İsfahan... Birinci Gün...

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan Fatma Özdirek Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 4
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 4,260

Fatma Özdirek

Ana Kamp
Mesajlar
27
Tepkime Puanı
0
Altı saat süren yol boyunca ölü gibi uyuduğumu sanıyordum. 02:30 suları “Esfahan... Esfahan...” seslerine gözümü açtığımda, saatlerce uğraştığım rüyaları anımsadım. Arabadan iner inmez de hepsini unuttum. Gecenin loş karanlığı, inilen yerin ıssızlığı; yaşlı bedenimi külçe gibi hissettirdi. O anda istediğim tek şey, her neresi olursa boylu boyunca uzanıp yatmaktı. Çantaları kuşanıp otel aramaya başladık. Keseye en uygunu Sadi Oteldi. Üç günlük aralıksız yolculuk sonrası temiz olduğunu umduğumuz yatağa bu halde giremezdik. Alelacele gereğini yerine getirdik. Saat dört suları şıp badanak uyudum, birkaç saat sonra da pıt dadanak uyandım. Ne ezan vakti, ne horoz... Bu ne söz dinlemez halden anlamaz beden yahu! Kendi yuvasında başka yollarda başka. Hani bir türlü anlayamadığım iki yüzlülere benziyor. Anlayamıyorum, nedendir niçindir bu haller(im)?

Vakit yollara düşmek için uygun değil, kitap da okuyamıyorum. Hoş yanımda kitap diyebileceğim bir tek Lonely Planet’in İran’ı var. Ona da gerekmedikçe bakmamayı yeğliyorum. Bu da tuhaflıklarımdan bir diğeri. El yordamı ile tanımaya çalışıyorum gittiğim yerleri. Nasılsa daha önce çevirdim önemli kaynak olduğunu düşündüğüm sayfaları. Şimdi rehber kitapların akılcılığı yerine, dokunmanın sıcaklığını istiyor divane gönül.

Dingin kafayla gün ışır ışımaz bu döküntü oda ve Koca Sadi’nin adıyla bağdaştıramadığım otelden kendimi dışarı atıyorum. Gece boyu yol aldığımız sırada göremediğim ama öncesinden bildiğim çölümsü ortamdan daldığımız serap, İsfahan. Nısf-ı Cihan, yani dünyanın yarısı. Onu ikiye bölen ve burayı seraba dönüştüren Zayende nehri belki de. Kenti böldüğü gibi üzerinde zarif köprüleriyle birbirine de bağlıyor. Özlediği sevgilisine koşan aşık coşkusuyla ilerliyorum onlara doğru. Ayaklarımın titremesi biraz açlık, daha çok heyecandan. Şişemde kalan son su damlasıyla ilacımı almıştım. Acele ekmek bulmam gerek. Bakkal ve fırınlar kapalı ya da ben rastlayamadım. Sadece gazete ve dergi satan büfeler açık. İran’da okuryazar oranının ne olduğunu bilmiyorum, ama biliyorum ki gazete, kitap okur oranı bizimle kıyaslanmaz cinsten. Nehrin kıyısına vardığımda karşıki dağın ardından beliren güneş sarıp sarmalıyor bedenimi. Sanki Üsküdar’dayım da köprüyü geçince karşısı olacak Kabataş. Yokuşu çıkıp varacağım yuvama. Öylesine tanıdık. Olumlu bir eksik bizdeki gibi ucube dikitler yok kentin içinde. Hani birkaç kütle var var olmasına da, İstanbul’a göre halen bakir.

Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen gazete ve dergisini kapan koşmuş nehir kenarına. Çoğunlukla okuyorlar. Arada bir koşan ya da çevreyi izleyen de var. Biri çadorlu, diğeri modern giysili iki genç kızla merhabalaştık. Çadorlu olan merhabamdan hemen anladı Türk olduğumu. Sözcük aynı, anlam aynı; söyleyiş farklı. Adı Raziye. Hamedanlıymış. Yanındaki üniversite arkadaşını ziyarete gelmiş, buraya. Şimdi dönüş için otobüs saatini bekliyorlarmış.

İşe ve bir yerlere koşturanlarla ortalık iyice hareketlendi. Artık Canciğer de kalkıp, toparlanmış olmalı. Sohbeti kesip otele dönmek istemedim. Telefonla arayıp yolu tarif ettim, geldi. Sohbet uzadı. Anladılar açlığımı. Yolluklarını açıp, buyur ettiler. Kek, safranlı pide, köfte... Daha ne olsun? Önemli olan midenin ağrısını bastırıp, onun da gönlünü hoş kılmak.

Türkçe karşılığını biliyorsam yabancı bir sözcüğü gerekmedikçe kullanmamaya çalışırım. Bu yazıda ise birkaç özel ismi Farsça olarak kullanacağım. Örneğin Otuzüç Kemerli köprü ya da Allahverdi köprüsü yerine “Siesepol” diyeceğim. Otuzüç diyenin fotografı çekilirse dudakları daha çekici görünürmüş, ama söz konusu görsellik değil yazı olunca Farsçanın ses tınısıyla kulağa hoş gelen Siesepol’ü yeğliyorum. Zaten Türkçemizdeki sözcüklerden pek çoğu Farsça kökenli değil mi? Ne kadar ötelesek de bizden olmuşlar.

Bunlara ileride söz arasında değineceğim. Şimdi şu adı güzel kendi çirkince otelden ayrılıp, benim gibi sefil gezginlerin geceleme yeri Amir Kabir misafirhanesine uğrama vakti. Çehar bağ caddesi üzerindeki bu yapı, iki katlı ve dörtgen bir bina. Havuzlu bir bahçe, daha doğrusu boşluk etrafında sıralanmış odalar, ortak banyo ve tuvaletlerden oluşuyor. Fiyatı da Sadi otelin dörtte biri. Çantaları attık odaya, indik havuzun başına. Gönül bir de Türk kahvesi ister ya, idare ediverdik nescafe ile. Yan masada İspanyol bir konuk. Üç beş kelam. Görülecek çok yer var, yeter bu kadar gevezelik.

Öğle vaktiydi Birinci Şah Abbas döneminde yapılan Çehel (Kırk) Sütuna vardığımızda. Hariciler için olanından biletimizi alıp, girdik içeri. Güneş tepemizde. Havuzdaki sudan yansıyan ışık gözümüzü kamaştırıyor. Havuzun köşeleri insan ve aslan figürleriyle süslü. Devasa havuzun çevresini süsleyen rengarenk gül tarhları arasından geçip sarayın önüne vardık. Görünen yirmi ahşap sütün. Sütunların arasında içi boş, zarif detaylı mermer bir havuz. Tavanlar, duvarlar bir şenlik yeri. Otur bir yere, her bir köşesine bakarak oku anlattığı öyküleri. Duvarlardaki minyatürler, tavandaki aynakari ve sedef kakmalar; hepsi ayrı bir zarafet. Biz bunları yorumlamaya çalışırken yanımıza bir çift geldi. Neredeyse bizim kadar muntazam Türkçe konuşuyorlar, Fehime ile Kumars. Tebrizlilermiş. Burayı gezmeye gelmişler. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, İranlılar Türklerle sohbeti seviyor. Bunların da bitmiyor soru ve anlatacakları. İran’da hemen her ortalama insanın olduğu gibi onların da, özellikle Kumars’ın tarih ve kültürleri üzerine bilgisi yabana atılacak cinsten değil. Bizdeyse zaman dar. Hazır ayağımıza gelmiş bu fırsatı da kaçırmak istemiyoruz. Orada oturup saatlerce sohbet edemeyeceğimize göre, başlıyoruz birlikte turlamaya. Nasılsa ışık olanakları da fotograf çekmeye elvermiyor. Hemen ilerideki Doğa Tarih müzesine dalıyoruz. Bir şaheser olmasa da hiç de fena değil, doğanın değişim ve gelişimine dair gördüklerimiz.

Şimdi istikamet İmam Meydanı, yani Nakş-ı Cihan. Dünyanın en büyük meydanlarından biri. Hatta Mao Zendung meydanından sonra ikinci büyük meydanı. İmam Camisi, Ali Gapu, Şeyh Lütfullah Camisi (Kadınlar Mescidi) ve Bozorg Pazar (Büyük kapalı çarşı)’ca çevrelenmiş. Ortadasında bir havuz, çevresi gezi ve dinlenme mekanları. Şah Abbas zamanında, bu mekan Ali Kapu’dan verilen söylevleri dinlemek için kullanıldığı gibi, at üzerinde oynanan bir nevi polo sporu için de kullanılırmış. Bugün faytonlarla dolaşmak, çayırlarda ailece sere serpe uzanmak, banklarda oturup etrafı seyreylemek mümkün.

Meydanda ilk uğrağımız Ali Kapu. “Mübarek Nakş-ı Cihan Devlethanesi” ve “Kasr-ı Devlethane” şeklinde de isimlendirilen bu yapı Şah Abbas’ın istirahat mekanı aynı zamanda hükümet sarayı. Yani zamanın Bab-ı Alisi. Safevi dönemi özgür saray mimarisi örneği bu saray her biri özel süslemelere sahip üç kattan oluşuyor. Üst katın kubbe ve duvarları alçı işlemeli kabartma ve üç boyutlu muhtelif camlar, kaseler, değişik müzik çalgıları ve servi ağaçları şeklinde yüzlerce oyukla bezeli. Ayrıca duvarlar dönemin meşhur ressamları tarafından işlenen dal, yaprak, kuş ve çiçek resimlerinin yer aldığı minyatürlerle nakışlanmış. Bu görüntüler izleyenlere Fars şiiri ile süsleme sanatları arasındaki bağlı hatırlatıyor. Hitabet balkonunun boyama ve yontma süslemelere sahip çatısını çınar ağaçlarından direkler taşımakta.

Geçiyoruz İmam Camisine. İçi ve dışı üzerinde renklerin oynaştığı çinilerle kaplı. Akustiği, çiçek desenli mermer devasa su çanakları, otuz metre yükseklikte kapısı, elli metre üzeri ana kubbesi, arkasındaki narenciye ağaçlı boşlukları... Hepsi birbirinden ilginç özellikleriyle bu anıtsal yapıyı tekrar tekrar seyreylemek uçmak hissi gibi. Üzerinde durmaksızın dönüp yorulunca bir ucuna tutunan güvercinleri, yetmez gibi aramızdaki onca mesafeye rağmen sarı-mavi-yeşil çinilerden beni ürkek bakışlarıyla izleyen tekir bir kedi. Yeter uçma gel yanıma der gibi. Çekingen olduğu kadar davetkar da. Gözle gönülle okşamak yetmez; dokun, dokun, dokun...

Meydana bakan işlikler ve al-ver merkezlerinden ilerleyip varıyoruz zamanın saltanat hareminin ibadetine ayrıldığı için Kadınlar Mescidi de denilen minaresiz Şeyh Lütfullah Camisine. Kapılar kapalı, şu an içini görmek olanaksız. Merdivenlerinde soluklanıyoruz. Gün akşama dönmekte. Fehime ile Kumars’dan ayrılma vakti. Ne onlar ayrılmak istiyor, ne biz. İslam İnkilabı meydanına kadar birlikte gittik. İran’ın pek çok büyük şehrinde olduğu gibi özel arabalardan birini dolmuş niyetine kullanarak.

Arabada sıkışan bacaklarımız tutulmuş. İnince Kumars “yürüyelim de kıçlarımız açılsın” dedi. Gülmekten kendimi alamadım. Yüzüme kuşkuyla bakınca, “biz başka şeye kıç deriz” dedim. “Evet ben biliyorum, siz ona popo diyorsunuz” dedi.

Sohbet öyle keyifli sürüyor ki, Siesepol’den Ferdovsi (Firdevsi) köprüsüyle yanyana Çhubi köprüsü ve ilerisindeki Hacı köprüye birlikte yürüdük. Hani bazı konular da ciğer yakmıyor değil. Kürt sorunumuz, İran camilerindeki hutbelerde Atatürk’e sövgüler, hadi bu kadar ağır bir sözcük kullanmayayım da yergiler diyeyim... Çoğunluk bunlara aldırmıyor gibi, ama iyiden iyiye sorgulayanlar da var, bilim adamı Kumars gibi. Yanlışlarımız, eksiklerimiz, çaresizlikler... Onlar gibi bizde de bazen öfke, çoğunlukla utanca dönüşüyor.

Çhubi köprüsü ve Hacı (Şah) köprüsü. Timur döneminin sonlarında yaya, atlı ve deve kervanları için yapılmış. Hacı köprüsünün bezemeli seyir terasları şimdilerde ziyaretçilere kapalı, çayhaneleri gibi. Sadece kemerleri ve suya inen merdivenlerden nehri izlemek ya da üzerinden geçip gitmek mümkün. Biraz ilerideki yeşilliğin içindeki sekilerde yaşlılar oturmuş şarkı söylüyor, daha doğrusu bizim ozan geleneğimizdeki gibi atışıyorlar. Ara sıra kemerlerin altında bir ezgiyi dillendirene de rastlamak mümkün, ama eskisi kadar sık değil. Köprünün başı ile sonundaki insan yüzlü asırlık aslan heykeli üzerinde çocuklar oyun oynuyor, taşın soğuk ama bir o kadar sağlam dokusunda. Bu zarif köprüden karşıya geçip Siesepol’e doğru ilerliyoruz. Ben fotograf derdine arkalarda kalıyorum. Onlar otele gitmek üzere trafik ışıklarında beni beklerken, siz gidin ben gelirim demekteyim el-kol işaretiyle. Anlaşamayınca sesleniyorum, ondan da sonuç alamayınca yanlarına koşturuyorum. Bu sırada yolumu kesen bir genç “lütfen biraz konuşabilir miyiz, ben Türkçeyi çok seviyorum” diyor. Biz İran’da “I love you ya da ben/biz Türkleri çok seviyoruz” denilmesine alışığız. Fakat bu başka bir sesleniş, ta yürekten vuranı. “Ben Türkçeyi çok seviyorum”... Sarı, kırmızı ve yeşil ışık ile bu ışıklı genç arasında çaresiz kalakalıyorum. Arkadaşları bekletsem bir dert, Türkçe aşığı ile iki çift söz edememek başka bir dert. Çaresizliğimi anlayan çocuk sözcükleri artarda sıralıyor: Lütfen sizden istediğim sadece biraz Türkçe konuşmak. Arkadaşlara siz geçin hemen geliyorum deyip, çocuğa da zamanımın olmadığını anlatmaya çalışıyorum. O arada elime telefon numarasını tutuşturup “yardıma ihtiyacınız olursa beni arayın” diyor. Ben de e-posta adresimi verip “Türkçe ile ilgili sorunlarınızda bana yazabilirsiniz” diyorum.

Arkadaşlarımızın oteline vardık. Odalarına çıkışımıza yönetim izin vermedi. Yabancı olduğumuz için. Onlarsa gereksiz büyüklükteki suit odalarında bizi ağırlamak istiyorlardı. Üzüldüler... Bu dert edilecek şey mi? Gönül sohbet ister kahve bahane... Çevrede bir sürü yer var deyip, dışarı attık kendimizi. Çarşıları dolaşarak sohbeti sürdürüp, geç saat misafirhanemizdeki küçük odamıza döndük.

İstanbul, 28.05.2007 - Fatma Özdirek

Özgün halde okuyup, fotografları izleyebilmek için:
http://fatmaozdirekiran.blogspot.com/2007/05/isfahan-birinci-gn.html
 

Etiketler
İsfahan... İkinci Gün...

Misafirhanede sabah kahvaltısı var. Benim tercihimse fırından yeni çıkmış ekmekle kahvaltı etmek. İlacımı alıp fırına koştum. Taze ekmek kokusu dayanılır gibi değil. Ekmeği alıp soğutmak olmaz. Önce bakkala uğrayıp kahvaltılık almalı. Buzdolabında alıştığımız tarzda beyaz peynir buldum, yanına da bal aldım. Epeydir zeytin yemedik, bir de özlemişim. İran’da bizdeki gibi siyah zeytin yoktur, ama yeşil zeytinleri oldukça iyidir. Tezgahlarda göremiyorum. Satıcıya sordum, malumunuz İngilizce. Bir şey anlamadı. Ben başladım tepedeki rafları gözlemeye. Sonunda gördüm. Bir halle de adamcağıza yerini gösterdim. Masanın üzerine koyduğu gazeteye basıp rafa uzandı. Konserveyi tutuyor, hayır diyorum. Turşuyu tutuyor, hayır. “Olive... Green olive... Black olive...” gibi zırvalayıp duruyorum. Adamcağız bütün kavanozları, kutuları tuttu. Sonunda sıra zeytin kavanozuna geldi. İçimden nihayet dedim. Ben “Evet” deyince o öyle bir “zeytuunnn” dedi ki, gözlerimin ışımasından da aradığı altınına kavuşmuşların heyecanını sezip, zeytin kavanozunu avucuma fırlattı. Fırına koşturup sıcacık ekmeği de alınca elimin yangınına aldırmadan mutlu mesut misafirhaneye döndüm.

Odaya girdim ki benim canciğerin yüzü parçalı bulutlu. Gerçi son günlerde sık sık bulutlanıyordu ya bugünkü sağanak öncesine benziyor, yağdı yağacak. İlk kez yurtdışına yalnız çıkıyor, yetmez gibi benimle, hem de oldukça zor koşullarda, olur böyle şeyler deyip, yağmuru engellemek için ona zeytun hikayesini anlattım. Ay gülüşü belirir gibi oldu yüzünde. Bir de buralarda Türkçenin suyu mu çıktı diye bir eda. Yetmedi ben olsaydım Zeytin derdim, bir sorun kalmazdı diye bir yergi. Boş verdim hepsine. Böylece yağmur engellendi ya.
Kahvaltı için aşağı indik. İspanyol komşu ile hem sohbet hem aş paylaşımı. Biraz sonra bizim gibi garip giysili bir hatunla üç erkek geldi. Yorgun görünüyorlar ama bir o kadar da şen şakrak. Baktık bizim memleket dilini konuşuyorlar. Biz de sizdeniz hesabı bir selam çaktık. Gençlerden birinin üzerinde Marmara Spor Kulübü armalı giysi. Bizim yüzmeye gittiğimiz kulüp. Söze başlasak akraba bile çıkabiliriz gibi geldi bir an. Sıra geldi sigara faslına. Canciğer dumana katlanamayıp attı kendini odaya. Gençler çantalarını odalarına bırakıp kahvaltıya indiler. Zeytin, peynir soruyorlar. Yok dedim burada öyle şey. Ya bakkala gidip bulduğunuzu alacak ya da buradaki bal, kaymak, yumurta, üçgen peynir ile idare edeceksiniz. Anlaşılan gençler de benim gibi zeytinsiz kahvaltıya pek alışık değil. Bizim değerli zeytunu kavanozuyla onlara verdim.

Yollandık Kırk Sütuna. Hani dün öğle saatinde gittiğimiz için yansımalarını tam göremediğimiz Çehel Sütuna. Bakalım sabah ışığında durum nedir? İçeri girdik ki bahçe şenlik yeri. Onlarca öğrenci öğretmenleriyle resim yapmaya gelmişler. Öğretmenlerinin yaptığı kısa bir açıklama sonrası üçer beşer gölgelere sığınıp başladılar çalışmaya. Sütunların yansımaları da düne göre oldukça iyi. İçini dışını bir kez daha tavaf ettik. Havuzun başına oturup aynakarilere daldım. Hazır aynakarilere dalmışken onlarla ilgili söylenceyi de anlatayım. Güya Şah Abbas büyük ebatta bir miktar aynanın Venedik’ten satın alınmasını emretmiş. Aynalar İsfahan’a vapurla getirilirken şiddetli bir tufan sonucu hepsi kırılmış. Şah Abbas buna çok üzülmüş. İsfahanlı sanatkarlar sarayı ufak ayna parçaları ile süslemişler. Böylece aynakari sanatı ve işçiliği doğmuş.

Zaman dar, artık bu güzel mekandan ayrılmak gerek ya, bir de gece ışıklandırılınca yansımaların nasıl olacağını merak ediyorum. Gece kapalıymış. Eminim ki karanlıkta ışıklar yanınca yerebatan sarnıcı kadar ilginç olur. Ah ah ediyorum yine. Düşte sınır ve mutlak gerçek yok ya, Yerebatan’ın mermer sütunlarıyla, Çehel’in ağaç sütunları dans ediyor içimde, içeriden gelen mistik İran müziği eşliğinde. Gözlerimi kapayıp seyre dalıyorum. Düş bu en güzel yerinde ansızın bozuluverir. Öğrencilerin sesleriyle bitiveriyor. Biraz onlarla sohbet edip, fotograflarımızı çekip burası gibi yine seyrine doyum olmayan İmam meydanına yöneldik. Sıcak da dayanılır gibi değil. Ucundan kıyısından Bozorg pazara gözattık. Fehimeler aradı. Honar pazarda buluşacağız. Öncesinde uçak biletlerini halletmek gerek.

THY’de yer yok, yetmez gibi ateş pahası. İran Hava Yolları’rdan Pazartesi sabahı için Tahran İstanbul uçuşu bulduk. Istanbul’a varır varmaz işe gideceğiz, çaresiz. Burada bizdeki gibi uçuş rezervasyon sistemi yok. Ver parayı kap yeri. Üzerimizde de o kadar Tümen yok. Döviz bozdurmak için bankaya koştuk. Öyle her yerde de bozdurmak mümkün değil. Bank Saderat’da işlemler saat 11’de başlıyormuş. Bir saat sonra da öğle tatili. Neyse ki o arada hallettik bu işi. 400 $ karşılığı bir çanta dolusu Tümen. Banknotlar bizdekinden beter, hemen hepsi yırtık pırtık. Eksik mi verdiler, fazla mı? Say say bitmiyor. Tekrar koştuk İranair’e, aldık biletleri. Sıra geldi Şiraz ve Meşhed uçuşuna. Mümkünü yok yer bulmanın. Yine otobüslerle zaman telaşında sürecek yolculuk. Neyse ki bu koşturmacada Meşhed Tahran uçuşunu da hallettik.

Dostlarla Çehar Bağ üzerindeki Honar pazarda buluştuk. Çehar Bağ, geliş-gidişli geniş bir cadde. Adını üç yolun etrafında dört (çehar) sıra halinde dizilmiş ağaçlardan alıyor. Heşt Beheşt bahçesi ve sarayına gitmeyi önerdiler. Heşt Beheşt, yani sekiz cennet. Tanrı’nın yedi cennetinden sonra yeryüzünde cennetin de mümkün olabileceğini düşündürttüğü için verilmiş bu isim. Safevi döneminin son sultanları bu sarayda yaşamış. Botanik bahçesi eski güzelliğinden hiçbir şey yitirmemiş, büyülendik. Saraydaki süslemelerin bir kısmı dökülmüş, ama mihrap yerinde cinsinden. Yine göz alıcı. Şimdilerde restorasyon çalışmaları yapılıyor. Ağaç sütunlarsa kurtlara ve zamana meydan okuyor. Bahçenin bitiminde Sultan Hüseyin Cami ve medresesi var. Orada da restorasyon çalışmaları olduğu için ziyarete kapalı. Kubbe üstü ve minarelerin kızıl, yeşil, mavi, gri renkli seramik motifleri büyüleyici. Bu güzel motifli kubbe ve minareler İmam Camisinden esinlenilerek yapılmış. Söylendiğine göre caminin ikinci ağaç kapısının üzerindeki metalde “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısı” yazıyormuş.

İran’ın park ve bahçeleri gibi onları süsleyen modern heykelleri de insanı şaşırtıp kıskandırıyor. Hemen her köşe başında üzerinde avuç açmış el ve gül motifli yardım kutuları. Belki bu yardımlar sayesinde sokaklarda ona buna el açan insanlara rastlanmıyor.

İran gezisinden bir hafta önce aldığım dijital fotograf makinesiyle yola çıkmıştım. Gün geçtikçe daha az kilo taşıyabiliyor insan. Sevgili makinemle birbirini iyi tanımayan yeni evli çiftler gibiyiz. Ne zaman ne yapacağı belli değil. Bir bakıyorum hafızası doluyor, bir bakıyorum pilin şarjı bitiyor. Hafıza kartı bulmak sorun değil, aldım. Pil de alacağım, fakat İstanbul’da olduğu gibi burada da bulamadım. Devamlı kendime kızıyorum; yenisini bulunca eskisini boşar mısın diye. Yeni hafıza kartı da yetmedi. Koştuk bir fotografçıya, CD kaydı için. Baktılar 5 GB’lık fotograf. Ancak akşama olur dediler. İyice dellendim. Pili şarj etmek için misafirhaneye döndük. Canciğer yorgun dinlenecek. Ben koşturdum Zayende’ye.

Akşam, hele de gece bir başkadır Zayende’nin keyfi. Gün batımının kızıl rengi boz dağlardan süzülüp ağaçlara, suya değerek; kenti renkten renge boyar. Gece zarif köprüler ışıklandırılınca, nehre yansımasıyla binbir gece masallarına dönüşür ortam.

Son zamanlardaki yasaklar nedeniyle kahvealtı köprülerinden sadece Siesepol’ün altındaki kalmış. Ona da kadınlar giremiyor. Doğal olarak hemcinslerime uygulanan bu tavra şiddetle karşıyım. Ayağım kahveye adım atıp atmamakta kararsız, fakat akıl dışı kuralları çiğnemeye meylim de malum. Hoş biz haricilere girme diyen de yok ya. Daldım kahveye. İlgi alaka tahmin edilebileceği üzere. Oturdum suya en yakın masaya. Artık bizde pek rastlanmayan demir sandalyeler, mermer masa. Sevgili kahvem buralarda yok. Oyalanmak için çay istedim. Amacım buradan Zayende’nin sesiyle, dingin akışını, çevreyi, insanları izlemek. Belki de binbir gece masallarından birine dalmak. Dengine gelir sohbet de olursa, değmeyin keyfime. Çay geldiğinde, çevre masalardaki gençler de usul usul masamın etrafına toplanıyor. Değinmedik ne onların yönetim sistemi ne bizimki kalıyor. Konuştuğum gençlerin çoğu hutbelerdekinin aksine Atatürk hayranı. Bizim de bir Atatürkümüz olsaydı bu hallerde olmazdık diye yakınıyorlar. Siz ne güne duruyorsunuz diyorum, gözleri ışıldıyor.

Sohbet, nargilelerin mis kokusu, önüme konan çayın kokusuyla birleşip adeta su gibi içime akıyor. Nehir kenarlarının da bu kahvedekilerden farkı yok. İsfahanlılar semaver ve nargilelerini yeşilliklere kondurmuşlar; onlar da bizim gibi demleniyor. Kadınların kahvelere girmesine yasak getirilmiş ama buralarda oturmasına getirilmemiş. Kadın erkek nargile çay eşliğinde yarenlik ediyorlar. Ah İran... Ah İranlı... diyorum. Bizdekinin aksine –korkarım ki şimdilik- özgürlüğün kısıtlanıyor kısıtlanmasına da, şükür ki özgünlüğün sürüyor hala.

İstanbul, 28.05.2007 - Fatma Özdirek

Özgün halinde okuyup, fotografları izleyebilmek için:
http://fatmaozdirekiran.blogspot.com/2007/05/isfahan-ikinci-gn.html
 

İsfahan... Üçüncü Gün...

Sabahtan Ateşgah ve Minar Combar’a gitmek istiyoruz. Buradaki taksicilerin durumundan daha önce söz etmiştim. Bu nedenle canciğer yerel araç diye tutturuyor. Şuheda meydanından Farughi caddesine geçiyoruz. Oradan minibüsler gidiyormuş. Bir saat sonra da Kuh-i Sengi Ateşkedesine varıyoruz. Taş Dağı’nın 1680 metre yüksekliğinde İsfahan’ın en eski mirası Zerdüşt Tapınağı. Zerdüştlerin ölülerini kuşlara terk ettikleri sessizlik kulesi. İsfahan ve Zayende nehrini görebilen bir tepenin üstünde. Tabii ki viran durumda. Çevrede bizden başka kimse yok. Yıllar önce buraya ilk gelişim gündoğumundaydı ve kalabalıktı ortam. O zaman yanımızda İsfahanlı Raziye vardı. Hani şu yalnız Hayyam, Sadi, Hafız, Firdevs’i değil Kafka, Hesse, Goethe, Dostoyevski’yi de konuşup tartıştığımız güzel. Daha sonra onun gibi pek çok güzelin bu bilgilere vakıf olduğunu öğrenip şaşırmıştım. Öyle uzaktan göründüğü gibi değil İran, İran insanı. Kültür ve sanata ilgilerini, kitap evlerindeki rafları izleyen sıradan insan anlayabilir.

Sabahın yumuşak ışığında sisler içinden İsfahan ve Zayendeyi izleyip Ateşgah ve çevresini fotograflamak öylesine keyifli ki insanın zamanı durdurası geliyor. Zamanı durduramayacağımıza göre bu görüntüleri karelere dönüştürüp Minar Combar’a yöneliyoruz. Otobüsle 15 dakikalık mesafede. Tüm girişlerde olduğu gibi buranın girişinde de, bir bana bir elimdeki sigaraya bakıp harici muamelesi yapıyorlar. Yine canciğer durumu kurtarıyor; bilet almadan içeri giriyoruz. Konuşmadığı sürece kimse onun harici olduğuna ihtimal vermiyor. İsfahan’ın o ceylan gözlü, güzel gülüşlü kızlarından hiç farkı yok. Minar Combar çift minareli küp şeklinde bir yapı. İçinde Ebu Abdullah’ın türbesi var. Söylendiğine göre dünya durdukça ayakta kalıp depreme dayanıklı olsun diye bu şekilde yapılmış. Minarelerden birini sallayınca ikisi de adeta titriyor. Gerçi kimileri bunun mimari bir hata sonucu olduğunu düşünüyor ya ben buna ihtimal vermiyorum. Bu zarif yapıyı buraya konduran kişi(ler), nasıl ve niçinini de düşünmüş olmalı.

Dün Fehimeler hazır oraya gitmişken Bağıparendegan’a da uğrayın demişti. Kuşlar bahçesi öyle yol üstü bir yerde değil. Hani atalarımız boşuna demiş, sora sora Bağdat bulunur diye. Epey zaman alıyor ama biz de buluyoruz kuşlar bağını. Zayende’nin kenarında koca bir alan. İçinde her tür kuş barınıyor. Saraylardaki minyatürlerden uçup gelen tavuz kuşları, pelikanların bizi rahatsız etmeyin diyen çığlıkları, baykuşların fotograf istemem tarzı bilge bakışları arasında dolaşıyoruz. Bir köşede de Miniairan –Miniatürk’den esinlenip biz veriyoruz ona bu adı-; sevimli köy evleri, köy yaşantısı; topraktan maketler halinde, içinde yaşamı anlatan insan, hayvan figürleriyle.

Zaman hızla geçiyor, artık o ünlü Ermeni mahallesi Colfa’ya gitme vakti. Çevreye sessizlik hakim, daha önce hiç karşılaşmadığım türden. Vank kilisesi civarında birden canlanıyor hayat. Uzaktan misafirhanedeki İspanyol arkadaşı gördük. Öyle bir selamlaştık ki anlayamasa da çok kimse, yollar tanıktır anlar... Gezginlik halleri; mavi denizde birbirini kaybedip de karşılaşan balıkların birbirine değen kuyruk ve kanat dokunuşları gibi, heyecanla dokunduk birbirimize.

İçeriye girdik, kilisenin önündeki mezarlara basıp geçerek. Hani bizde mezara basılmaz ya burada tam aksi. Kiliseler gibi cami önlerinde de durum aynı. Aziz Nesin’i yad ediyorum. Öldükten sonra çocuklarının üzerinde dolaşmasını istemişti ya.

Fransız ressam Ujan Filanin, 1840-1841’de İran’a yaptığı gezi notlarında şöyle diyor: Safevi mimarlığının en muhteşem dönemi Büyük Şah Abbas zamanı. Şah Abbas kendi başkenti İsfahan’da muhteşem binalar inşa etmeye büyük önem vermiş. Bir takım siyasi sebeplerle Hristiyan Ermenileri Aras ırmağı çevresinden İsfahan’a aktarmış. Vank kilisesinin yapımında İtalya üniversitelerinden mezun kişilerle İsfahanlı mimarlar çalışmış ve iç dekorda İtalyan motifleri kullanılmış. Böylelikle küçük bir mabetten büyük bir kiliseye dönmüş yapı. Dış bölümü ise Safevi dönemi özelliğini taşıyor, Sent Stafon mabedi ile Sent Tedi mabedinin aksine. Merkez Vank kilisesinde herhangi bir ihtişam görülmemekte. Çiçekler, bahçeler, servi ağaçları ve melekler duvarların süslerini oluşturmakta. Merkez kilisenin iç külliyesi birçok tablo, alçı işlemeleri ve seramik süslemelere sahip. Kilisenin mihrabına yakın bir melek Havans’ın eseri. Burada 4 kanatlı melekler bulunuyor ve bu dört kanat dünyadaki dört istikameti simgelemekte ve bunlar kilisenin kubbesini koruma altına almış bulunuyor. Minyatür, kuş, çiçek tasarımları altınla işlenmiş. İç kısımdaki duvarların temelli 1,5 metre yükseklikte seramiklerle süslenmiş. Babil burcu, Tanrının tanrıçalara mesajı, Yunus’un denize atılışı, bir balinanın karnında kendine bir sığınak arayışı, Firavun’un kızıl denizden geçişi ve İbrahim’in kendi oğlunu kurban etme kararlılığı bu tasvirlerden bazılarını oluşturmakta. Kilise çanı İtalyan kiliselerinde olduğu gibi binanın dışında. Çan burcu tek başına bahçenin orta kısmında yer almış. Çanın alt kısmında İsfahan’da vefat eden Avrupalı keşiş ve papazların bazılarının mezarları bulunuyor.

Ermeni Müzesi’ne giriyoruz. Ben daha önceden buranın buruk tanığıyım. Benim Alevi güzeli canciğerim görünce 1915 soykırım görüntüleri ve haritayı şaşkınlığa uğruyor. Olmaz böyle şey diye söylenip duruyor. Müzenin bitişiğinde bir başka müzecik. Ermeni Edebiyatı Müzesi. Kapısı kapalı. Kapıda iki büyük Ermeni şairin büstleri karşılıyor bizi. Ben ki kendi fotografımın çekilmesini hiç istemem, onların arasına kurulup bir anı götürmek istiyorum yuvama, şairler değiştirebilirmiş gibi düzeni. Evet değiştiremeyebilirler ama belki tarihçilerden daha yansız anlatabilirler gerçeği.

Dün Kumars bir tartışmadan sonra canciğere “sen Pan Türkist misin?” demişti, ne yazık ki tam bilemeden gerçeği. Gerçekler tüm açıklığıyla tartışılamadığı için bire bin katılarak çoğalıyor suçlar, suçlular. Var mı geçmişi pirüpak bir iktidar? Her biri çıkarlarını korumak için ne canlar yakmış, ne kıyımlar yapmışlar.

Bir dolmuşa binip merkeze dönüyoruz. Canciğere “biraz yürüyelim de kıçlarımız açılsın” diyorum, Kumars’dan öğrendiğimiz üzere. Yürüdükçe kan deveranı başlıyor, bacaklarımız açılıyor. Bir kez de gece görmek istiyoruz İmam meydanını. Bir başka güzel o zaman da. Halıcılara uğruyoruz alacakmış gibi. Oysa kendimizi zor taşıyoruz. Sadece görmek, dokunmak istiyorum. Göçerlerin dokudukları resim desenli Gabbeh halılara. Satıcılar “buyur madam” diyor. “Ne madamı? Hanumum ben diyorum, gülüşüyorlar. Kaçtır gaymeti? diyoruz. Hayli memnun, teşekkor ve godahafız ile çıkıyoruz dükkanlardan. Sokaklarda tırım tırım o ünlü basık suratlı uzun tüylü bizim İran, yabancıların Pers dediği kedilerini arıyorum, rastlayamıyorum. Cihangir’i özlüyorum, belki de daha çok sembolü olan özgür sokak kedilerini. Hardal sokağından her geçişimde bacaklarıma dolanışlarını.

Sigara eşliğinde notları yazmak için avluya indim. Gerginliğim had safhada. Bizim memleketli gençler gece yarısı geldiler. İsfahan özellikle İran ile ilgili düşüncelerini öğrenmek istedim. Özgür arkadaşla konuştuk uzun uzun. Bildiklerinden, düşündüklerinden çok farklı bulup sevmişler İran’ı. Gecenin bir yarısı İsfahan sokaklarını dolaşmaya doyamadıklarını söyledi. İki kadın tek başına burada olmamıza şaşırmışlar. Buraya gelmeden önce çok araştırma yaptım. Gerçi daha önce buraya bir kadının geldiğini okumuştum, hatta Zayende’ye fotograf makinesinin objektifini düşürmüş. Buraları çok sevdiğini anlatmıştı dedi. Garip bir rastlantı ama o kadın benim dedim. Şaşkınlıkla beni kucakladı. Sonraki konuşmalarımızdan yıllarca aynı semtte yaşayıp, karşılaşmamış, karşılaşmışsak da birbirimizin farkına varamamış olduğumuzu anladık. Yolcuların sohbeti bitmez. Gün doğmadan uyumak gerek, yeni sürprizlere uyanmak için.

Kapının sesine canciğer uyardı, keyifsiz görünüyor. Zaten misafirhaneye her dönüşte garipleşiyor. Benim nüktedanım, ay gülüşlümün yüzünde sanki ay tutulması yaşanıyor. Gülücüğü değil ayın kendisi bile görünmez oluyor. Oysa ne kadar da zorluyorum kendimi odada sigara içmemek için. Bazen kendime kızıyorum onun bu halleri sigaram yüzünden diye, bazen ona; içimden tabii. Hoş biliyorum ya tek neden de bu değil. Sevemedi benim sevdiceğimi. Kanıtlayamadım ona onun ne hoş olduğunu. Yetmedi kadim yapıları, güzel suları, güler yüzlü candan insanları. Benim için de gerçeği inkar boşuna, çöküyorum bu hallerden. Bazen agresif oluyorum, genellikle kolum, kanadım kırılıyor. Attilla İlhan’ın dizelerindeki gibi “Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?” diye düşünerek uykuya dalıyorum.



İstanbul, 28.05.2007 - Fatma Özdirek

Özgün halde okuyup, fotografları izleyebilmek için:
http://fatmaozdirekiran.blogspot.com/2007/05/isfahan-nc-gn.html
 

Ynt: İsfahan... Üçüncü Gün...

Fatma Hanım sitenizdeki fotoğrafları da inceledim. Harika bir yeri harika bir şekilde anlatmışsınız. Halen İran'a gitmek isteyip de gidemeyen bendenizi yine oralara götürdünüz. Teşekkür ederim :smiley:
 

Ynt: İsfahan... Üçüncü Gün...

Beğeniniz için teşekkür ederim. En kısa zamanda gidebilmeniz dileğiyle... Selamlar...
 



Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,625
Mesajlar
1,521,268
Kayıtlı Üye Sayımız
172,271
Kaydolan Son Üyemiz
flfl112

SON KONULAR



Geri
Üst