Mühürlü dudakları hiçbir şey anlatmaz o kadının ve hiç susmaz hep konuşur yüreği. Sevdiğini gönderip evine, yaşadığı anların hayaline sarılır yalnız gecelerin koynunda. Hasretle daldığı uykulardan yine özleyerek uyanır. Gizli aşkının tanığı yoktur; mutluluğunu bilen olmaz, kimse görmez gözyaşlarını.
Yalnızlık hissetmez aslında, nerede olsa, nereye gitse içindedir çünkü sevgilisinin varlığı, en nadide mücevheri olarak kuytularına sakladığı sevdasıyla birlikte. Onu ikinci bir ben gibi taşır, bedeni “o”nun ruhunu saran bir kılıftır sadece artık.
Kalabalıklarda, tek başına sanıp da sokulanları nezaketle püskürtür yanından, ne biri ne diğeri aşamaz etrafına çektiği cam duvarı; biraz anlaşılmaz biraz da tuhaf görünmeyi göze alır. Yüreği haykırırken sevgisini, yeryüzünde ondan başka hiç kimsenin asla onun kadar sevemeyeceği insana söylemekten bile sakınır bunu. Onun aşkı ne bir borç ne bir armağandır çünkü sevgiliye verilen, Tanrı’nın bahşettiği mucizevî bir hissediştir. Bir yandan bağrında tutkuyla, ihtirasla yansa da ateşi o muazzam aşkın, bir kıvılcım sıçrayıp da acıtmasın diye mâşukun canını, bir serin duruş sergiler, kendisi için için kavrulurken.
“ İkinci kadın” değildir o zaten; sevdiği adamı rastladığı şartlarla kabul etmiştir yalnızca. Onları değiştirmeye çalışmaz, talepte bulunmaz, şikâyet edip durmaz, hatta soru bile sormaz. Ne derece şiddetle severse sevsin, bir erkeğin “kadınlarından” olmaz zira, o seçerse bir erkek onun “adamı” olabilir ancak. O yüzden ona ait, ona yakın ne varsa onunla beraber sever.
İbadet edercesine yaşasa da sevgiyi, sevdiğini “tanrı”laştırmaz; zaaflarıyla, hatalarıyla, belki şımarıklığıyla, böbürlenmesiyle ve yalanlarıyla sever; en baştan görüp anladığı için öyle yanlarını kendisi kırılıp incindiği zamanlarda dahi bunları yüzüne vurup onu incitmeye, kırmaya gönlü elvermez, o kadın o adamı, onda bulduğu, çok kıymet verdiği bambaşka değerleriyle sevmeye devam eder. Kendine güveninden, onurundandır, ona tümüyle “sahip olmak” için türlü oyunlar oynamaya kalkışmaması, kıskandırmaya çalışmaması, kurnazca yollara başvurmaması, zekâsı yetmediğinden değil...
En çaresiz anlarında sevdiğini araması, ona sığınması, ondan bir şeyler yapmasını, çözüm bulmasını beklediği için sanılır oysa ihtiyaç duyduğu şey bambaşkadır; tek ihtiyacı onun varlığıdır, yapabilecekleri ya da imkânları değil. (Ahhh nerde böyle kadınlar... A.O)
O kadın ne derece üzülürse üzülsün, kavga etsin, öfkelensin katiyen hakaret etmez, küçük düşürmeye yeltenmez istediklerini elde edemedi diye âşık olduğu erkeği; bir kere aşağılarsa ama o adamı, asla bir daha koynuna girmez.
Ve sevgisini o sevgi bittiğinde söyler söylerse ancak.
Bir yerlerde, gerçekten “ikinci kadın” olan kadınlar vardır bir de. Hep birinci kadınlığa “terfi” etmeyi umarlar. Zira kendilerini her daim, birlikte olduğu erkeklerle tanımlarlar.
Onlar da sever onlar da da acı çeker ne var ki bilinçaltlarında kendilerini sahiden değersiz bulmalarındandır esas ıstırapları. “Birinci kadın” yerinde durdukça yatıştıramazlar rahatsızlıklarını. Sanki değersizliklerini yüzlerine vuran bir aynadır o kadın.
İlk baştan bilerek, isteyerek her şeye razı olduklarını unutur, önce o kadına sonra o kadını derhal ekarte etmeyen adama kin kusarlar. Kadını gözden düşürmeye uğraşır, bir zamanlar “tanrı” mertebesine yükselttikleri adama karşı, aslında biraz da erkeklerin o zayıf yönlerini anladıklarından kurnazca kullandıkları, bu tavırlarından vazgeçip olmadık hakaretler yağdırırlar. Bu da yetmez, yalanlarla, “ceza”larla, ihanetlerle erkeği bağlamak için türlü oyunlara girişirler.
Genellikle sonradan gördükleri, sonradan buldukları, sonradan edindikleri konumlarını o adama borçlu olduklarını bir an bile düşünmez, saldırıya geçerler.
Çoğunlukla modern ve özgür oldukları iddiasındaki o kadınlar sevgiye, ilişkiye hâlâ bir “alacak”, “verecek” gözüyle baktıklarını fark edemezler. Bedenlerini, aşklarını “verirler”, öyleyse “alacakları” vardır.
Suçlu sayılmazlar belki de, farklı bir yerden geldikleri için, “ulaşılmaz” buldukları bir adamın onlara ettikleri iltifatlardan, uğurlarına yaptıklarından, yalvarıp yakarmalarından, yeteneklerini allayıp pullamasından şaşırıp, gözleri kamaştığından kendi kendilerine hayran kalmışlardır.
Onlara tutulan adamların, onları yanlarına “yakışır” hale getirmek, seviyelerini yükseltmek için nasıl çabaladıklarını, ne olanaklar sağladıklarını görmek istemezler. Hırsları her şeyin önünde gider.
Haksız denilemez bir bakıma o kadınlara. Hakaret ettikçe kıymetlenirler, sırf bu sebepten sahiden üstün görmeye başlarlar kimi erkekler onları, üstelik bir de peşlerinde koşup “affettirmeye” uğraşırlar kendilerini.
Hakaret ettiği adamlara sonra yaltaklanan kadınlarla onlara hakaret eden, belki de ihanet eden ya da ettiğini söyleyen kadınlar yüzüne gülünce her şeyi sineye çeken dahası mutlu olan erkekler oldukça “ikinci kadınlar” hep var olacaklar.
O kadınlar mutlaka bir gün “birinci kadının” yerini alsalar da içlerinde onları herkese karşı “savunmada” tutan “ikinci sınıf” ezikliğiyle yaşayacaklar.
Rengin Soysal
Yalnızlık hissetmez aslında, nerede olsa, nereye gitse içindedir çünkü sevgilisinin varlığı, en nadide mücevheri olarak kuytularına sakladığı sevdasıyla birlikte. Onu ikinci bir ben gibi taşır, bedeni “o”nun ruhunu saran bir kılıftır sadece artık.
Kalabalıklarda, tek başına sanıp da sokulanları nezaketle püskürtür yanından, ne biri ne diğeri aşamaz etrafına çektiği cam duvarı; biraz anlaşılmaz biraz da tuhaf görünmeyi göze alır. Yüreği haykırırken sevgisini, yeryüzünde ondan başka hiç kimsenin asla onun kadar sevemeyeceği insana söylemekten bile sakınır bunu. Onun aşkı ne bir borç ne bir armağandır çünkü sevgiliye verilen, Tanrı’nın bahşettiği mucizevî bir hissediştir. Bir yandan bağrında tutkuyla, ihtirasla yansa da ateşi o muazzam aşkın, bir kıvılcım sıçrayıp da acıtmasın diye mâşukun canını, bir serin duruş sergiler, kendisi için için kavrulurken.
“ İkinci kadın” değildir o zaten; sevdiği adamı rastladığı şartlarla kabul etmiştir yalnızca. Onları değiştirmeye çalışmaz, talepte bulunmaz, şikâyet edip durmaz, hatta soru bile sormaz. Ne derece şiddetle severse sevsin, bir erkeğin “kadınlarından” olmaz zira, o seçerse bir erkek onun “adamı” olabilir ancak. O yüzden ona ait, ona yakın ne varsa onunla beraber sever.
İbadet edercesine yaşasa da sevgiyi, sevdiğini “tanrı”laştırmaz; zaaflarıyla, hatalarıyla, belki şımarıklığıyla, böbürlenmesiyle ve yalanlarıyla sever; en baştan görüp anladığı için öyle yanlarını kendisi kırılıp incindiği zamanlarda dahi bunları yüzüne vurup onu incitmeye, kırmaya gönlü elvermez, o kadın o adamı, onda bulduğu, çok kıymet verdiği bambaşka değerleriyle sevmeye devam eder. Kendine güveninden, onurundandır, ona tümüyle “sahip olmak” için türlü oyunlar oynamaya kalkışmaması, kıskandırmaya çalışmaması, kurnazca yollara başvurmaması, zekâsı yetmediğinden değil...
En çaresiz anlarında sevdiğini araması, ona sığınması, ondan bir şeyler yapmasını, çözüm bulmasını beklediği için sanılır oysa ihtiyaç duyduğu şey bambaşkadır; tek ihtiyacı onun varlığıdır, yapabilecekleri ya da imkânları değil. (Ahhh nerde böyle kadınlar... A.O)
O kadın ne derece üzülürse üzülsün, kavga etsin, öfkelensin katiyen hakaret etmez, küçük düşürmeye yeltenmez istediklerini elde edemedi diye âşık olduğu erkeği; bir kere aşağılarsa ama o adamı, asla bir daha koynuna girmez.
Ve sevgisini o sevgi bittiğinde söyler söylerse ancak.
Bir yerlerde, gerçekten “ikinci kadın” olan kadınlar vardır bir de. Hep birinci kadınlığa “terfi” etmeyi umarlar. Zira kendilerini her daim, birlikte olduğu erkeklerle tanımlarlar.
Onlar da sever onlar da da acı çeker ne var ki bilinçaltlarında kendilerini sahiden değersiz bulmalarındandır esas ıstırapları. “Birinci kadın” yerinde durdukça yatıştıramazlar rahatsızlıklarını. Sanki değersizliklerini yüzlerine vuran bir aynadır o kadın.
İlk baştan bilerek, isteyerek her şeye razı olduklarını unutur, önce o kadına sonra o kadını derhal ekarte etmeyen adama kin kusarlar. Kadını gözden düşürmeye uğraşır, bir zamanlar “tanrı” mertebesine yükselttikleri adama karşı, aslında biraz da erkeklerin o zayıf yönlerini anladıklarından kurnazca kullandıkları, bu tavırlarından vazgeçip olmadık hakaretler yağdırırlar. Bu da yetmez, yalanlarla, “ceza”larla, ihanetlerle erkeği bağlamak için türlü oyunlara girişirler.
Genellikle sonradan gördükleri, sonradan buldukları, sonradan edindikleri konumlarını o adama borçlu olduklarını bir an bile düşünmez, saldırıya geçerler.
Çoğunlukla modern ve özgür oldukları iddiasındaki o kadınlar sevgiye, ilişkiye hâlâ bir “alacak”, “verecek” gözüyle baktıklarını fark edemezler. Bedenlerini, aşklarını “verirler”, öyleyse “alacakları” vardır.
Suçlu sayılmazlar belki de, farklı bir yerden geldikleri için, “ulaşılmaz” buldukları bir adamın onlara ettikleri iltifatlardan, uğurlarına yaptıklarından, yalvarıp yakarmalarından, yeteneklerini allayıp pullamasından şaşırıp, gözleri kamaştığından kendi kendilerine hayran kalmışlardır.
Onlara tutulan adamların, onları yanlarına “yakışır” hale getirmek, seviyelerini yükseltmek için nasıl çabaladıklarını, ne olanaklar sağladıklarını görmek istemezler. Hırsları her şeyin önünde gider.
Haksız denilemez bir bakıma o kadınlara. Hakaret ettikçe kıymetlenirler, sırf bu sebepten sahiden üstün görmeye başlarlar kimi erkekler onları, üstelik bir de peşlerinde koşup “affettirmeye” uğraşırlar kendilerini.
Hakaret ettiği adamlara sonra yaltaklanan kadınlarla onlara hakaret eden, belki de ihanet eden ya da ettiğini söyleyen kadınlar yüzüne gülünce her şeyi sineye çeken dahası mutlu olan erkekler oldukça “ikinci kadınlar” hep var olacaklar.
O kadınlar mutlaka bir gün “birinci kadının” yerini alsalar da içlerinde onları herkese karşı “savunmada” tutan “ikinci sınıf” ezikliğiyle yaşayacaklar.
Rengin Soysal