yapacağız? Dert etme sorun olmaz burada kalalım diyorum ama o Nuh diyor peygamber demeyip, hemen buradan gidelim diyor. Anlaşılan bu gezi zorlaşacak. Ah canciğer olur mu pireye kızıp yorgan yapmak diye düşünerek ilerlerken kapalı olan misafirhanenin yanından geçiyorduk ki açılmış. Girip fiyat sorduk. 16 Dolar istedi. Odalar berbat. Zaten canciğeri de ikna etmek zor.

Hepimizin korkuları var; canciğerin korkusu karşılaşılan sorunlar, benimkisi gezide boşa kaybedilecek dakikalar. Anlaşıldı ki Kermanşah gibi Kaşhan’da da kalamayacağız. Bize İsfahan yolu göründü. Fakat buraya gelir gelmez çevre beni öylesine büyüledi ki burayı görmeden gitmek olur şey değil. Eski doku adeta kumdan kaleleri andırıyor, mutlaka ama mutlaka görmeliyim. Havanın kararmasına bir saat gibi bir zaman var. Canciğere hava kararmadan ben buradan ayrılmam, görebildiğimce görmek isterim dedim. Gönülsüzce bana katıldı. Bir işlik sahibine rica minnet çantaları emanet ettik. Daldık şehrin kalbi kapalı çarşısına. Biraz daha fazla görebilme açlığıyla koşturuyorum. Canciğer bana yetişmekte zorlanıyor. İşliklerin tamamına yakını kapalı, böylelikle çarşıyı dehlizlerine kadar görüyoruz. Bu durumda tamamını görmeden dışarı çıkmak olmaz. İçimde de sevgiliyi en yakınına beğendirememiş olmanın burukluğu. Ah diyorum bir de benim gözümle bakabilse ve yine diyorum ki böyle bakabilmek için zamana ihtiyacı var. Bir Azeri kahvesine rastladık. “Bir kahve içersek kendimize geliriz.” dedim. Kahve yokmuş, çay ile idare ettik. Kahvenin ortasında bir havuz, doğal gazla yakılan şamdanlar, merdivenlerle çıkılıp oturulan sedirler, müthiş bir nargile kokusu, Nuh nebiden kalma olduğu izlenimi veren dolaplar, masalar, nargileler… Çay gerçekten iyi geldi, ikimiz de sakinleştik. Çarşı kapanırken kendimizi dışarı attık. Gökyüzü parlament mavisine bulanırken çevredeki camilere girip çıkıyorduk. Masmavi kubbeler ve rüzgar kuleleri gökyüzünün mavisi ile büyülü mekana dönüşüyordu. Bir camiye girdik ki cami mi tapınak mı belli değil. Bahçesindeki havuzun içinde at heykeli, namaz mekanı Hz. Ali, Hz. Hüseyin resimleri ve kullandıkları gürz, kılıç, kalkan, adını bilmediğim eşyalarla bezeli. Benim titrek ellerimde makinenin 1600 asası bile çekime elvermiyor.

Ah zaman, ah hayat öylesine hızlı geçip gidiyorsun ki seni durdurmak ne mümkün. Bir saat kalması için rica ettiğimiz çantaları nerede ise iki saat sonra almaya gidebildik. Sağ olsunlar, dükkanı kapatmayıp bizi beklemişler. “Bu saatte İsfahan’a otobüs bulamazsınız.” dediler. Canciğerin durumunu bildiğim için “Olamaz, gitmek zorundayız.” dedim. Onları yeni bir zahmete soktuk. Birkaç yere telefon edip araç sordular. Neyse ki birkaç dakika sonra kalkacak bir otobüs varmış, hemen bir taksiye atlayıp ona yetiştik.

Bu kez otobüsümüz oldukça lüks. Rahat koltuklara yerleştiğimizde kırk sekiz saatlik uykusuzluğa yenildik.

İstanbul, 26.03.2007 – Fatma Özdirek

Özgün halinde okuyup, fotografları izlemek için;
http://fatmaozdirekiran.blogcu.com
fotografların tamamını izleyebilmek için lütfen sayfa sonundaki
“sonraki sayfa”ya tıklayınız.
 

Etiketler
Ynt: Kermanşah, Hamedan, Kum, Kaşhan...

Merhaba
İranda yapmış olduğunuz seyahatle ilgili yazının devamını merak etmekteyim fakat sayfanın sonunda vermiş olduğunuz link açılmadığı için okuyamadım. Bu konuda yardımcı olmanızı rica ediyorum..
Tuba
 

Ynt: Kermanşah, Hamedan, Kum, Kaşhan...

Ben şimdi denedim, sayfa açılıyor...Firefox kullanıyorum ve sayfaya baktım herhangi bir sorun görünmüyor...
 

Ynt: Kermanşah, Hamedan, Kum, Kaşhan...

sayfada şöyle bir not var:

'blogcu'nun fotograf yükleme kapasitesi yeterli olmadığı için İran ile ilgili yazı ve fotograflar aşağıdaki adrese taşınmıştır:



http://fatmaozdirekiran.blogspot.com
 

Ynt: Kermanşah, Hamedan, Kum, Kaşhan...

Evet belki de kısa sürelik bir durumdu şimdi ben de açabiliyorum. Teşekkürler.
 



Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,625
Mesajlar
1,521,268
Kayıtlı Üye Sayımız
172,271
Kaydolan Son Üyemiz
flfl112

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst