acemi karavancı
Her şey olacağına varır...
İstanbul – Kütahya yolundayız, gece yarısı…
Ne zamandır M. Apuleius Eurykles’i ziyaret etmek istiyordum. Kendisini tanımıyorum. Bildiğim, bizim oraların insanı olması ve duyduğuma göre çok da sevilirmiş. Bu nedenle ben ona kendiliğimden Apil dedim; daha rahat okunuyor ve bizden biri olduğunu daha iyi ifade ediyor. Yolculuk arkadaşlarım da “Göğneksiz Apil mi?” diye sordular. Niçin olmasın, belki de Göğneksiz Apil’dir.
İstanbul’dan 9 Temmuz 2009’da karavanla yola çıktık. Bendeniz Kadir Daylık, oğlum Barış Can Daylık, dostlarımız Akif Saklıca ve Musa Bursalı hep beraberdik. Erzak ikmalini yoldan yapmaya karar verdik. Saat 23:00’de tekerlekler döndü. Direksiyonda Barış Can vardı; bu karavanla ikinci uzun seyahatimiz oldu.
Kütahya
Bütün gece yaz serinliğinde yol aldık. Gebze, İzmit, Adapazarı, Pamukova, Bilecik’de yeni yapılan yol ve tünellerden geçtik. Sonra Bozüyük çevre yolu, İnönü… Porsuk barajının yanından süzüldük ve Kütahya’ya girmeden, yakınındaki benzin istasyonunda durduk. Burada 06:00 – 09:00 arası 3 saatlik uyku bize yetmişti. Elimizi yüzümüzü yıkadık ve devam ettik.
Karavanı Kütahya girişindeki gözlemecinin önüne park ettik. Kahvaltı için haşhaşlı katmer yemek istiyorduk ama “11:30’dan önce hazır olmaz” dediler; biz de yürüdük.
Asitanelerin başında gelen Konya Merkez – Asitane-i Aliyye’den sonra, derece itibariyle 1. sırada olan Afyonkarahisar’daki Mevlevi Camii’ni hepimiz biliyorduk. 2. sırada Manisa, 3. sırada Kütahya olmak üzere on beş tane asitane sıralanır. Asitane, içinde dervişlerin çile çıkarttıkları mevlevihanelerdir. Asitane’nin ayrıca İstanbul’un isimlerinden biri olduğunu da biliyor muydunuz?
[attachment=1]
3. sırada olan Kütahya’daki Dönerler Camii 1237 – 1243 yıllarına tarihlenmektedir. 1233 yılında Alaeddin Keykubad zamanında, Kütahya’nın Bizanslılar’dan Anadolu Selçuklularına geçtiğini düşünürsek, o karmaşa yıllarında yapılmış diyebiliriz. 1230 yılında Anadolu’ya gelen Germiyanoğlu Aşireti, artan Moğol baskısı karşısında 1260’ta göç ederek Kütahya’ya yerleşmiştir. 1277’de
Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasıyla Kütahya ve yöresinde hızla gelişen Germiyanoğlu Beyliği Batı Anadolu’nun en güçlü beyliği olmuştur.
İşte sabah saat 09:00’dan itibaren memleketimizin topraklarını dolaşmaya başlamıştık.
[attachment=2]
Şehir, sabah serinliğinde henüz çaylarını içiyor, sohbet demli çaylar eşliğinde koyulaşıyordu. Bu insanlar o insanlardı; öncekiler, dünküler, bugünküler…
Biraz edebiyat yaparsak şöyle olur; Anadolu’nun her toprağında binlerce yıldır cereyan eden baş döndürücü hareketlilik anaforlara ve kör düğümlere yol açar. Sonra o düğümler, savaşlar, istilalar, göçler gibi bitmek bilmeyen oluş bitişlerle tekrar tekrar çözülür. İşte bu oluş bitişler sayısız efsane, dram ve trajedi şeklinde taşlara kazınır, türküler olur, yüreklere siner…Dünden bugüne gelir, bugünden yarına…
[attachment=3]
Mezar taşlarındaki ayna ve çiçek betimlemeleri mezarın bayanlara ait olduğunu göstermektedir. Erkeklerin mezar taşlarında ise kartal ve bazen de aslan kabartması yer almaktadır.
Peki ya Amazonlar; gerçekten var mıydılar? Bazı mezar taşları bayanlara ait olsa da aslan ve kartal kabartması taşımaktaymış, işte bunlar da savaşçı kadınlar…
[attachment=4]
Hala Amazonlar’ın Anadolu’da yaşayıp yaşamadığı konusunda şüphesi olanlar varsa bizim gibi Kütahya Arkeoloji Müzesi’ne gitmeli ve buradaki Amazonlar Lahdi’ni görmelidir. Aizonai’nin 3 km batısındaki nekropolde bulunan bu lahit, yüksek kabartma tekniği ile yapılmış etkileyici bir sanat eseridir. Lahdin yan yüzlerinde Grekler’le Amazonlar arasındaki savaşları betimleyen kabartmalar vardır. MS 2. Yüzyılda yapıldığı belirlenen bu lahdin Cladius Severinus ve eşi Berenice’ye ait olduğunu kapaktaki yazıda okuyabildik. Eminim ki Cladius Severinus ve eşi Berenice’yi bizim Apil yani M. Apuleius Eurykles yakından tanımaktaydı…
Müzede lahdin arkasında dipte en solda bir büst vardı. Aizonai’de köprünün orda bulunmuş. Uzun uzun bakıştık ama ne o bana ne ben ona soramadık “siz kimsiniz?” diye… Bu bizim Apil olamaz mıydı?
Bu topraklarda MS 2. yüzyıldan biraz daha yakın zamana geldiğimizde Yıldırım Bayezid zamanında başlanmış ve Şehzade Musa Çelebi tarafından 1410 yılında tamamlanmış bir yapıyı, Ulu Cami’yi görüyoruz. Kütahya’nın en güzel ve en büyük bu camisinin yerini Kütahya’lılara sorduğumuzda “Merkez Camisi mi? Dümdüz yürüyün” demişlerdi.
Cami avlusuzdur. 3 kapısı, 64 penceresi, 2 kubbesi, 6 yarım kubbesi ve beş bölümlü son cemaat yeri var.
[attachment=5]
Mihrabın sağındaki Kâbe tasvirli pano dikkatimizi çekti. Dört sütunlu müezzin mahfeli altındaki şadırvanın sesi ise bizi zamandan aldı götürdü…
Kur’an Kursundaki çocukların cıvıltıları olmasa idi neredeyse Yıldırım Bayezid ile konuşacak, pek çok gizemi kendisinden öğrenecektik.
Bayezid, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu.
Bakındık, göremedik…
Babası Sultan I. Murat, annesi bir Bulgar asıllı (bazı kaynaklara göre ise Bizans asıllı) Gülçiçek Hatun'muş. Şimdi böyle tanıyan pek az. Adı babaannesinin babası Türkmenler'in Ede-Balı diye andığı Ebâ Yezîd'in adından gelir; dedik kimse bilmedi…
1381de bu topraklarda Germiyanoğulları Beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Sultan/Hatun 'la evlendi, dedik; hatırlamadılar… Bu evlilik sonrası Germiyan topraklarının neredeyse tamamı "gelin ceyizi" olarak Osmanlılara verilmiş dedik… Pek oralı olan olmadı…
1381 yılında evlenişinin takip eden yıllarda devlet idaresinde yetişmesi için Sultanönü (Eskişehir) ve sonra Germiyan İli (Kütahya) sancakları beyliğine atanmış. İşte içinde bugün şadırvan sesine çocuk cıvıltısının karıştığı Ulu Cami’nin yapımına bu yıllarda başlanmıştır.
Yıldırım Bayezit 8 Mart, 1403de 43 yaşındayken Akşehir'de neden olduğu hala bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüştür. Bayezid’in kaderi bizim oralarda, Batı Anadolu’da yazılmış…
Caminin yapımını bitiren Musa Çelebi (Ö. 1413) - Devlet Şah Hatun'un oğluydu. Caminin tamamlanmasından üç yıl sonra vefat etmiştir.
Zaman içindeki bu gidiş gelişler bizi yordu. Yolculuk mekânda ve zamanda geçiyordu.
Acıktık.
Ulu Cami’nin karşısındaki fırında mercimekli ve patatesli bükmeleri görünce dayanamadık. Asmalı Fırıncıya “Afyon’un bükmesini mi çaldınız?” diye sorunca kendisinin de Afyon’lu, Sinanpaşa’lı olduğunu söyledi. Bükmeleri hemen yandaki kahvede iki bardak çay eşliğinde mideye indirdik. Kahvaltı meselesi de böylece hallolmuş oldu.
Germiyanlı Sokağı’na giderken geçtiğimiz çarşıda vitrininin karışıklığı ile ilginç bulduğumuz bir dükkânda içerdeki beylerle yaptığımız sohbeti burada anlatmak istemiyorum. Çayların eşliğinde giriştiğimiz koyu sohbette bizi misafir edenlerin değindikleri Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı doğrusu bizi çok üzmüştü. Bugün bu zihniyet, özgürlüğümüzün ve Cumhuriyetimizin kazanıldığı bu topraklarda yer bulabiliyordu…
Akif Saklıca “Arkadaşlar” dedi “saat ilerliyor, Göğneksiz Apil’i bekletmeyelim” Musa Bursalı “önce bin yıllık kestane ağacını göreceğiz” dedi. Karavanımızı bıraktığımız yere hızlı adımlarla ilerlemeye başladık. Şimdi “bul” deseniz dükkânın nerede olduğunu bulamayacağım “Helvacıoğlu” sülalesinin üçüncü kuşak torunundan, yarım kilo henüz yeni dökülmüş irmik helvası alıp geçtik. Afyon’daki Helvacıoğlu sülalesi ile bir ilgileri olup olmadığını sorduğumuzda ilgilerinin olmadığını da öğrendik.
Karavanın yanına geldiğimizde gözlemeci dükkânı çalışıyordu. Hanımlar gözleme yapıyor ve içerde ağırlıklı olarak gençler gözleme yiyorlardı. Biz de birer tane özel haşhaşlı katmer yaptırıp ikişer bardak çay eşliğinde onları da öğle yemeği niyetine yedik. Gerçekten Akif Saklıca’nın tarifi üzerine kadınların yaptığı katmerlerin tadı harikaydı… Fazla gelen iki katmeri de paket yaptırıp yanımıza aldık.
Ne zamandır M. Apuleius Eurykles’i ziyaret etmek istiyordum. Kendisini tanımıyorum. Bildiğim, bizim oraların insanı olması ve duyduğuma göre çok da sevilirmiş. Bu nedenle ben ona kendiliğimden Apil dedim; daha rahat okunuyor ve bizden biri olduğunu daha iyi ifade ediyor. Yolculuk arkadaşlarım da “Göğneksiz Apil mi?” diye sordular. Niçin olmasın, belki de Göğneksiz Apil’dir.
İstanbul’dan 9 Temmuz 2009’da karavanla yola çıktık. Bendeniz Kadir Daylık, oğlum Barış Can Daylık, dostlarımız Akif Saklıca ve Musa Bursalı hep beraberdik. Erzak ikmalini yoldan yapmaya karar verdik. Saat 23:00’de tekerlekler döndü. Direksiyonda Barış Can vardı; bu karavanla ikinci uzun seyahatimiz oldu.
Kütahya
Bütün gece yaz serinliğinde yol aldık. Gebze, İzmit, Adapazarı, Pamukova, Bilecik’de yeni yapılan yol ve tünellerden geçtik. Sonra Bozüyük çevre yolu, İnönü… Porsuk barajının yanından süzüldük ve Kütahya’ya girmeden, yakınındaki benzin istasyonunda durduk. Burada 06:00 – 09:00 arası 3 saatlik uyku bize yetmişti. Elimizi yüzümüzü yıkadık ve devam ettik.
Karavanı Kütahya girişindeki gözlemecinin önüne park ettik. Kahvaltı için haşhaşlı katmer yemek istiyorduk ama “11:30’dan önce hazır olmaz” dediler; biz de yürüdük.
Asitanelerin başında gelen Konya Merkez – Asitane-i Aliyye’den sonra, derece itibariyle 1. sırada olan Afyonkarahisar’daki Mevlevi Camii’ni hepimiz biliyorduk. 2. sırada Manisa, 3. sırada Kütahya olmak üzere on beş tane asitane sıralanır. Asitane, içinde dervişlerin çile çıkarttıkları mevlevihanelerdir. Asitane’nin ayrıca İstanbul’un isimlerinden biri olduğunu da biliyor muydunuz?
[attachment=1]
3. sırada olan Kütahya’daki Dönerler Camii 1237 – 1243 yıllarına tarihlenmektedir. 1233 yılında Alaeddin Keykubad zamanında, Kütahya’nın Bizanslılar’dan Anadolu Selçuklularına geçtiğini düşünürsek, o karmaşa yıllarında yapılmış diyebiliriz. 1230 yılında Anadolu’ya gelen Germiyanoğlu Aşireti, artan Moğol baskısı karşısında 1260’ta göç ederek Kütahya’ya yerleşmiştir. 1277’de
Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasıyla Kütahya ve yöresinde hızla gelişen Germiyanoğlu Beyliği Batı Anadolu’nun en güçlü beyliği olmuştur.
İşte sabah saat 09:00’dan itibaren memleketimizin topraklarını dolaşmaya başlamıştık.
[attachment=2]
Şehir, sabah serinliğinde henüz çaylarını içiyor, sohbet demli çaylar eşliğinde koyulaşıyordu. Bu insanlar o insanlardı; öncekiler, dünküler, bugünküler…
Biraz edebiyat yaparsak şöyle olur; Anadolu’nun her toprağında binlerce yıldır cereyan eden baş döndürücü hareketlilik anaforlara ve kör düğümlere yol açar. Sonra o düğümler, savaşlar, istilalar, göçler gibi bitmek bilmeyen oluş bitişlerle tekrar tekrar çözülür. İşte bu oluş bitişler sayısız efsane, dram ve trajedi şeklinde taşlara kazınır, türküler olur, yüreklere siner…Dünden bugüne gelir, bugünden yarına…
[attachment=3]
Mezar taşlarındaki ayna ve çiçek betimlemeleri mezarın bayanlara ait olduğunu göstermektedir. Erkeklerin mezar taşlarında ise kartal ve bazen de aslan kabartması yer almaktadır.
Peki ya Amazonlar; gerçekten var mıydılar? Bazı mezar taşları bayanlara ait olsa da aslan ve kartal kabartması taşımaktaymış, işte bunlar da savaşçı kadınlar…
[attachment=4]
Hala Amazonlar’ın Anadolu’da yaşayıp yaşamadığı konusunda şüphesi olanlar varsa bizim gibi Kütahya Arkeoloji Müzesi’ne gitmeli ve buradaki Amazonlar Lahdi’ni görmelidir. Aizonai’nin 3 km batısındaki nekropolde bulunan bu lahit, yüksek kabartma tekniği ile yapılmış etkileyici bir sanat eseridir. Lahdin yan yüzlerinde Grekler’le Amazonlar arasındaki savaşları betimleyen kabartmalar vardır. MS 2. Yüzyılda yapıldığı belirlenen bu lahdin Cladius Severinus ve eşi Berenice’ye ait olduğunu kapaktaki yazıda okuyabildik. Eminim ki Cladius Severinus ve eşi Berenice’yi bizim Apil yani M. Apuleius Eurykles yakından tanımaktaydı…
Müzede lahdin arkasında dipte en solda bir büst vardı. Aizonai’de köprünün orda bulunmuş. Uzun uzun bakıştık ama ne o bana ne ben ona soramadık “siz kimsiniz?” diye… Bu bizim Apil olamaz mıydı?
Bu topraklarda MS 2. yüzyıldan biraz daha yakın zamana geldiğimizde Yıldırım Bayezid zamanında başlanmış ve Şehzade Musa Çelebi tarafından 1410 yılında tamamlanmış bir yapıyı, Ulu Cami’yi görüyoruz. Kütahya’nın en güzel ve en büyük bu camisinin yerini Kütahya’lılara sorduğumuzda “Merkez Camisi mi? Dümdüz yürüyün” demişlerdi.
Cami avlusuzdur. 3 kapısı, 64 penceresi, 2 kubbesi, 6 yarım kubbesi ve beş bölümlü son cemaat yeri var.
[attachment=5]
Mihrabın sağındaki Kâbe tasvirli pano dikkatimizi çekti. Dört sütunlu müezzin mahfeli altındaki şadırvanın sesi ise bizi zamandan aldı götürdü…
Kur’an Kursundaki çocukların cıvıltıları olmasa idi neredeyse Yıldırım Bayezid ile konuşacak, pek çok gizemi kendisinden öğrenecektik.
Bayezid, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu.
Bakındık, göremedik…
Babası Sultan I. Murat, annesi bir Bulgar asıllı (bazı kaynaklara göre ise Bizans asıllı) Gülçiçek Hatun'muş. Şimdi böyle tanıyan pek az. Adı babaannesinin babası Türkmenler'in Ede-Balı diye andığı Ebâ Yezîd'in adından gelir; dedik kimse bilmedi…
1381de bu topraklarda Germiyanoğulları Beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Sultan/Hatun 'la evlendi, dedik; hatırlamadılar… Bu evlilik sonrası Germiyan topraklarının neredeyse tamamı "gelin ceyizi" olarak Osmanlılara verilmiş dedik… Pek oralı olan olmadı…
1381 yılında evlenişinin takip eden yıllarda devlet idaresinde yetişmesi için Sultanönü (Eskişehir) ve sonra Germiyan İli (Kütahya) sancakları beyliğine atanmış. İşte içinde bugün şadırvan sesine çocuk cıvıltısının karıştığı Ulu Cami’nin yapımına bu yıllarda başlanmıştır.
Yıldırım Bayezit 8 Mart, 1403de 43 yaşındayken Akşehir'de neden olduğu hala bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüştür. Bayezid’in kaderi bizim oralarda, Batı Anadolu’da yazılmış…
Caminin yapımını bitiren Musa Çelebi (Ö. 1413) - Devlet Şah Hatun'un oğluydu. Caminin tamamlanmasından üç yıl sonra vefat etmiştir.
Zaman içindeki bu gidiş gelişler bizi yordu. Yolculuk mekânda ve zamanda geçiyordu.
Acıktık.
Ulu Cami’nin karşısındaki fırında mercimekli ve patatesli bükmeleri görünce dayanamadık. Asmalı Fırıncıya “Afyon’un bükmesini mi çaldınız?” diye sorunca kendisinin de Afyon’lu, Sinanpaşa’lı olduğunu söyledi. Bükmeleri hemen yandaki kahvede iki bardak çay eşliğinde mideye indirdik. Kahvaltı meselesi de böylece hallolmuş oldu.
Germiyanlı Sokağı’na giderken geçtiğimiz çarşıda vitrininin karışıklığı ile ilginç bulduğumuz bir dükkânda içerdeki beylerle yaptığımız sohbeti burada anlatmak istemiyorum. Çayların eşliğinde giriştiğimiz koyu sohbette bizi misafir edenlerin değindikleri Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı doğrusu bizi çok üzmüştü. Bugün bu zihniyet, özgürlüğümüzün ve Cumhuriyetimizin kazanıldığı bu topraklarda yer bulabiliyordu…
Akif Saklıca “Arkadaşlar” dedi “saat ilerliyor, Göğneksiz Apil’i bekletmeyelim” Musa Bursalı “önce bin yıllık kestane ağacını göreceğiz” dedi. Karavanımızı bıraktığımız yere hızlı adımlarla ilerlemeye başladık. Şimdi “bul” deseniz dükkânın nerede olduğunu bulamayacağım “Helvacıoğlu” sülalesinin üçüncü kuşak torunundan, yarım kilo henüz yeni dökülmüş irmik helvası alıp geçtik. Afyon’daki Helvacıoğlu sülalesi ile bir ilgileri olup olmadığını sorduğumuzda ilgilerinin olmadığını da öğrendik.
Karavanın yanına geldiğimizde gözlemeci dükkânı çalışıyordu. Hanımlar gözleme yapıyor ve içerde ağırlıklı olarak gençler gözleme yiyorlardı. Biz de birer tane özel haşhaşlı katmer yaptırıp ikişer bardak çay eşliğinde onları da öğle yemeği niyetine yedik. Gerçekten Akif Saklıca’nın tarifi üzerine kadınların yaptığı katmerlerin tadı harikaydı… Fazla gelen iki katmeri de paket yaptırıp yanımıza aldık.