Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan RÜZGAR Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 75
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 45,133
Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Yazıma gösterdiği ilgi için "ceranus" a teşekkür ediyorum.
Foruma girdiğim yıldan beri dikkatimi çeken "imzanızın" da en az sizin kadar güzel olduğunu düşünüyorum.
Gerçekten de kendilerine "bir şey" emanet edildiğinin kaç genç farkında dır acaba. Değerli arkadaşıma (kabul ederlerse tabii ki) bir öyküme göz atmasını öneriyorum. GRAMOFON.

http://www.dnm-ler.com/articles.php?id=351

Orada bize emanet edilen "o şey" in bizden önceki nesillerin nasıl gözü gibi koruduklarının öyküsüdür bu.

RÜZGAR
 

Etiketler
Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sevgili Gezenbilir arkadaşlarım,
Onbeş günde bir yayınlanan Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik adlı gezi anılarımın 3. bölümü yayınlandı.
.
Bu arada www.dnm-ler.com da yayınlanan öykülerime bir kardeş daha geldi. KURŞUN. http://www.dnm-ler.com/articles.php?id=452
Bir sonraki bölümde yeniden buluşabilmek umudu ile sizleri anılarımla ve öyküm le baş başa bırakıyorum.


Karavancıların “rüzgar” ismi ile andıkları Hüseyin Pelit, bu unvanını hızlı araba kullanması nedeni ile değil, [bildiğimiz ve onayladığımız kadarı ile] yüreğinin aklına, aklının da yüreğine doğru esmesi sebebiyle kazanmış… O vardığı yerden çok, hedeflediği menzile onu götüren yolun içinde olmaktan mutluluk duyan bir seyyah…
“Bakma”sını bilen, baktığını gören, anlayan ve yorumlayan bir aydın…
Dnm-ler’de, bu “rüzgâr”ı estirmeye karar verdik
Öyküleri ile tanıdığınız Rüzgâr’ın seyyah yönünü, karavancı kültürünü ve gezip gördüğü yerlerdeki aydınlığı sizlere aktaracağız…
Küçük bir yazı dizisi olacak bu… Yol haritamızdaki ilk hedef Adriyatik… Yani, Hırvatistan… Toplayın zihinlerinizi, gidiyoruz: Rüzgârınız bol, yolunuz açık olsun…



Bölüm. 3


Yolumuz Mostar’a, Saraybosna’ya doğru ;

Sıcak bir Eylül günü solumuzda masmavi Adriyatik ve Opuzen kavşağına gelmeden 9 km. önce Bosna–Hersek topraklarına giriyor, biraz sonra çıkıp Hırvatistan’a yeniden girip sonra kavşaktan Neretva boyunca yukarılara doğru ilerliyoruz. Kavşağın birkaç kilometre ilerisinde Metkoviç kasabasında yeniden Bosna- Hersek’e giriyoruz. Buralarda vize istenmediğini daha önce de belirtmiştik hatırlarsanız. Neretva yeşilimsi mavi görünümü ile oldukça büyük ve birçok tatlı acı anılarla dolu bir nehir. Etrafında peş peşe sıralanmış köylerden geçiyoruz. Bizim köylere yakın görüntüler var. Bir farkla ki camilerin yanı sıra kiliselerde yer alıyor buralarda. Kanyon yer yer derinleşiyor ve Balkanların yüksek dağlarının daracık kıyısından tek şerit halinde gidiyoruz. Srajevo 122 km. kadar fazla uzak sayılmaz ama 56 km. sonra Mostar’a geldiğimizde iki saat den fazla bir zaman geçtiğini görüyoruz. Eh,artık evdeki hesap çarşıya uymayacak bes belli.

Mostar da antik şehire gelmeden önce yeni apartmanların, çarşıların içinden geçmemiz gerekiyor. Sonra nehrin üzerindeki köprülerden tarihi Mostar bölümüne geçiliyor. Bir otopark bularak tabelalardaki “old bridge” oklarını izleyerek eski çarşıya dalıyoruz. Yine her milletten turistler çevremizde. Çarşının hediyelik eşya yelpazesi oldukça zengin. Küçüklü büyüklü bir alay hatıra eşyası. Bizde anılarımızın arasına bir “old bridge” ve de birkaç güzel cici bici daha katıyoruz. Öğle yemeğimizi eski köprünün hemen yanıbaşında bulduğumuz otantik bir restaurant olan Şadırvan’ da alıyoruz. Mönüde geleneksel Cebapcic (pide arası köfte), domestic cake (iki kat bol cevizli baklava) da var ama bir porsiyondan bana sadece iki lokma düşüyor maalesef. Garsonlar sormuyorlar bile nereli olduğumuzu. Zekamız, ve de ( ayıptır söylemesi) diğer yabancı turistlere göre bonkörlüğümüz bir de lisanımız tabiî ki ele veriyor bizi. Şişe suyu isterken “Neretva dan olmasın” derken sol elimle yaptığım halkaya sağ elime şak diye vuruyorum, çok gülüyor kız bu espriye. Orijinimiz de tescilleniyor böylece !...

Eski köprünün hikayesi malum. Mimar Sinan’ın 1566 da yaptırdığı tarihi köprü 1993 a kadar orijinal haliyle süslemiş Mostar’ı. Bosna Hersek in pullarındaki görüntüsü maktuplar la birlikte bütün dünyayı dolaşmış ama iç harp de tarihe karşı ihanetini sürdüren bir Sırp topçusu tarafından yıkılmış ne yazıkki. Köprünün aynısını yapıyorlar bizimkiler, Mostar’ lılara ( eski Osmanlının) Türkiye Cumhuriyetinin bir hediyesi olarak. Bu konudaki bilgileri de bir alıntı dan aktaralım dilerseniz.



1993 yilinda bombalanarak tamamen yıkılan ve tahrip olan Mostar Köprüsü'nün eski haline uygun olarak yeniden inşaası çalışmaları uluslararasi yardim ve UNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle

1997'de başladı. Orijinal taslar dalgıclar tarafindan nehir yatağından bulunup vinçlerle çıkarıldı. Civardaki taş ocaklarından yeni taşlar da getirilerek köprü yapımında kullanıldı. Orijinal modele sadık kalınarak, köprünün temelleri sağlamlaştırıldı. Mostar Köprüsü, çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir törenle 23 Temmuz 2004 tarihinde yeniden açıldı. Mostar Köprüsü diğer adı ile Stari Most, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne eklendi.



Bir de köprüden atlama geleneğine ait bir video alıntısı vermek bütünleyici olacak sanırım

http://video.google.com/videoplay?docid=-706152868358659826



Beş aşağı beş yukarı dolaştığımız çarşıdan bir iki parça daha beğendikten sonra Saraybosna tarafına doğru güney kıyısından yola devam ediyoruz. Hava çok sıcak ve nemli. Bir süre sonra bir barajın üzerinden kuzey kıyısına geçerken Neretva ya girmek , serinlemek geçiyor içimden ama yol dar, duracak doğru dürüst bir cep bulamıyorum. Düşündüğümü yapamadan öyle suya hasret gidiyoruz.

Böyle bir suya hasret “git Allah git” de Karadeniz gezimizde yaşamıştık.Bir türlü bir yerlerden denize giremeden yaptığımız 1500 km.lik yol aklımıza geldi. Beterin beteri var .Burası nede olsa yabancı bir ülke ve girmeyi düşündüğün su da akan bir nehir sonuçta. Akşam güneş çekilirken şehir girişindeki “Dobradosli Saraybosna” levhası nın altından geçebiliyoruz ancak. Şehrin içine giren yol bizi dosdoğru merkeze getiriyor. İki tur atıp kendimize kalacak bir yer arıyoruz. Nehir kenarındaki otoparklardan etrafı tellerle çevrili ve bekçisi olan birini gözümüze kestirip giriyoruz. Geceliği sadece €5. Akşamın yeni basan karanlığında kısa bir şehir turunda şehri boydan boya geçen Miljacka nehrinin kenarlarında geziniyoruz. Suyu bir hayli azalmasına rağmen yine de önemli bir kol olduğunu kenarlarındaki setlerin yüksekliği belli ediyor. Osmanlı hakimiyetinden bu yana inşa edilen tarihi yapılar gerçekten de şehrin geçmişinin kronolojisini yansıtıyor adeta. Birinci dünya savaşının çıktığı şehir diye de belleklere kazılan Saraybosna nın Osmanlı zamanındaki adı Saray Ova. Gerçekten de literatürde şehrin adı çok yakın benzetme ile Sarajevo olarak geçiyor aslında. Miljacka boyunca uzanan yeşilliklerde kızlı oğlanlı gençler her ülkedeki gibi ellerinde biraları ile sorumsuzluğun tadını çıkarıyorlar, çimenlerin üzerinde. Sonrasında balkan böreklerinden çeşitlemeler, salata, cevapçi ve de yerel biralardan oluşan akşam yemeğimizi yeni çarşı içinde iki hanımın işlettiği bir lokantada yiyoruz. Ilık bir duşun ardından yorgun bedenlerimizi karavanımızın yataklarına terk ediyoruz.

Ezan sesleri, çan sesleri arasında puslu ve serin bir sabahın ilk ışıkları karavanımızı doldursa da ısıtıcımızı ilk defa çalıştırmak gereği hissediyoruz geçen kıştan beri. Ne de olsa kara iklimi. Sıcacık çay eşliğinde oradan buradan alınmış peynirleri, ekmekleri yerken, bize alındığı yerleri de hatırlatıyor. Bil bakalım bu ekmeği nerden almıştık diyor Selma. “Ohrid’den” diyorum. Bilemedin, iki hakkın daha var. “Budva da ki marketten” diyorum. Biliyorum ikinci hakkımda. Karavancılığın da güzel taraflarından biri de bu, oradan buradan toplama çeşitlilik. Buz dolabındaki, diğer dolaplardaki bir sürü yiyeceğin kimi Şam’ dan kimi Halep’ den. Midelerimiz de bu enternasyonalist çeşitliliğe (! ) nasıl uyum gösteriyor, hayret doğrusu. Hava ısınır gibi. Gezecek, görecek birçok yer var daha. Miljacka paralelinde Ferhadije caddesinde yürüyoruz. Şehrin en önemli arteri. İnsanlar iş telaşında koşuşurken otobüs duraklarında bekleyen başörtülü ya da göğüsleri haçlı kadınlar dinsel kimliklerini açığa vurmayı sanki bir gurur vesilesi yapmışlar. Eğitimin katı kurallarına isyan bayrağı gibi sarkık kravatlar, belinden içeri doğru kıvrılarak minileştirilmiş etekler, çaktırmadan jöleli saçlar ile öğrenciler yine hep aynı. Birbirlerinden habersiz, birbirlerinden kopya çeken çocuklar ile dopdolu bir garip dünya bu. Şu moda denen şey anlaşılır gibi değil. Baş çarşıya’ ya girişte 2. dünya savaşında ölenlerin anısına yapılan ve hiç sönmeyen meçhul asker simgesi “Vatra” ateşinin önünde bir hatıra fotoğrafı çekiyoruz. Sonra trafiğe kapalı “Baş çarşıya” sokağını baştanbaşa dolaşıyoruz. Bosna Hersek te ne üretiliyorsa hepsini fazlası ile bulabileceğiniz bu az katlı eski evlerden oluşan çarşının otantik görünümlü bölümü tipik bir Osmanlı kalıntısı. Salkım saçak teşhir modası Tunus, Cezayir, Fas gibi diğer İslam ülkelerinin Medina’larını andırıyor adeta. Yorulunca bir kafe de asırlık çınarlar altında tek kişilik cezvelerde pişen “Bosnian Kaffa” molası veriyoruz. İhtiyaç molası ise Gazi Hüsrev Bey camiinde !. Çarşıdan Sırpların Sevdalinka türü müziğinden araştırıyoruz. Dükkan sahibinden CD almak için için yardım istiyoruz. Bir şey seçip veriyor. İlk parça hareketli ama bakalım ardından neler çıkacak?.. Azzz sonra karavana dönünce öğreneceğiz artık. Öğleyin yine meşhur bir börekçide Balkan böreklerinden çeşitleme yapıyoruz. Yanında ayran. Servis tabiî ki Türkçe yapılıyor, “afiyet olsun”lar, “güle güle”ler. Yine bekleriz diyorlar. Ben de “bizi mi, Osmanlıyı mı?” diye takılıyorum.

100 km. çevrede Zenica ve Tuzla var. Sırplar ın katliamından bolca nasiplerini almış bulunan Boşnak ların toplu mezarlarını ziyaret etmek bir olasılık ama Balkan tarihini ve savaşlarını çok yakından izleyen Selma buraları görmek bile istemiyor. Dönüyoruz. Dönüş yolu daha tenha gibi. Bu fırsattan istifade ben de Neretva ya bakıyorum elimden geldiğince. O yeşilimsi mavi suların iç harp zamanında bir çok olaya tanıklık ettiği günlerde kıp kırmızı aktığını düşünüyoruz. Bizim Kurban Bayramlarında İstinye koyuna akan kanlarla kırmızıya kesen denizin rengi sanırız Neretva’da da aynen yaşanmıştır birçok defalar. ( Döndükten sonra Sırp vahşetini ayrıntılı ve bakılması zor sahnelerle anlatan Kustarika’nın bir filminde bu tahminimizin ne denli gerçekleştiğini görüyoruz ekranda). Selma ,44’ Nazi işgalini ve 90’lı yılların başlarındaki Yugoslavya’ nın bölünmesi sıralarındaki iç harbin nedeni ve sonuçları ile ilgili konferansının bilmem kaçıncı bölümünü anlatıyor kesintisiz. Bu arada zaman zaman önüme düşen başım, taklit etmeye çalıştığı bomba ve mayın sesleri ile yeniden ve güçlükle eski haline geliyor. Metkoviç’te Hırvatistan sınırına geliyoruz ve de son kontrolden geçip Opuzen kavşağından Kuzey’e Split taraflarına doğru yöneliyoruz. Selma’nın heyecanla anlattığı sahnede Opuzen köprüsünü tutan Whermacht’ ın siyah üniformalı, gamalı haçlı askerleri Sırpların yanı sıra sanki bize de ateş açıyorlar ardımızdan ! Ciuvv, ciuvv. Bas gaza diyor, bas, kaçalım buralardan. Omuzundan tutup silkeleyerek, “tamam” diyorum “ tamam bitti artık. Bak önümüzde yemyeşil çamların eteklerini öpen köpük köpük dalgaları ile yine masmavi Adriyatik; yine dantel gibi koylar...

Batmaya hazırlanan portakal renkli güneşe “dur bekle bizi” diye sesleniyoruz...

Sonra güneşin kızıllaşan huzmelerine tutunup akşamın gittikçe koyulaşan maviliklerinde gözden kayboluyoruz.


3.Bölümün sonu.

-----------------------------------------------------

4.Bölüm de Omis, Trogir, Primosten’ e doğru gidiyoruz.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sn. Rüzgar,
Her ne kadar gerçek ortamda yollarda karşılaşamadıysakta, gezi yazılarımızda yolda karşılaştık. Üstelikte ülkemizden çok uzakta, Bosna Hersek'te. ;-)
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

sayın ruzgar.
ben bu tadı cok sevıyorum .yıne ne guzel yazmıssınız .anılarınızın ıcınde adeta yasıyarak okuyorum ve
okurken de aldıgım hazdan olacak kı bır cakırkeyf duygu ıle son yudumu dort'e boler gıbı bıtmesını gecıktırmeye calısıyorum. sankı bu defa ıcınde bırazda melankolık bır duygu algıladım. belkıde bıraz basımı dondurmus olmasından olabılır.
kalemınıze kuvvet. sagolun mehmet-ızmır
 




Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

"orbay74" e bu güzel yorumu ve duygularının derinliğini aktarma nezaketi gösterdiği için teşekkür ediyorum.
Epeyce bir zamandır, yazılarımda, teknik ayrıntılardan arındırılmış duygusal betimlemelerle sizleri bir "uçan halı" üzerinde gezdirmeye özen gösteriyorum .
Ne kadar becerebildiğimi sizlerin yorumlarından anlayabiliyorum zaman zaman.Sn. "orbay74" ün sözlerindeki gibi...

Kadim(!) okuyucum "teos" a da ilgisinden dolayı yeniden teşekkür ediyorum.
Sevgiler,
RÜZGAR
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sayın RÜZGAR,

Kamp-karavancılığın sevilip yaygınlaşmasında, sizin gibi duayenlerin katkısını bilmem anlatmaya gerek var mı? Neredeydik, nerelere geldik? Hoş, bunu en iyi gözlemleyecek olan sizlersiniz. Bu arada belirtmeliyim ki gelişen iletişim olanaklarının da katkısı çok büyük. Örneğin bu ve benzeri forumlar... Öğrenme çok kolaylaştı artık.

Mesleğimden bilirim, öğrenmede iki etken önemlidir:
1.Gereksinim,
2.Merak ve istek.
İki koşuldan birine sahip isek, başarılı oluruz. Bunların ikisi birden varsa, kişiyi tutamazsınız. Deyim yerindeyse, "Tuvalette bile ders çalışır!..." Ama her zaman motive olmuş öğrenciler bulamayız. İyi öğretmen, motivasyonu yaratabilen öğretmendir!...

Siz, iyi bir öğretmensiniz...

Saygılarımla.
Cavid Sezen
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sn."gezmen" e bu güzel sözlerinden dolayı teşekkür ediyorum. Öğretmenlik gerçekten de son derece öz verili ve zahmetli bir yaşam biçimi. Ama bir fidana su vererek büyüyüp serpilmesini izlemek gibi kıvanç verici bir tatmin hissini de tattırıyor beraberinde...Bizler , bu özveriyle dolu yaşam biçiminin ancak kıyısından geçebiliyoruz...
Karavancı toplumumuza onbeş yıla yakın bir zamandır gezi anılarımı ve diğer edindiğim teknik bilgilerimi aktarmaya çalıştım. Forum ların arşivleme işlevlerini yeterince kullanabilen üyelerin bir çok bilgi ve görgü ürünlerine (dediğiniz gibi) kolaylıkla ulaşması sağlanabiliyor artık. Ne mutlu onlara... her şey ayaklarına geliyor artık. Ancak bu bilgiye erişebilmenin kolaylığı kişilerde de tembellik yaratıyor kanımca. "Gogul (!) tembelliği" mi sardı toplumu ne . Fiilen araştırma zahmetine katlanmak artık "enayilik" gibi mi değerlendiriliyor acaba ?..Bas tuşlara oku, öğren..
Ancak yine de toplumumuzun okumak konusundaki isteksizliği de adeta "çıldırtıyor" insanı. Gezmeye, dolaşmaya, kampçılığa karavancılığa gönül vermiş bu forumlara üye binlerce kişi olmasına rağmen verilen emeklerin yeterince değerlendirildiğini söylemek pek de olanaklı değil maaalesef. Örneğin bu forumda çok binlerle kişi, UKKF de ikibinin üzerinde üye olmasına rağmen orada gezi anılarını okuma oranı (moderatörümüzün önerisi ile) tıklama oranı demek daha doğru olacak ortalama %25' i 30 u geçemiyor ne yazık ki. (Buradakini tam olarak hesaplayamıyorum, belki bu istatistiklere moderetörlük düzeyinde ulaşılabilir). Yani sonuçta bizler önce gezip öğrenerek, sonra yazıp çizerek bunca zahmete sizler için katlanmışız...yazanlar zaten biliyor...bütün çabalar toplumsal bilgi ve görgü hazinemizi genişleterek "muassır medeniyetler seviyesine erişmek" değilmi sonuçta...Eeee o zaman ?...
Neyse... birileri gezi anılarını yazmaya devam etsin, birileri de okumamaya... Zamanla düzelir diye de umutlarımızı yitirmeyelim ama...
Selamlar ve sevgiler,

RÜZGAR

Moderatörümüzün görüşünü edit ederek parantez içinde metne yansıttım.Kendisine teşekkür ediyorum.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Anılarınızı ve güzel anlatımınızı zevkle okuyorum sn. rüzgar. Düşüncelerinize ve doğru sözlerinize de katılmamak mümkün değil tabii.
Eh ne demeli..." koyun kurt ile gezerdi fikir başka başka olmasa ".
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Hüseyin abi,

sayfaların okunması ile ilgili moderatörlük düzeyindeki yardım talebinize bildiğim kadarıyla cevap vermek istiyorum: (Lütfen yazacaklarım kimsenin moralini bozmasın.)

UKKF forumda, sizin başlığınızda "okunmuş" olan gösterilen şu anki sayı olan 522, maalesef o yazıyı 522 kişinin okuduğunu değil, o başlığa 522 kez bakıldığını gösteriyor. Yani sizin "yazımda gözden kaçan bişey oldu mu acaba, bir daha gözden geçireyim" diye düşünüp her girdiğinizde de, sizin veya başkasının "kim ne yazmış acaba" diye her girişinde de sayaç onu da sayıyor. Yani bu şu demek; o başlığın olduğu sayfayı açıp, sürekli "sayfayı yenile" komutu verilse, sayaç her seferinde atacak ve sayı artacaktır. Dediğim gibi bunlar moralimizi bozmasın, ama durum bu maalesef.

Küçük biraz farkla maalesef burada da durum benzer sanıyorum. Burada en azından o başlıktan çıkıp, başka konulara naktıktan sonra girdiğiniz zaman sayaç atıyor bildiğim kadarıyla. Aslında "bu konu şu kadar kişi tarafından okunmuş" yerine belki "bu konu şu kadar kez okunmuştur" yazılması gerekir.
 



Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sn.Rüzgar'ın Adriyatik kıyılarına yaptığı geziyi ancak okuyabildim, bu güne kadar beklememin nedeniyse sindire sindire, tadına vararak okumak için uygun bir zaman kollamamdı. Hüseyin abi yazıyı öyle güzel yazmış ki yazıyla birlikte ben de adeta karavanıma atlayıp o yolları kattettim, aynı havayı soluyup, aynı sudan içtim.Güzel anlatımı için teşekkür ediyorum. Ellerine sağlık.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Çok güzel yazımı ile bizleri bilgilendiren ve neş'e lendiren Sn."hiç "e, çok çabuk ve yerinde katkıda bulunan moderatörümüz Sn. "my camper" e ve her zaman desteğini esirgemeyen Sn. "drares"e sonsuz teşekkürlerimle,
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sevgili arkadaşlar,
Adriyatik kıyılarındaki gezi anılarımın 4. bölümü de www.dnm-ler.com un 19. sayısında yayınlandı.
Birlikte biraz gezelim dilerseniz,
Sevgiler.



Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik


4. Bölüm

Güneş çekilip te ortalık kararmadan Drevenik’in yukarılarından geçiyoruz. Aşağılarda Hvar adasına gidip gelen Jadralino’nun feribotları telaşsız, arkalarında beyaz köpükler bırakarak yolcularını bir yere yetiştirme telaşında değil adeta gezdirmekte. Asprovalta daki karavan komşum Çek’lerden aldığım bilgilerde Drvenik’i geçince Camp Dole olacak. Ve deee az gidincee... oluyoor. Kamp a girdikten ve de koca kampın bir bölümünü beş aşağı on yukarı dolaştıktan sonra bulabildiğimiz asırlık bir çamın altına yerleşiyoruz. Aynı anda yüz kadar kampçının yüzünü yıkadığı lavaboları, bir o kadarının tuvalete gidebildiği bir başka o kadarının da duş yapabildiği, bir başka o kadarının da bulaşıklarını yıkayabildiği kos kocaman, up uzun, gep geniş üniteleri olan bir kamping. Kamping ne kelime adeta bir karavan tugayı . Hırvatistan da kamping deyince genellikle kitlesel kamp karavan turizmine yönelik yaklaşık 1500- 2000 ünitelik tesisler düşünmek gerekiyor. Avrupa nın hemen güneyindeki bu güzel kıyılarda kampçılık yapmak gerçekten de farklı şeyler bizler için. Ülkemizdeki kampinglerden orman kampları hariç özel kampinglerde on beş yirmi üniteyi bir arada zor görebiliyoruz artık. Tabii bu getiri düzeyinde de kamping açmak sabit masrafların yüksekliği nedeni ile cazip olmuyor doğal olarak. Örneğin bu kampingde kişi 26, karavan 37 ,elektrik 30 Kuna, yani toplam 17 €. Bizde bu fiyata bu yoğunluktaki bir kampa kimse bu parayı ödemek istemez. Mesela bizde kampçılık kurallarını yeterince bilmeyen ve de bilse de uygulamak işine gelmeyen iki bin ünitenin ahalisini bir arada düşünebiliyormusunuz ? O mangal dumanlarını, o müzik seslerini, o çocukların bağrışmalarını, o anaların yüz metreden çocuklarına terbiye verişlerini falan... tam da gavura “oh my god” dedirtecek cinsten bir şey olur herhalde...

Akşamın karanlığı giderek koyulaşırken abajurumuzun romantik sarı ışığında Makedon peyniri, Arnavutluk kavunu, Montenegro cacığı, Yunan rakısından oluşan çilingir soframıza Selma nın konferanslarını bastıran Ağustos böceklerinin ısrar üzerine tekrar edilen son galası eşlik ediyor ve bu muazzam fasıl eşliğinde...Sahi ne yapacaktım ben. Niye oturmuştum sofraya acaba ki ?...

Ertesi sabah bembeyaz kumların çevrelediği kıyıda ılık bir suda bir süre oyalanıyor, biraz daha deniz hasretimizi gideriyoruz. Malûm, Eylülün ortalarına geldik, istikamet kuzeye Alp lere doğru ve bundan sonra denize girmek biraz şansa kalıyor ne yazık ki. Konuşmayı çok seven İtalyan bir karavancı olası rotamız üzerindeki bildiklerini aktarıyor. Trieste’ nin tepesindeki bir kamping i not alıyorum kafama. Trieste yi sevmiştik daha önce, bakarsın lazım olur. Sonra toparlanıp resepsiyona ödememizi yapıp Camping card’ ımızı geri alıyoruz. Ana yola çıkınca sola sinyal ve daha kuzeylere doğru yine yollara düşüyoruz.

Öğle yemeği için mola verdiğimiz Omis , Cetina nehrinin içeri doğru koy yaptığı yerde dağların denize dik olarak indiği, koyda motorlarla gezilerin de yapılabildiği plajı ve otelleri bol bir yazlık belde. Karavanımızı büyük araçlar için parka çekip bir saat için 5 kuna atıyoruz otomata.

Çarşıda ve de arka sokaklarda bulduğumuz bir sanat galerisini biraz dolaşıp bir pizzacı da öğle yemeğimizi atıştırıyoruz. Denize girmek bir alternatif ama bu işi bir daha ki sefere bırakıp yavaş yavaş yukarılara doğru yollanırken güzel ve eğlenceli Omis’i bir dahaki gezimiz için defterimize artı olarak kaydediyoruz.

Yol üzerinde Split var. Hırvatistan ın 5-6 büyük şehrinden biri. Sağa sola baktığınızda endüstriyel yapıları, fabrika dumanlarını, trafik yoğunluğunu görebiliyorsunuz. Öylesine dantel gibi kıyılardan, sesizliği sadece dalga hışırtılarının bozduğu doğa güzelliklerinden sonra hiç de cazip gelmiyor insana. Split i bu defa da transit geçip yukarılara doğru devam ediyoruz ama bir daha geldiğimizde hatırını kırmayıp en azından bir acı kahvesini içmeye de söz veriyoruz. Rotamız da Trogir var ve çok gitmeden şehre ulaşıyoruz. Belde büyük bir koyun iki yakasına kurulmuş eski bir Dalmaçya şehri. Ortasında bir de ada var ve turistik üniteler bu ada üzerinde yoğunlaşmış. Karşı yakada ise birkaç güzel kamping var. Örneğin Belvedere yaklaşık 1300 üniteli ve çoğu artık çekilmeyen çekme karavanlar ile dolu. İleride 200 ünitelik Seget ve daha başkaları var. Biraz bakınıyoruz kalalım mı diye ama daha yorgun değiliz. Bir çay molasının ardından çarşıda biraz geziniyoruz. Etraf yine turist kaynıyor ve serinlemeye yüz tutmuş bulutlu havada bir hevesle şortlarına mayolarına sımsıkı sarılan bir alay insan kimbilir nerelerden ne ümitlerle gelmişler...

Yolumuza devam etmeyi ve kuzeye doğru çıkmayı düşünüyoruz . İyi mi ediyoruz kötü mü ediyoruz bilemiyoruz ama Eylül ün 19’ unda Almanya da ki arkadaşımızın doğum günü partisine de yetişmemiz gerekiyor. Bu arada Istra yarım adasına da uğrayıp birkaç gün güzel bir kamping de yampala yatıp kemiklerimizi dinlendirmeyi planlamıştık yola çıkarken.

Ana yola çıkıp 30 km. kadar gittikten sonra bu defa Primosten’ e geliyoruz. Uzaklardan şirin görüntüsü ile adeta el eden beldeyi gezmeden geçmek olmaz diyor manzaranın güzelliği. Ana yoldan girince hemen önümüze gelen otoparka dalıp tenha bir köşeye park ediyoruz. Bir geceliği 50 kuna, yani €7 sadece. Artık ılık duşlar yeterli olmuyor ve boileri çalıştırıp sıcak bir duş alıyoruz. Her gün birkaç yüz kilometre daha sıcak havadan, ılık sulardan uzaklaşıyoruz. Denize girme isteği buralarda neredeyse bitti artık.

Primosten tipik ve de çok güzel bir belde. Küçük bir yarım adanın neredeyse her m2. si şipşirin Dalmaçya tipi evlerle, dükkanlarla dop dolu. Sezon geçmeye başlayalı neredeyse 15 gün olduğu halde her taraf turist kaynıyor. Yat limanında bağlı yüzden fazla teknenin cepleri dolu mürettebatı restaurant ların değişmez müşterilerini oluşturuyor. Guruplar neşe içinde kadeh kaldırıp ılık bir sonbaharın mehtaplı gecesinde gülüyorlar, eğleniyorlar. Küçücük meydanda kurulmuş bir sahne üzerinde kırmızılı beyazlı sahne kıyafetleri ile bir Sırp dans topluluğu yerel müzik eşliğinde yerel dansları sunuyor. Biz de bir restaurant da mönü den zararsız, acısız, kızartılmamış yiyecekleri seçerken zorlanıyoruz. Standartlarımız no fried, no peperoni, no cholestrol falan. Tatsız tutsuz bir şeyler bulup yiyeceksin ama gecen lezzetli geçecek. Nasıl olacaksa artık. Haşlanmış patates üzeri bilmem ne sosu, karışık sabze ızgara, marifet bu. Neyse ki buz gibi biralar ya da bazen bir güzel şarap imdadımıza yetişiyor her zaman. O na da yasak gelirse artık Sarayburnu’ ndan mı atarsın kendini yoksa çürük bir iplke bungee jumping mi yaparsın...

Hediyelik eşyalar da son derece kaliteli ve çekici. Anılarımızın arasına birkaç küçük zarif Primosten hatırası katıyoruz. Daha az zarif olanlar için yerimiz çok kısıtlı maalesef. Selma bir abajur beğeniyor, pirinç gövdesi üzerinde yerel desenli dokumadan bir de şapkası var. Çok güzel bir şey ama karavanımızın depolama olanakları kısıtlı. Alamasak da cüzdanlarımızın şişkin kalması tesellimiz oluyor...

Gece çevredeki iki üç karavan ile birlikte sonbaharın ilk ciddi yağmurunu yiyoruz. Kovadan boşanırcasına yağan yağmur komşuları biraz rahatsız etse de bizi etkilemiyor. Tavan sağlam, zemin asfalt, endişe yok. Böyle riskli havalarda kampinglerde kalmamanın tadını çıkarıyoruz. Selma günlük notlarını tutmaya devam ederken ben görmekte olduğum “peri kızlı” rüyama kaldığım yerden devam ediyorum. Sabah kahvaltımız da yine oradan buradan alınmış zeytinler, peynirler, domateslar, salatalıklar, mis gibi kızarmış kepek ekmekleri.. Şu “ler, lar” takıları da olmasa nasıl anlatacağım kahvaltımızın dayanılmaz cazibesini bilemem. Gece bir ara kale içinde bulabildiğimiz bir İnternet Cafe den mail lerimize bakmıştık. Epeyce birikmiş miş. Şu dünyanın her yerinden net e pratik bağlanma olanağı bir an önce sağlansa diye düşünüyoruz biz uzun süreli dışarılarda dolanan gezginler için. Sabah sabah içilen kahvelerin dumanlarının buğulandırdığı camın ardından sisler arasında henüz uyumakta olan beldeye bir daha bakıyoruz. Primosten de geçen mehtaplı bir Eylûl gecesinin renkli anıları belleklerimizdeki köşesindeki yerlerine rahatça yerleşirken Dalmaçya nın bu estetik beldesinin otantik güzelliği önce solumuzda, sonra gerilerde kalıyor, küçülüyor küçülüyor bir virajın ardında gözden kayboluyor.

Primosten de geçen güzel gecenin anıları henüz gözlerimizden silinmeden rotamızın üzerine gelen Biograd’ a da bir uğramak geçiyor içimizden. Bunlar hep de görmesen olmazlar kategorisinde. Upuzun Adriyatik kıyılarının Arnavutluk bölümü hariç dünya turizmine açık olan neredeyse tamamı Yugoslavya nın parçalanması aşamasında Hırvatistan da kalmış. Arkada kalan denize kıyısı olmayan Sırbistan, Kosova, hatta 200 km. mesafedeki Macaristan halkının da bu denizden kıyısı olmalarını istediklerine adım gibi eminim. Ama gelenler daha çok Almanya dan, Avusturya dan. Alplerin gerisinde kalan bu ülkelerin ılık Adriyatik kıyılarına mesafesi otoyollardan yaklaşık bir gün sadece. Zaten bütün güzel koylar ve kampingler Alman karavancılarla sonra da İtalyan karavancılarla ve turistlerle dolu. Plaj gibi, aile kabini gibi kullanıyorlar buraları sanki…

Biograd epeyce gelişmiş bir kıyı beldesi. Oteller, sobe apartmani ler, restaurant lar her keseye göre. Marina teknelerle dop dolu. Her millet den bandıra sallanıyor direklerde, kıçta. Ay yıldızlısı bile var. Yine birkaç şirin anı katıyoruz dağarcığımıza hediyelikçilerden. Bir marin malzemeleri satan yerden karavanlarımız için çok gerekli olan tuvalet kem’i buluyoruz. Bu mavi sihirli sıvı tuvaletlerimizin hijyenik olarak kullanılmasını destekliyor. Öğle yemeğimizi parkın serin bir köşesinde geçiştiriyoruz. Sonra gelsin cafe ler. Hava henüz öğle saatlerinde sıcak. Denize girenleri görebiliyoruz. Almanya daki arkadaşımızın 19 Eylülde ki doğum günü partisine yetişmemiz için rotayı kontrol ediyoruz. Daha beş gün var ve hiç değilse üç dört gün Istra yarımadasında Opatya da, Porec de kalabilmeyi düşünüyoruz. Havalar nasıl olacak kuzeyde ?. Bu mevsimde biraz şans. Bakalım artık oldu oldu, olmadı kaldı. Karavancılığın da güzel tarafı bu. Evin arkanda özgürsün. Hiçbir şey fazla dert değil. Bu gün Zadar üzerinden Rijeka’yı tutmaya çalışacağız. Sabah bir toprak yola girip atık sularımızdan kurtulup tuvaleti de döküyoruz. Bir taraftan işlerimizi hallederken bir yandan da bu “kafana göre” alaturka işler, kuzeye çıktıkça, “soğuk ülkelere”, ve de eş anlamlı olarak “medeniyete” yaklaştıkça zorlaşıyor diye düşünüyoruz. Geçtiğimiz günlerde daha güneylerde AB standartlarının hijyenik zorlamalarını bu denli hissetmiyorsun. Avusturya da Almanya da ise bu işleri çaktırmadan yapmak çok zorlaşacak farkındayız. Polisin elinde kabak oyacağı…hıııı…Zadar’ı ilk Adriyatik gezimizde kaldığımız güzel bir şehir olarak hatırlıyoruz. Kalesi, limanı, çarşısı ve sanat yapıları ile gerçekten görülmeye değer bu güzelim şehrin ağır silahlar ile yaralanmış bedenine bakıp o trajik iç savaş günlerinin acılarını hissetmemek elde değildi inanın. Zadar dan sonra yeni yapılan otoyolu alarak Zagrep üzerinden Rijeka ya ve hatta Ljublijana üzerinden Avusturya taraflarına gitmek te bir alternatif ancak biz Adriyatik in dantel gibi kıyılarını bırakıp içerilere girmeye kıyamıyoruz. Ama saatler geçtikçe bozan hava bize kıyıyor ne yazık ki. Giderek alçalan bulutlara kuvvetli bir rüzgar da eşlik edince denizin mavilikleri ürkütücü bir griliğe bürünüyor. Kuzu başlarının giderek sıklaştığı denizi seyrederek gitme keyfimizi üst üste binen virajlar kesintiye uğratıyor, zaman zaman yolu kollamaktan birbirimizle konuşmaya dahi fırsat bulamıyoruz. Evet işte bu gün ve bu saat ve bu dakikadan itibaren sonbahar başlamış oluyor. Dolaptaki mayolarımıza, havlularımıza, yatıp güneşlendiğimiz plaj hasırlarımıza yeniden güneye dönene kadar belki de bu yıl için hepten elveda. Güzel vatanımızın insanı ısıtan ısıtmanın da ötesinde tenini bronzlaştıran sıcak günleri, çıkmak istenmeyen ılık denizleri çook gerilerde kaldı artık…

Rijeka ya gün batımından sonra girebiliyoruz ancak . Ortalık sakin. Hatta çok fazla sakin. Selma’ nın komplo teorilerine göre Avrupa’ daki kriz öncelikle bu AB dayanışmasından nasibini alamamış ülkenin üzerine bütün ağırlığı ile çökmüş durumda. Kendisini yanıltacak en ufak bir örnek de yok ki ortalıkta aksini söyleyebileyim. Sokaklar bomboş. İlk defa ’77 de geldiğim Rijeka çok hareketli, ışıl ışıl gelmişti bana o zamanlar. Sonrasında iki yıl evvelinde de yine hareketli idi ama bu gelişimizde sanırım nüfus sayımı var!.. Karavanı şehrin tam merkezindeki büyük otoparkın sakin bir köşesine çekiyoruz. Onca virajlı, yağmur altında yapılan yolculuğun ardından şöööyle bir restaurant a kurulup güzel bir kırmızı şarap eşliğinde mantar soslu et, yanında bol garnitür hayalleri kurarken gezip dolanıp güç bela şehrin bulabildiğimiz tek açık yeri, insanlığı yuvarlak sofrasında buluşturan lezzet zinciri Mc Donalds’ da chicken burger e talim ediyoruz !... Yanında da diet cola. Beni tanıyanlar yüzümün ifadesini tahmin edebilirler kolaylıkla. Issız sokaklardan karavana döndüğümüzde etrafta göremediğimiz, şehrin neredeyse tüm gençlerini otoparkın sakin bir köşesine çektiğimiz karavanımızın önündeki borulara tünemiş ellerinde şarap ya da bira şişeleri ile buluyoruz. Önceleri üç beş genç ten oluşan topluluk yarım saat içinde Alfred Hitchcock’ un The Birds filmindeki bir sahneyi anımsatıyor bize. Tippi Hedren in oturduğu bankın arkasındaki dallara yavaş yavaş biriken kargalar birkaç dakika içinde giderek ürkütücü bir hal alır ve Hedren bunu farkettiğinde oradan dehşet içinde kaçmaya başlar…Gerçi bizim dişili erkekli, üniversite eğitimli kargalar pek zarar verecek gibi görünmüyorlardı ama şişede durduğu gibi durmazdı ki bu meret. Nitekim de durmadı. Şişeler etrafa saçıldıkça gülmelerin tonunun, konuşmaların konusunun değiştiğini anlayabiliyorduk camın ardından. Sonrasında karavanımızı gençlerin gelmek istemeyecekleri bir başka köşeye çekerek onları gürültüleri ile patırtıları ile baş başa bırakıyoruz. Karavanda uykuyu beklerken attığımız bir iki duble viskinin açtığı konular arasında gençlik de var ister istemez. Gezdiğimiz bir çok ülkede özellikle Yunanistan da gençler ile “teğet” konumlarımız olmuştu ve çocukların eğlencelerinin hep belirli terbiye sınırlarının içinde kaldığını, gelir düzeylerinin daha üst noktalarda olmasına karşın bunu bir şımarma biçimine dönüştürmediklerini gözlemlediğimizi anımsıyoruz o ıslak gecede.

Sabahın serinliğinde ısıtıcımızı biraz çalıştırıp erken gelen sonbaharın sürprizinin şokunu nasıl atlatabileceğimizi düşünüyoruz. Güney Almanya nın tam da Avusturya sınırında oturan ve “Alman’ların sonuncusu” konumundaki arkadaşımızın partisine daha dört gün var. Opatya kıyılarında bir kamping e yanlayıp birkaç gün tatil yapmak hayalinin ise iyiden iyiye suya düştüğünü görüyoruz. Karavancı durum muhakemesi sonucunda “B” planını uygulamaya geçirip Avusturya ya daha çok zaman ayırmayı düşünüyoruz. Ama bu havada yazlık giysilerimizin yetersiz kalacağı çok açık. Bu konuyu şiddetle not alıyoruz kafamıza.

Havanın bu beklemediğimiz azizliği ile kırılıp dökülen hayallerimizin kırıklığı ile Rijeka dan çıkıyoruz. Oto yola doğru elli km. kadar yolumuz var sonra Slovenya sınırı. Sınıra gelmeden son Kuna larımızla diesel alıp türkiş bir metotla yaylı su musluğuna cırt ile kelepçe yapıp depoya takıyoruz ve kahve içmeye gidiyoruz. Kahvelerimizi içene kadar depomuzu da doldurmayı başarıyoruz. Yabancı karavancılar öylece bakakalıyorlar bu pratik buluşumuza. Slovenya Schengen vizesi kontrol işlerini İtalya dan devralmış durumda. Önceki yıllarda Trieste gümrüğünde “çek kenara” lar, köpeklerden yardım almalar ! artık daha yumuşak biçimde uygulanıyor şimdilik. Slovenya - İtalya bağlantısında yeşillikler içinde birbiri peşi sıra dizilmiş köylerden geçiyoruz. Biraz sonra Trieste nin boş gümrük binalarının önünden geçerken bavul koklayan köpeklerin kulübelerinin de boşalmış olduğunu görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ nda casusların cirit attığı Trieste’ yi, bir çanak gibi avuçlarına alan teraslardaki çiçek bahçelerinin arasından zaman zaman gülümseyen Adriyatik’in bembeyaz köpükler içindeki puslu görüntüsüne son defa el sallıyoruz. “Bir gün gene görüşeceğiz...bekle bizi...bekle, Anadolu nun bağrından kopup gelecek Rüzgar’ı...bekle”.



4.Bölümün sonu



-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

5. Bölümde, Avusturya göller bölgesi, Salzburg, Güney Almanya taraflarına gidiyoruz.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sn. Rüzgar, Anadolu'nun bağrından Adriyatik kıyılarına eserken, oluşturduğunuz hava cereyanına bizi de kattınız. Ne diyebiliriz ki, helal olsun size , güzel anlatımınız ve itinalı aktarımınızla yapılan her türlü övgüyü fazlası ile hakkediyorsunuz. Notlarınızdaki bir cümle benim de uzun yıllarca kafamı kurcalamıştı. Hatta bu sayfalarda ayrı bir başlık eklemeyi ve tartışmaya açmayı düşünmüştüm. Hani diyorsunuz ya;
" Sabah bir toprak yola girip atık sularımızdan kurtulup tuvaleti de döküyoruz. Bir taraftan işlerimizi hallederken bir yandan da bu “kafana göre” alaturka işler, kuzeye çıktıkça, “soğuk ülkelere”, ve de eş anlamlı olarak “medeniyete” yaklaştıkça zorlaşıyor diye düşünüyoruz. Geçtiğimiz günlerde daha güneylerde AB standartlarının hijyenik zorlamalarını bu denli hissetmiyorsun. Avusturya da Almanya da ise bu işleri çaktırmadan yapmak çok zorlaşacak farkındayız. Polisin elinde kabak oyacağı…hıııı…"
Karavanlı gezilerimde en çok sıkıntıyı bu konuda yaşadım. Depolar dolunca ne yapacağını şaşırıyordum, sanki suç işlemişim gibi gizli gizli atık suyumu boşaltacak bir yerler arardım. Bizim kampinglerde böyle donanımlar hak getire uzun süreli konaklamalarda dolan depoyu su bidonlarıyla boşaltmak zorunda kalırdım, kısa süreli konaklamalarda ise yollarda ıssız yerleri kollardım. Tuvaletin deposunu ise yollardaki benzinliklerin wc.lerine boşaltırken birileri laf edecek diye hep çekinirdim. Uzun lafın kısası karavanla en büyük sıkıntıyı dolu depolarda yaşadım...
 




Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

sn.ruzgar
uzaklasmakta oldugum okuma alıskanlıgıma yenıden sevk verdınız. ıste ben bu usluba hayranım . sankı bır tarıf sankı bır derkenar eklenmıs yol harıtası . ınsanın gecmıstekı cografya bılgılerını anımsatıp , ve oralarıda hatırlamıs gıbı okuduklarımın ıcınde kendımı var sayıp o yagmurda ıslanıyor,denız uzerınde kuzucuklardan urkuyor,elınızdekı hamburger ve dıet kolayla yuzunuzdekı ıfadeyı goruyorum.(arkamı donup oyle guldum) ustelık tarıh derslerını neden sevememısım sımdı hayret edıyorum. bılmem kı bence uslubu benı cekmemıs olabılır. ıste ben bu uslubu sevıyorum. benı ıcınde yasatmalı, merak etmelıyım ,ogrenmelıyım ve abartıp kuslar fılmını yenıden ızlemelıyım.
ne soyleyebılmelıyım bılmem kı. sagol be arkadasım..
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,425
Mesajlar
1,517,790
Kayıtlı Üye Sayımız
172,071
Kaydolan Son Üyemiz
kalenbuk

Çevrimiçi üyeler



Geri
Üst