Karasu Çevresindeki Köylere Yaren Ile Yapılan Geziler...

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan hk41tr Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 5
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 2,699

hk41tr

Yeni Üye
Mesajlar
9
Tepkime Puanı
32
Yer
Kocaeli
Bisiklet ile çevre gezisi,

Bisikletin selesini çok sert diye değiştirmeyi düşünürken bayramın ikinci günü kapı önündeki bisiklete bir baktım, aha, sele yok ortalıkta. Araklamışlar. Şimdi sokağa çıkıp ta,
-Benim bisikletin selesini alanın, diye bağırmanın anlamı yok tabii ki.
Site yöneticisine söylüyorum,
-Seleyi çalmışlar, diye.
-İhtiyacı vardır, almıştır abi, diyor.
Dedim ya, zaten değiştirecektim. Ertesi gün çıktım bisikletçi aramaya. Yazlık nüfus çok olduğundan,
-Hah bu bilir, diye kime sorduysam.
-Şurada vardı bir tane, ama şimdi nereye gitti bilmiyorum.
Gücüme giden şey,
-Adama bak, bisikleti almış yanına, bayram çocuğu gezdirir gibi gezdiriyor.
Sonra selenin olmadığını görenlerin, sele yerine sadece borunun olduğunu gördüklerinde içlerinden kıs, kıs güldüklerini hissediyorum.
-Adam nereye oturacak ki!
O bana gülenleri oturtasım geliyor o zaman. Tam üç saat dolaştım, yavrum kollarımın arasında, sokak, sokak avare gibi geziyoruz. Sonunda bir bisikletçi buldum.
Arkamı döndüm, gösterdim, çok yaşlı olduğunu, şöyle tam buna göre, uyumlu, yumuşacık, yolda giderken beni rahatsız etmeyecek sele istiyorum.
Ulan herif de çok terbiyesiz. Bi bana baktı, döndü bir de kıçıma baktı. Sanki ölçü almış gibi doğru dükkanda asılı olan sıra, sıra selelerden irice bir tanesini tuttu getirdi.
-Bundan daha yumuşağı yok abi ! dedi. Seleyi mıncıklayarak bana ne kadar yumuşak olduğunu göstermeye çalışıyor.
Geldi bisikletin başına, seleyi takacak,
-Abi, hani bunun borusu?
Terbiyemi bozmamak için ağzımı açmadım. Neyse, seleyi yerine taktı, üstüne iki kere şap, şap diye vurdu, sanki benim kıçıma vuruyor.
Oradan bir an evvel uzaklaşmak lazımdı.
Çarşıdaki kalabalıktan çıkıp ta, sakin bir yere gelince,
-Hadi, bir de ben oturayım şuna, anlayayım, ne kadar yumuşak.
Ben bisikleti tanımam, bisiklet beni tanımaz. Birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Durma mesafesi, frenleri, selesi, direksiyonu falan hepsinin kendine göre ayrı özelliği var.
Bunları bilmezsen, atar üstünden, bu sefer de, kafa göz yarılmış, her taraf yara bantlı, üstelik bu sefer de sen bisikleti sırtına alıp taşırsın.
Niçin selesi yumuşak olsun diye uğraştım, işte bunun için. Uzun yol bisiklet kullanmak için. Uzun yol dediysem çevre köyleri gezebilmek için.

Akşamdan kafamda kurguladım. Haritalardan gitmeyi düşündüğüm yerlerin mesafesini kontrol ettim. Önce, beş kilometre uzaktaki köyü görmekti hedefim.
Bilmem, bakalım yola çıkacağım da, nereye kadar giderim. Ya yol bitecek ya da ben. Aşırı öğlen sıcakları bastırmadan yola çıktım.
Kıçım oturduğum seleyi fazla yabancılamadı. Çok çabuk alıştı. Sanki daha önceden tanışıyorlarmış gibi. Arada sırada bacaklarımın iç tarafı acısa da, kıçımı geriye attırarak rahatlatıyordum.
Beş kilometre sonra yokuş başına geldim. Aynı zamanda köyün içine giriş yapıyorum. Etrafta çok güzel, geniş bahçeler içerisinde, modern mimariden örnekler veren evler vardı. Herkesin kendine göre hayali vardır elbette ama bana o kadar yer içerisinde iki göz oda da yeterdi.
Bisikleti aldım sağ yanıma, yokuşu yan yana çıkmaya başladık.
İlerde köy kahvesini görünce, birbirimize baktık, azıcık dinlenelim dedik.
-Ben bir çay içeyim, sen de burada adam gibi dur, dedim.
-İki teker üstünde duramam, nasıl durayım, şu yandaki küçük ayağımı aç da öyle durayım bari, dedi.
-Tamam lan, fazla söylenme dedim.
Girdim kahve haneye, bir masanın etrafında oturmuş köylü arkadaşlar, kendi aralarında sohbet ediyorlar. Tam ilk masaya oturacaktım, buyur ettiler. Ardından da çayımı söylediler.
Sohbet koyulaşmaya başladı ama benim çenem durmadı ki. Aynı masada oturduğumuz iki kişi benimle oradan buradan sohbet ediyor, diğer ikisi telefonla mesaj çekmeye çalışıyorlar, arada bana da dönüp,
-He, he… öyle diyorlar..
Takkeli hacı babanın sesi soluğu çıkmıyor, o sadece dinleyici.
Upuzun kumsalı olan ve bununla övünen bir yerleşim yerinin sadece 150-200 metreden ibaret olmadığını yerel yöneticiler bilmeli. Köylü arkadaşlar ile aynı fikirde idik.
Sakarya nehrinin en güzel yerine, adı yeşil park olan, İstanbul ve çevresindeki varlıklı insanların kahvaltı ettikleri yerin hemen yanı başına içeriden gelen pis kokulu lağım sularının kimse farkında değildi.
Olsun, onların karnı doyuyordu ya. Burnuna kötü kokular gelse de karnı açtı. Önce karnını doyuracak, sonra koku alma duyusu çalışacaktı.
Sakarya nehrinin deniz ile kucaklaştığı 200 metre ileriden tutulan kefal balıkları akşamları da afiyetle midelere indiriliyordu.
Hem de sülalece, çoluk çocuk.
Bedava kumsal buldum diye, nehir ağzında denize girenler de bilmiyorlardı ki bokun içinde yüzüyorlar.
Kardeşlerim, belediyenin yetersiz kalmasından, yazın nüfusun çok arttığından, çöplerin zamanında toplanamadığından dertliler. O zaman da oy verdikleri belediye başkanı, yaz akşamları ana caddede ışıl, ışıl olan caddelerin yukardan videolarını çektireceğine, gündüz de bir zahmet etrafı kolaçan etse sefillik ve rezaleti yerinde görebilecekti. Maalesef, yerel yöneticilik seçilene kadar.
Seçildikten sonra, ko rahvan gitsin.
Köy dediysem, kocaman kasabaya sadece beş kilometre mesafede. Fındık yetiştiriciliği yapıyorlar.
Tabii, bütün işlerini traktörle yapıyorlar. Su ile çalışan traktör olmadığından, sordum.
-Mazotu kaç liradan alıyorsunuz?
-4.5 liradan alıyoruz.
-Keşke siz de yat alsaydınız, bak şimdi mazotu 1.5 liradan alırdınız.
Gübre pahalı, ilaç pahalı, mazot pahalı ama yok, reis bir tane.
Adam kıçlarındaki donu almış, haberleri yok.
Hacı amcada tık yok.
O diyordur ki içinden,
-Kim lan bu, komünist kılıklı herif. Saçını da uzatmış böyle, gelmiş ortalığı karıştırıyor.
Çoğunlukla dinliyor gibi olsa da yan gözle beni süzdüğünün farkındayım.
Orada, arkadaşın biri hemen lafı Müslümanlığa getirdi.
-Zaten Müslüman adam temiz olmalı, dedi.
-Elbette, dedim. Ama, kirlilik her yanımızı sarmış. Kim yalan söylüyor, kim doğru söylüyor, bilmiyoruz. İki kişi,
-Haklısınız, diyor.
Telefon ile uğraşanlar da arada kafalarını kaldırarak kafalarını sallıyorlar.
Ama olsun, onlar için reis bir tane.
Artık sonunda Hacı amcaya dedim ki,
-Hacı amca, sadece ucundan azıcık kestirmekle Müslüman olunmuyor, görüyorsun değil mi?
Tık, yok. Hacı amcanın,
-Ulan nereden çağırdık, komünisti. Keşke öbür masada otursaydı sümsük, sümsük çayını içip gitseydi. Milletin kafasını çelmeye çalışıyor burada, diye içinden geçirdiğini duyar gibiyim.
Neyse, çay ikramlarına teşekkür ederek oradan ayrıldım.
Her şeye rağmen kibarca yeniden davet ettiler.

Rampayı bitirdim, şükürler olsun. Kısa bir bayır aşağıya gittikten sonra mezarlık yanından itibaren, tekrar benim bisikletle sarmaş, dolaş rampayı çıkıyoruz. Bazen o bana yaslanıyor. Bazen de ben ona. Mezarlığın yanından geçerken ben bildiğim iki duadan birini okuyorum, o bitiyor diğerine başlıyorum.
Sanki anlıyormuşum, manasını biliyormuşum gibi.
Halbuki, o sırada mezardan birisi kalksa, dese ki!
-Mır mır etme lan. Adam gibi Türkçe dua etsene bizde anlayalım.
Ama, maalesef dünya üzerinde bilmediği lisan ile dua eden tek milletiz vesselam.

Kazasız belasız mezarlık yanından kurtulduktan sonra, epey bir zaman düz yoldan gittim, sonra yokuş aşağıya koyverdim. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete oldum. Allah’tan araç trafiği çok az bir yol.
Frenleyerek bayır aşağıya inerken Sakarya nehrinin ovada süzülerek kıvrımlar yaptığını gördüm. Sol şeritten, sağ tarafa yanaşarak, ne kadar düzensiz ve gelişigüzel bir akarsu izlenimi veriyordu. Zaten kıyıya paralel giden dağların arasından anca bu şekilde kıvrılarak kurtulup, denize kavuşurdu.
Ahh, bir de o güzelim nehire kanalizasyon akıtmasak, ne iyi olurdu.
Bizim Sakarya nehrinin en geniş yeri toplasan 30 metreyi geçmez. Dolayısı ile iç su yolu olarak kullanılamazdı.
Ancak, şartlar oluştuğunda aynı İpsiz Recep’in yaptığı az su çeken tekneler ile içerilere girilebilirdi.
Her inişin bir düzü var, bir de çıkışı. Düze geldiğimde bu sefer sağa döndüm. Mahalle içinde yine bir köy kahvesinde mola verip bir çay içeyim dedim. Gazete okumaya tersten başlamış genç arkadaşın masasına çöktüm. Belki iki laf eder diye. Çok kültürlü ve meşgul olduğu için benim oraya oturduğumun farkına bile varmadı. Neyse, çayımı içtikten sonra, yine yollandım. Bu sefer öyle bir yokuş çıkacağım ki, ucu bucağı görülmüyor. Döne, döne çıkıyor.
Yeni yetme görgüsüz zenginler ya fındık paraları ile ya da kara paralarla mafya usulü filmlerde gördükleri abartılı evler yaptırmışlar.
Hemen yanı başlarındaki eski konakları, aslını koruyarak bakım yapsalar da orada otursalar belki daha rahat edecekler.
Maalesef bu konuda geçmişimizi koruyamıyoruz.
Şimdi, bu yokuştan kurtuldum ama bu sefer de geldim üç yol ağzına.
Hani benim google’daki kız arkadaşıma soracağım,
-Nereden gideyim kız? diye.
Ama, son yaşadıklarımdan sonra ona da güvenim kalmadı.
-Şuradan git!
Onun dediği yerden gidiyorum, bu sefer internet çekmiyor. İkisi bir araya gelip de uyum içerisinde çalışamıyorlar.
Hiç kimseye güvenim kalmadı artık. En doğrusu kahvede oturan köylü arkadaşlara sormak!
Birisi dedi ki,
-Sen ona buna bakma, benim dediğime güven. Buradan doğru aşağıya git, zaten bu yol öbür yol ile birleşiyor.
-Tamam, teşekkür ederim, dedim. Bisikletle beraber sarmaş dolaş gidiyoruz.
-Sen bisiklete bin, bin. Rahat edersin.
Çok düşünceli bizim insanımız. Yolda ilerlerken bıyıkları henüz terlemiş delikanlı da bana olmayan bıyıklarının altından gülüyor. Ben de kendi kendime,
-Manyak mı bu lan! diyorum. Niye gülüyor ki bu çocuk.
Bu çocuk benim başıma gelecekleri biliyormuş. Düz çakıllı yolda ilerlerken, çakıllı yol bitti. Toprak yola girdim. Fındık bahçelerinin arasından ben bisikletin üzerinde, o da ben ne dersem onu yapıyor.
-Yavaşla, fazla kendini kaptırma, bu yola da öyle güvenme, diyorum.
Hoop, frenleri sıkıyor.
50 metre sonra toprak yol devam ediyor ama, yolun bir tarafı normal, öbür yanı koca traktör lastiklerinden olmuş mezar çukuru gibi.
Yokuş aşağı kaptırdık valla, bisiklet hani inatçı beygirler gibi ön tekeri o çukura bir kaptırsam var ya…
Allah’ım ben hiç mi akıllanmayacağım yahu!
Adamın tarif ettiği yoldan devam ederken 70 metre sonra sola dönsem adam gibi yoldan gideceğim. Girdim yine tarla yoluna.
Bu sefer gittikçe yoldaki taşlar da irileşmeye başladı. Akıllıyım da yeni aldığım sele kıçımı fazla acıtmıyor.
Sarıldım yine ona, kimim kimsem yok dağ başında. O bana, ben ona yarenlik edeceğim.
Hayda! Yine bir yol ayrımı. Sola mı, sağa mı?
Her zamanki gibi yine sağ tabii ki. İki arkadaş birbirimize yaslanmış, dertleşerek gidiyoruz. Küçük bir köprünün üzerinden geçtim. Etrafımda çok güzel mısır tarlası, diğer taraftaki tarla nadasa bırakılmış, yemyeşil. Diğer tarafta üzeri eğrelti otları ile kaplanmış çardak.
Çardağın altında iki inek, bir buzağı var.
-Ne güzel lan, doğa ile iç içe olmak kadar güzel bir şey yok. Bir tarafımda sıcaktan bunalıp çardak altında bekleşen inekler, diğer tarafta yemyeşil bahçeler, diyerek keyifle yürüyordum
Yolun kıvrımlarını takip ederek ilk engele geldim. Hem de nasıl engel!
Arkadaş, böyle bir yol olamaz. İki traktör tekerinin yan yana açtığı çukur, içi su dolmuş ama henüz kurumamış. Üstüne bassam o balçık çamurun içinde kaybolup gideceğim. Sığır bile oradan gitmemiş, yan tarafta azıcık düz bir yol bulmuş, orada bile 30 santimetre çukura batmış. Şimdi bu yolda bisiklet gider mi. Gitmez tabii…
-Abi beni sırtına al! Vallaha ben buradan buraya bir tekerlek boyu gitmem.
-Gitmezsen gitme lan! diyemiyorum ki!
Mecburum, ne derse onu yapacağım. Ama ben biliyorum ona ne yapacağımı.
Manda geçmez çamurundan geçtik, yine sarmaş dolaş yola devam ediyoruz.
Yolu takip ediyoruz, tek yön, başka da seçeneğimiz yok.
Ulan, yine kocaman manda geçmez bataklığı.
Ben bisiklete, bisiklet bana baktı. Her iki gidonu ortada birleştirdi.
Bunun anlamı, “Ben gitmiyorum”.
Yapacak bir şey yok,
-Gel lan kucağıma şerefsiz.
Sevindi ama alınmasın diye şerefsiz lafını usulca söyledim. Çamuru geçtik ama bunun keyfi yerinde, yüzüme bakıp sırıtıyor.
-İn lan aşağıya, yeter artık, dedim. Biraz suratını astı, yapacak bir şey yok. Gelmişiz dünya kadar yol, hep kucağımda mı taşıyacağım seni.

Biraz daha ilerledik, son köşeyi döndük.
Allah kahretmesin, yol bitti. Yol geldi, geldi adamın tarlasının önüne, oraya çiti çekmiş. Mümkün değil geçilmez. Geçsem nereye gideceğim ki. Tarladan hop ormana! Hiç niyetim yok tekrar orman içinde debelenmeye. Bu sefer yalnız da değilim. Bisikletim var.
Oflaya, puflaya azıcık oturdum çimenlerin üzerine, dinlendim gibi oldum. Güneş tepemde boza pişiriyor sanki. Çok sıcak.
Mecbur, geldiğimiz yola geri döneceğiz. Gene geldik manda batmaz çamuruna, bisikletle birbirimizin yüzüne baktık. Anladım ne demek istediğini.
Tam da ineklerin bulunduğu çardak yanındayız. Geçerken ineğin bir tanesi bir böğürdü. Dağlardan yankılaması geldi. Garibim bizi trene benzetti her halde.
Bu sefer dönmediğimiz yola devam ettik. E neredeyse ana yola çıktık.
-Ulan amca, niye hiçbir yere sapmadan doğru git dedin bana. Adam gibi yol varmış, soldaki ilk yoldan sola dön desene. Ondan sonra sap desen de yolumu değiştirmem zaten.
Neyse, yolumuz düzgün. Bisiklete,
-Eğil, sıra bende. Bu sefer de ben sana bineceğim.
Sadece bayır yukarı, o da çok yorulduğu için birbirimize yaslana, yaslana yokuşları çıkıyoruz.
-Ha gayret, son bir yokuş kaldı.
Oflaya, puflaya o yokuşu da bitirdik. Artık,
-Gene binecek misin? diye, sormuyor. Hemen eğiliyor.
Ana yola çıktık. Yukardan aşağı bir koy verdik.
-Yavaş laan! diye bağırıyorum. Kafayı gözü dağıtmadan sağlam gidelim şuradan.
En sonunda Acarlar longozunu geçtim. Durmak yok, yola devam diyorum ama içimden de kendime küfür edip duruyorum.
-Niye buralara kadar geldin? diye. Arkamdan hızla gelen arabaların yaklaşma seslerini duyuyorum, hemen biraz daha sağa yanaşıyorum.
Sakarya nehrine yaklaştıkça, ha gayret diyorum. Beynim gitmek istiyor, ayaklarım,
-Yoruldum lan! Ne olur, azıcık dinlenelim diyor.
Artık sonunda, bisiklet de dayanamadı.
-İn lan üstümden, görmüyor musun, bacakların ne hale gelmiş. Yoruldun işte, kabul et! Gel, biz seninle gene kardeş, kardeş gideriz, diye söz verince indim.
Köprünün üstünden geçip çay bahçelerinin önünden geze, geze sahile indik.
Etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra,
-Yallah, hadi evimize gidelim, dedim.
Kazasız belasız eve ulaşmanın verdiği mutlulukla ben ve bisikletim güzel bir banyoyu hak etmiştik.
 



Bisiklet ile çevre gezisi,

Bisikletin selesini çok sert diye değiştirmeyi düşünürken bayramın ikinci günü kapı önündeki bisiklete bir baktım, aha, sele yok ortalıkta. Araklamışlar. Şimdi sokağa çıkıp ta,
-Benim bisikletin selesini alanın, diye bağırmanın anlamı yok tabii ki.
Site yöneticisine söylüyorum,
-Seleyi çalmışlar, diye.
-İhtiyacı vardır, almıştır abi, diyor.
Dedim ya, zaten değiştirecektim. Ertesi gün çıktım bisikletçi aramaya. Yazlık nüfus çok olduğundan,
-Hah bu bilir, diye kime sorduysam.
-Şurada vardı bir tane, ama şimdi nereye gitti bilmiyorum.
Gücüme giden şey,
-Adama bak, bisikleti almış yanına, bayram çocuğu gezdirir gibi gezdiriyor.
Sonra selenin olmadığını görenlerin, sele yerine sadece borunun olduğunu gördüklerinde içlerinden kıs, kıs güldüklerini hissediyorum.
-Adam nereye oturacak ki!
O bana gülenleri oturtasım geliyor o zaman. Tam üç saat dolaştım, yavrum kollarımın arasında, sokak, sokak avare gibi geziyoruz. Sonunda bir bisikletçi buldum.
Arkamı döndüm, gösterdim, çok yaşlı olduğunu, şöyle tam buna göre, uyumlu, yumuşacık, yolda giderken beni rahatsız etmeyecek sele istiyorum.
Ulan herif de çok terbiyesiz. Bi bana baktı, döndü bir de kıçıma baktı. Sanki ölçü almış gibi doğru dükkanda asılı olan sıra, sıra selelerden irice bir tanesini tuttu getirdi.
-Bundan daha yumuşağı yok abi ! dedi. Seleyi mıncıklayarak bana ne kadar yumuşak olduğunu göstermeye çalışıyor.
Geldi bisikletin başına, seleyi takacak,
-Abi, hani bunun borusu?
Terbiyemi bozmamak için ağzımı açmadım. Neyse, seleyi yerine taktı, üstüne iki kere şap, şap diye vurdu, sanki benim kıçıma vuruyor.
Oradan bir an evvel uzaklaşmak lazımdı.
Çarşıdaki kalabalıktan çıkıp ta, sakin bir yere gelince,
-Hadi, bir de ben oturayım şuna, anlayayım, ne kadar yumuşak.
Ben bisikleti tanımam, bisiklet beni tanımaz. Birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Durma mesafesi, frenleri, selesi, direksiyonu falan hepsinin kendine göre ayrı özelliği var.
Bunları bilmezsen, atar üstünden, bu sefer de, kafa göz yarılmış, her taraf yara bantlı, üstelik bu sefer de sen bisikleti sırtına alıp taşırsın.
Niçin selesi yumuşak olsun diye uğraştım, işte bunun için. Uzun yol bisiklet kullanmak için. Uzun yol dediysem çevre köyleri gezebilmek için.

Akşamdan kafamda kurguladım. Haritalardan gitmeyi düşündüğüm yerlerin mesafesini kontrol ettim. Önce, beş kilometre uzaktaki köyü görmekti hedefim.
Bilmem, bakalım yola çıkacağım da, nereye kadar giderim. Ya yol bitecek ya da ben. Aşırı öğlen sıcakları bastırmadan yola çıktım.
Kıçım oturduğum seleyi fazla yabancılamadı. Çok çabuk alıştı. Sanki daha önceden tanışıyorlarmış gibi. Arada sırada bacaklarımın iç tarafı acısa da, kıçımı geriye attırarak rahatlatıyordum.
Beş kilometre sonra yokuş başına geldim. Aynı zamanda köyün içine giriş yapıyorum. Etrafta çok güzel, geniş bahçeler içerisinde, modern mimariden örnekler veren evler vardı. Herkesin kendine göre hayali vardır elbette ama bana o kadar yer içerisinde iki göz oda da yeterdi.
Bisikleti aldım sağ yanıma, yokuşu yan yana çıkmaya başladık.
İlerde köy kahvesini görünce, birbirimize baktık, azıcık dinlenelim dedik.
-Ben bir çay içeyim, sen de burada adam gibi dur, dedim.
-İki teker üstünde duramam, nasıl durayım, şu yandaki küçük ayağımı aç da öyle durayım bari, dedi.
-Tamam lan, fazla söylenme dedim.
Girdim kahve haneye, bir masanın etrafında oturmuş köylü arkadaşlar, kendi aralarında sohbet ediyorlar. Tam ilk masaya oturacaktım, buyur ettiler. Ardından da çayımı söylediler.
Sohbet koyulaşmaya başladı ama benim çenem durmadı ki. Aynı masada oturduğumuz iki kişi benimle oradan buradan sohbet ediyor, diğer ikisi telefonla mesaj çekmeye çalışıyorlar, arada bana da dönüp,
-He, he… öyle diyorlar..
Takkeli hacı babanın sesi soluğu çıkmıyor, o sadece dinleyici.
Upuzun kumsalı olan ve bununla övünen bir yerleşim yerinin sadece 150-200 metreden ibaret olmadığını yerel yöneticiler bilmeli. Köylü arkadaşlar ile aynı fikirde idik.
Sakarya nehrinin en güzel yerine, adı yeşil park olan, İstanbul ve çevresindeki varlıklı insanların kahvaltı ettikleri yerin hemen yanı başına içeriden gelen pis kokulu lağım sularının kimse farkında değildi.
Olsun, onların karnı doyuyordu ya. Burnuna kötü kokular gelse de karnı açtı. Önce karnını doyuracak, sonra koku alma duyusu çalışacaktı.
Sakarya nehrinin deniz ile kucaklaştığı 200 metre ileriden tutulan kefal balıkları akşamları da afiyetle midelere indiriliyordu.
Hem de sülalece, çoluk çocuk.
Bedava kumsal buldum diye, nehir ağzında denize girenler de bilmiyorlardı ki bokun içinde yüzüyorlar.
Kardeşlerim, belediyenin yetersiz kalmasından, yazın nüfusun çok arttığından, çöplerin zamanında toplanamadığından dertliler. O zaman da oy verdikleri belediye başkanı, yaz akşamları ana caddede ışıl, ışıl olan caddelerin yukardan videolarını çektireceğine, gündüz de bir zahmet etrafı kolaçan etse sefillik ve rezaleti yerinde görebilecekti. Maalesef, yerel yöneticilik seçilene kadar.
Seçildikten sonra, ko rahvan gitsin.
Köy dediysem, kocaman kasabaya sadece beş kilometre mesafede. Fındık yetiştiriciliği yapıyorlar.
Tabii, bütün işlerini traktörle yapıyorlar. Su ile çalışan traktör olmadığından, sordum.
-Mazotu kaç liradan alıyorsunuz?
-4.5 liradan alıyoruz.
-Keşke siz de yat alsaydınız, bak şimdi mazotu 1.5 liradan alırdınız.
Gübre pahalı, ilaç pahalı, mazot pahalı ama yok, reis bir tane.
Adam kıçlarındaki donu almış, haberleri yok.
Hacı amcada tık yok.
O diyordur ki içinden,
-Kim lan bu, komünist kılıklı herif. Saçını da uzatmış böyle, gelmiş ortalığı karıştırıyor.
Çoğunlukla dinliyor gibi olsa da yan gözle beni süzdüğünün farkındayım.
Orada, arkadaşın biri hemen lafı Müslümanlığa getirdi.
-Zaten Müslüman adam temiz olmalı, dedi.
-Elbette, dedim. Ama, kirlilik her yanımızı sarmış. Kim yalan söylüyor, kim doğru söylüyor, bilmiyoruz. İki kişi,
-Haklısınız, diyor.
Telefon ile uğraşanlar da arada kafalarını kaldırarak kafalarını sallıyorlar.
Ama olsun, onlar için reis bir tane.
Artık sonunda Hacı amcaya dedim ki,
-Hacı amca, sadece ucundan azıcık kestirmekle Müslüman olunmuyor, görüyorsun değil mi?
Tık, yok. Hacı amcanın,
-Ulan nereden çağırdık, komünisti. Keşke öbür masada otursaydı sümsük, sümsük çayını içip gitseydi. Milletin kafasını çelmeye çalışıyor burada, diye içinden geçirdiğini duyar gibiyim.
Neyse, çay ikramlarına teşekkür ederek oradan ayrıldım.
Her şeye rağmen kibarca yeniden davet ettiler.

Rampayı bitirdim, şükürler olsun. Kısa bir bayır aşağıya gittikten sonra mezarlık yanından itibaren, tekrar benim bisikletle sarmaş, dolaş rampayı çıkıyoruz. Bazen o bana yaslanıyor. Bazen de ben ona. Mezarlığın yanından geçerken ben bildiğim iki duadan birini okuyorum, o bitiyor diğerine başlıyorum.
Sanki anlıyormuşum, manasını biliyormuşum gibi.
Halbuki, o sırada mezardan birisi kalksa, dese ki!
-Mır mır etme lan. Adam gibi Türkçe dua etsene bizde anlayalım.
Ama, maalesef dünya üzerinde bilmediği lisan ile dua eden tek milletiz vesselam.

Kazasız belasız mezarlık yanından kurtulduktan sonra, epey bir zaman düz yoldan gittim, sonra yokuş aşağıya koyverdim. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete oldum. Allah’tan araç trafiği çok az bir yol.
Frenleyerek bayır aşağıya inerken Sakarya nehrinin ovada süzülerek kıvrımlar yaptığını gördüm. Sol şeritten, sağ tarafa yanaşarak, ne kadar düzensiz ve gelişigüzel bir akarsu izlenimi veriyordu. Zaten kıyıya paralel giden dağların arasından anca bu şekilde kıvrılarak kurtulup, denize kavuşurdu.
Ahh, bir de o güzelim nehire kanalizasyon akıtmasak, ne iyi olurdu.
Bizim Sakarya nehrinin en geniş yeri toplasan 30 metreyi geçmez. Dolayısı ile iç su yolu olarak kullanılamazdı.
Ancak, şartlar oluştuğunda aynı İpsiz Recep’in yaptığı az su çeken tekneler ile içerilere girilebilirdi.
Her inişin bir düzü var, bir de çıkışı. Düze geldiğimde bu sefer sağa döndüm. Mahalle içinde yine bir köy kahvesinde mola verip bir çay içeyim dedim. Gazete okumaya tersten başlamış genç arkadaşın masasına çöktüm. Belki iki laf eder diye. Çok kültürlü ve meşgul olduğu için benim oraya oturduğumun farkına bile varmadı. Neyse, çayımı içtikten sonra, yine yollandım. Bu sefer öyle bir yokuş çıkacağım ki, ucu bucağı görülmüyor. Döne, döne çıkıyor.
Yeni yetme görgüsüz zenginler ya fındık paraları ile ya da kara paralarla mafya usulü filmlerde gördükleri abartılı evler yaptırmışlar.
Hemen yanı başlarındaki eski konakları, aslını koruyarak bakım yapsalar da orada otursalar belki daha rahat edecekler.
Maalesef bu konuda geçmişimizi koruyamıyoruz.
Şimdi, bu yokuştan kurtuldum ama bu sefer de geldim üç yol ağzına.
Hani benim google’daki kız arkadaşıma soracağım,
-Nereden gideyim kız? diye.
Ama, son yaşadıklarımdan sonra ona da güvenim kalmadı.
-Şuradan git!
Onun dediği yerden gidiyorum, bu sefer internet çekmiyor. İkisi bir araya gelip de uyum içerisinde çalışamıyorlar.
Hiç kimseye güvenim kalmadı artık. En doğrusu kahvede oturan köylü arkadaşlara sormak!
Birisi dedi ki,
-Sen ona buna bakma, benim dediğime güven. Buradan doğru aşağıya git, zaten bu yol öbür yol ile birleşiyor.
-Tamam, teşekkür ederim, dedim. Bisikletle beraber sarmaş dolaş gidiyoruz.
-Sen bisiklete bin, bin. Rahat edersin.
Çok düşünceli bizim insanımız. Yolda ilerlerken bıyıkları henüz terlemiş delikanlı da bana olmayan bıyıklarının altından gülüyor. Ben de kendi kendime,
-Manyak mı bu lan! diyorum. Niye gülüyor ki bu çocuk.
Bu çocuk benim başıma gelecekleri biliyormuş. Düz çakıllı yolda ilerlerken, çakıllı yol bitti. Toprak yola girdim. Fındık bahçelerinin arasından ben bisikletin üzerinde, o da ben ne dersem onu yapıyor.
-Yavaşla, fazla kendini kaptırma, bu yola da öyle güvenme, diyorum.
Hoop, frenleri sıkıyor.
50 metre sonra toprak yol devam ediyor ama, yolun bir tarafı normal, öbür yanı koca traktör lastiklerinden olmuş mezar çukuru gibi.
Yokuş aşağı kaptırdık valla, bisiklet hani inatçı beygirler gibi ön tekeri o çukura bir kaptırsam var ya…
Allah’ım ben hiç mi akıllanmayacağım yahu!
Adamın tarif ettiği yoldan devam ederken 70 metre sonra sola dönsem adam gibi yoldan gideceğim. Girdim yine tarla yoluna.
Bu sefer gittikçe yoldaki taşlar da irileşmeye başladı. Akıllıyım da yeni aldığım sele kıçımı fazla acıtmıyor.
Sarıldım yine ona, kimim kimsem yok dağ başında. O bana, ben ona yarenlik edeceğim.
Hayda! Yine bir yol ayrımı. Sola mı, sağa mı?
Her zamanki gibi yine sağ tabii ki. İki arkadaş birbirimize yaslanmış, dertleşerek gidiyoruz. Küçük bir köprünün üzerinden geçtim. Etrafımda çok güzel mısır tarlası, diğer taraftaki tarla nadasa bırakılmış, yemyeşil. Diğer tarafta üzeri eğrelti otları ile kaplanmış çardak.
Çardağın altında iki inek, bir buzağı var.
-Ne güzel lan, doğa ile iç içe olmak kadar güzel bir şey yok. Bir tarafımda sıcaktan bunalıp çardak altında bekleşen inekler, diğer tarafta yemyeşil bahçeler, diyerek keyifle yürüyordum
Yolun kıvrımlarını takip ederek ilk engele geldim. Hem de nasıl engel!
Arkadaş, böyle bir yol olamaz. İki traktör tekerinin yan yana açtığı çukur, içi su dolmuş ama henüz kurumamış. Üstüne bassam o balçık çamurun içinde kaybolup gideceğim. Sığır bile oradan gitmemiş, yan tarafta azıcık düz bir yol bulmuş, orada bile 30 santimetre çukura batmış. Şimdi bu yolda bisiklet gider mi. Gitmez tabii…
-Abi beni sırtına al! Vallaha ben buradan buraya bir tekerlek boyu gitmem.
-Gitmezsen gitme lan! diyemiyorum ki!
Mecburum, ne derse onu yapacağım. Ama ben biliyorum ona ne yapacağımı.
Manda geçmez çamurundan geçtik, yine sarmaş dolaş yola devam ediyoruz.
Yolu takip ediyoruz, tek yön, başka da seçeneğimiz yok.
Ulan, yine kocaman manda geçmez bataklığı.
Ben bisiklete, bisiklet bana baktı. Her iki gidonu ortada birleştirdi.
Bunun anlamı, “Ben gitmiyorum”.
Yapacak bir şey yok,
-Gel lan kucağıma şerefsiz.
Sevindi ama alınmasın diye şerefsiz lafını usulca söyledim. Çamuru geçtik ama bunun keyfi yerinde, yüzüme bakıp sırıtıyor.
-İn lan aşağıya, yeter artık, dedim. Biraz suratını astı, yapacak bir şey yok. Gelmişiz dünya kadar yol, hep kucağımda mı taşıyacağım seni.

Biraz daha ilerledik, son köşeyi döndük.
Allah kahretmesin, yol bitti. Yol geldi, geldi adamın tarlasının önüne, oraya çiti çekmiş. Mümkün değil geçilmez. Geçsem nereye gideceğim ki. Tarladan hop ormana! Hiç niyetim yok tekrar orman içinde debelenmeye. Bu sefer yalnız da değilim. Bisikletim var.
Oflaya, puflaya azıcık oturdum çimenlerin üzerine, dinlendim gibi oldum. Güneş tepemde boza pişiriyor sanki. Çok sıcak.
Mecbur, geldiğimiz yola geri döneceğiz. Gene geldik manda batmaz çamuruna, bisikletle birbirimizin yüzüne baktık. Anladım ne demek istediğini.
Tam da ineklerin bulunduğu çardak yanındayız. Geçerken ineğin bir tanesi bir böğürdü. Dağlardan yankılaması geldi. Garibim bizi trene benzetti her halde.
Bu sefer dönmediğimiz yola devam ettik. E neredeyse ana yola çıktık.
-Ulan amca, niye hiçbir yere sapmadan doğru git dedin bana. Adam gibi yol varmış, soldaki ilk yoldan sola dön desene. Ondan sonra sap desen de yolumu değiştirmem zaten.
Neyse, yolumuz düzgün. Bisiklete,
-Eğil, sıra bende. Bu sefer de ben sana bineceğim.
Sadece bayır yukarı, o da çok yorulduğu için birbirimize yaslana, yaslana yokuşları çıkıyoruz.
-Ha gayret, son bir yokuş kaldı.
Oflaya, puflaya o yokuşu da bitirdik. Artık,
-Gene binecek misin? diye, sormuyor. Hemen eğiliyor.
Ana yola çıktık. Yukardan aşağı bir koy verdik.
-Yavaş laan! diye bağırıyorum. Kafayı gözü dağıtmadan sağlam gidelim şuradan.
En sonunda Acarlar longozunu geçtim. Durmak yok, yola devam diyorum ama içimden de kendime küfür edip duruyorum.
-Niye buralara kadar geldin? diye. Arkamdan hızla gelen arabaların yaklaşma seslerini duyuyorum, hemen biraz daha sağa yanaşıyorum.
Sakarya nehrine yaklaştıkça, ha gayret diyorum. Beynim gitmek istiyor, ayaklarım,
-Yoruldum lan! Ne olur, azıcık dinlenelim diyor.
Artık sonunda, bisiklet de dayanamadı.
-İn lan üstümden, görmüyor musun, bacakların ne hale gelmiş. Yoruldun işte, kabul et! Gel, biz seninle gene kardeş, kardeş gideriz, diye söz verince indim.
Köprünün üstünden geçip çay bahçelerinin önünden geze, geze sahile indik.
Etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra,
-Yallah, hadi evimize gidelim, dedim.
Kazasız belasız eve ulaşmanın verdiği mutlulukla ben ve bisikletim güzel bir banyoyu hak etmiştik.
Valla helal olsun, bir gezi ancak bu kadar keyifli okunur, tebrikler. İzniniz olursa bu güzel hikayenizi paylaşmak isterim.

SM-N920C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
 





Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,383
Mesajlar
1,517,442
Kayıtlı Üye Sayımız
172,041
Kaydolan Son Üyemiz
İsmail.s

Çevrimiçi üyeler

SON KONULAR



Geri
Üst